Benan Kapucu
Yaz sıcaklarına karşı pek "direngen", yüzlerce yıldır insanlığın bin bir derdine deva bir bitki: Deve dikeni. Anadolu'da deve kengeli, meryemana dikeni, süt deve dikeni, sütlü kengel, akkız, şevketül meryem, mübarek dikeni gibi adlarla da biliyoruz biz onu...
İzlenimci ressam Claude Monet'nin kendi elleriyle yarattığı ve "en büyük şaheserim" dediği Giverny'deki cennet bahçesinde gezineceğiz. Bugün müze olarak korunan bahçe, her yıl binlerce ziyaretçinin akınına uğruyor. Son dönem resimlerinin, özellikle Nilüfer tablolarının en büyük ilham kaynağı...
İki gülün hikayesi var bu programda: Biri hoş kokulu özünden gül suyu ve yağ damıtılan o çok değerli Damask gülü, bizim Isparta gülümüz... Diğeri de Çin'den Avrupa'ya taşınan Fortune's Double Yellow. Geçen hafta anlattığım "çay casusu" Robert Fortune'un Çin'den toplayıp Batı'ya taşıdığı en güzel sarı güllerden biri.
Bir bitki casusluğu hikâyesi anlatıyoruz size. Çin'in devlet sırrı gibi koruduğu çayın tüm sırlarını öğrenmek için ülkeye sızan İskoç botanikçi Robert Fortune var bu casusluk hikayesinin arkasında...
Alışılmışın dışında bir teknikle yapılmış ama bilimsel doğruluğu ve sanatsal inceliğiyle o dönemin önemli botanik illüstrasyonlarıyla yarışacak düzeyde olan 10 ciltlik Flora Delanica koleksiyonu ve yaratıcısı İngiliz sanatçı Mary Delany'den bahsediyoruz.
Biri çayırlıklarda minik mavi boncuklar gibi parlayan "unutmabeni" çiçekleri, diğeri de peri masallarını süsleyen "yüksük otları". Kendi halinde görünseler de ikisinin de hikayesi, isimleri kadar ilginç...
1700’lerde Sir Joseph Banks ve bilim ekibi, James Cook’un kaptanlığında, Endeaovur gemisiyle yapılan ilk sefere katılmış; Londra’ya döndüklerinde -yanlarında getirdikleri “doğa hazineleriyle”- bilinmeyen birçok yeni türü bilim dünyasına kazandırmışlardı. Bugün o hazinen bir kısmını bir araya getiren, Florilegium kitabından konuşuyoruz.
Dinozor çağından kopup gelmiş, dünya üzerinde çok az sayıda kalmış Wollemi çamından bahsediyoruz.
Michel Lis ve Beatrice Vingtrinier’nin yazdığı “Flowers in the Louvre” kitabı rehberliğinde, Louvre müzesinin galerilerinde, çiçek hikayeleri peşinde başladığımız turun ikinci bölümüyle devam ediyoruz.
Gökkuşağından tülüyle, yeri ve göğü birleştiren kanatlı bir tanrıçayı anımsatıyor: Iris ya da diğer adıyla Süsen.
Kimi seyahatnameler o gezginlerin dolaştığı coğrafyaların flora ve faunasına dair çokça bilgi verdiği için doğa tarihi açısından birer hazine değerinde... 16. yüzyıldan sonra Osmanlı topraklarına gelen birçok gezgin var; Anadolu florası ve faunasıyla ilgili ilk bilgilerimizi de bu ilk araştırmacıların, yurtlarına döner dönmez kaleme aldıkları seyahatnamelerden elde etmişiz.
Louvre müzesinin koridorlarında dolaşıyor; müzede sergilenen kimi eserlerdeki çiçeklerin hikayelerinin izini sürüyoruz. Rehberimiz, müzenin yayımladığı Michel Lis ve Beatrice Vingtrinier’in kaleminden çıkmış, “Flowers in the Louvre” kitabı.
Doğu kültüründe masumiyetin sembolü, "ağlayan gelin" de dediğimiz, nadir çiçeklerimizden ters lalelerin hikayesini anlatıyoruz…
Kuzey Amerika flora ve faunasını resimleyen ilk doğa bilimci Mark Catesby’nin hayatını ve eserlerini mercek altına alıyoruz.
İnsanlık tarihine eşlik eden en önemli ağaçlardan biri… Kavak ağaçlarını da içine alan söğütgiller (Salicaceae) ailesine ait söğüt ağacının bilimsel cins adı Salix.
Göz alıcı çiçekleriyle büyüleyici ama bir türü var ki- birlikte yaşadığı bitki topluluklarına soluk aldırmayan hırçın bir istilacı… Ormangülleri bunlar; bilimsel cins adları Rhododendron. Çok fazla türü var o yüzden taksonomi konusunda botanikçilerin işini hayli zorlaştıran bir bitki… Henüz keşfedilmemiş olanları da olduğunu düşünürsek, bitki dünyasının belki de en kalabalık cinsi…
Geçen hafta Cizvit papazların Çin’den Avrupa topraklarına taşıdığı bitkilerden bahsetmiştim; bugün yine Çin’de dolaşmaya devam edip onların çiçek kültürüne derinliğine bakıp daha sonra en çok öne çıkan “dört beyefendi çiçek”, bambu, orkide, erik çiçeği ve krizantemden konuşalım…
Cizvit misyonerlerin, “çiçekli ülke” Çin’den toplayıp Avrupa bahçelerine taşıdığı bitkilerden konuşacağız. Ve tabii o bitkilerin resimlendiği kitaplardan da… Binlerce yıl boyunca Batılılara karşı “gizemini koruyan” bu geniş toprakların, Afyon savaşlarının kaybetmesinden sonra, müttefiklere vermek zorunda kaldığı imtiyazlarla yarı sömürgeye dönüştüğü bir dönemi kapsıyor bu hikâye.
Emily Dickinson’un çocukluk yıllarında beri oluşturduğu herbaryumu, bilim ve şiirin buluştuğu nadir eserlerden biri sayılıyor. Botanikle erken yaşta tanışmış; yaşamı boyunca bahçecilik -bahçıvanlık bilgisini geliştirmekle uğraşmış ve bu, ömür boyu süren ve şiirle iç içe geçen bir bağlılığa dönüşmüş.
Asil Romalı kadınların ya da Budist rahiplerin safran rengi giysileri, İmparator Neron’un karşılama töreninde sokaklarına safran çiçekleri serpilmiş olması; farklı zamanlarda ve kültürlerde seçkinlerle birlikte anılması, insanlık tarihi boyunca hep el üstünde tutulan bir bitki olduğunu bize anlatıyor.
17. yüzyılın sonlarına, 18. yüzyıla doğru uzanıp, Fransız hekim ve botanikçi Joseph Piton de Tournefort’un seyahatnamesinde Türkiye florasına, botanik tarihine dair neler var, ona bakacağız.
“Tecrübemden şunu idrak ettim: Kendimi en ayrıntılı botanik çalışmalarına adadım ve inanıyorum ki uç hususu başararak amacıma ulaştım: Doğruluk, kompozisyon ve renk… Sadece bu üç niteliğin birleşimi sizi botanik illüstrasyonunda mükemmelliğe götürür.”
Gelincik ve haşhaşın, biraz da hüzünlü hikayeleri, bir bitkinin “şifa ve zarar dengesi” üzerine de düşündürüyor. Acılarımızı ve ağrılarımızı dindiren bu şifalı bitkiler; yanlış insanların ellerinde dünyanın en “ölümcül” dertlerinden birine dönüşmüş durumda.
Dünyayı değiştirmiş; daha doğrusu neyi nasıl yediğimizi kökünden değiştirmiş ve yıllarca sebze muamelesi görmüş bir meyveyi anlatacağım size… Tahmin etmişsinizdir elbette; domatesten konuşacağız...
Milanolu Manyerist sanatçı Giuseppe Arcimboldo’nun -16. yüzyılın bitkiler ve hayvanlar dünyasına dair çokça fikir veren- alegorik eserleri üzerine konuşuyoruz. Gerçeğe yakın çizilmiş sebze ve meyvelerle, yerel bitki ve hayvanların bileşimiyle yarattığı, illüzyon yaratan portreleri; tepetaklak edildiğinde bir simya gibi yine insan karakterlerine dönüşen tersyüz resimleriyle tanıyoruz onu.
Mis kokulu bir çiçeğin hikayesini var bu programda… Bizim topraklarımıza ait bu çiçek, Bir zamanlar lalenin gölgesinde kalsa da bugün bahçelerin en “popüler” çiçekleri arasında…
18. yüzyılda yaşamış, İsveçli hekim, botanikçi ve zoolog Carolus Linneaus’tan konuşacağız. Bugün hâlâ kullandığımız, binominal adlandırma sisteminin yaratıcısı olan Linneaus, canlılara cins ve tür adlarını vererek sınıflandıran ilk bilim insanı.
Tropikal ormanlardan hem büyüleyici hem tuhaf mı tuhaf, hatta irkiltici bir bitkiyi anlatıyoruz: Nepenthes, yani suibriği… Göze çarpan, canlı kırmızı renkte, kocaman açılmış dev ağzı ve sıkı sıkıya sarılan sülükdalları olan suibriğini görüp de irkilmemek pek mümkün değil doğrusu.
İstanbul manzaralarında, Endülüs bahçelerinde göğe dimdik yükselen güzelim bir ağaçtan; servi ağacından konuşuyoruz.
Evliya Çelebi'nin Seyahatnamesi'nde anlattığı, Anadolu'dan Balkanlara, İran'dan Kafkasya'ya, geniş bir coğrafyada gittiği yollar boyunca gözlemlerine dayanarak anlattığı, tarif ettiği bitkilerden söz ediyoruz...