Michel Lis ve Beatrice Vingtrinier’nin yazdığı “Flowers in the Louvre” kitabı rehberliğinde, Louvre müzesinin galerilerinde, çiçek hikayeleri peşinde başladığımız turun ikinci bölümüyle devam ediyoruz.
İlk tablomuza bakalım: Domenico Zampieri (1581-1641) -ya da yaygın adıyla Domenichino ve Daniel Seghers (1590-1661) imzalı, The Triumph of Love in a Frame of Flowers /Çiçekle Çerçevelenmiş Aşkın Zaferi… Kanvas üzerine yağlıboya, 1.34x1.10 metre boyutlarında bir tablo). Ortada -biri kazların taşıdığı bir arabada oturmuş- üç putto’yu yani çocuk meleği Domenichino; bu melekleri çevreleyen onlarca türün olduğu görkemli çiçek çelengini ise Cizvit ressam Seghers çizmiş.
Domenico Zampieri, Daniel Seghers
The Triumph of Love in a Frame of Flowers, 1625-1627
Tuval üzerine yağlıboya, (1.34 x1.10m)
Çiçeklerin aşkı dillendirmenin en güzel yolu olduğunu biliyoruz. Sanatçılara bu siparişi verirken, İtalyan Kardinal Roma Katolik Kilisesi’nden Ludovico Ludovisi de herhalde böyle düşünmüş olmalı. Daha çok floral taçları ya da çelenkleriyle bilinen Seghers, “çiçeklerin ressamı, ressamların çiçeği” diye onurlandırılan bir sanatçı. Cizvit inancına, tarikatına bağlı olan Seghers, bir kar elde etmek için değil, kiliseleri süslemek ya da ayrıcalıklı kişilere armağan etmek üzere bu resimleri yapıyormuş. Bu çiçek çelenklerinin ortalarında yer alan, kutsal temalı resimleriyse çoğunlukla başka sanatçılar tamamlıyordu. Aslında bu çelenk Orta Çağ’a özgü hortus conclusus'u (duvarlarla çevrili gizli bahçeyi) de anlatıyor bize. Ezgilerin Ezgisi’nde bahsedilen Bakire Meryem’in masumiyetinin tezahürüdür… Laleler, güller, irisler, sümbüller, karanfiller, nergislerle dolu bu cömert çiçek çelengi, en yalın haliyle saflığı, sevgiyi, doğurganlığı, bolluğu ve erdemi dillendiriyor; dinsel öğeler yoğun ama bunları yumuşak bir geçişle bir anlamda dünyevileştirdiğini de söyleyebiliriz.
Abraham Mignon (1637-1679)
Flowers, Birds, Insects, and Reptiles
Ahşap üzerine yağlıboya, 48x42 cm
Diğer bir esere bakalım… Ölü doğa ressamı Abraham Mignon’un (1637-1679), (48x42 cm.) ahşap üzerine yağlıboya resmi: Flowers, Birds, Insects, and Reptiles / Çiçekler, Kuşlar, Böcekler ve Yılanlar… Bu son derece özenli kompozisyonun ortasında ayrık otlarıyla karışmış, bir demet kır çiçeği, capcanlı renkleriyle, koyu zeminde göze çarpıyor. Gözün ilk algıladığı çiçek, boynunu bükmüş kıpkırmızı taçyapraklarıyla gelincik… Gelinciği bir programda konuşmuştuk ama bahsetmemiştim, bunu ben de yeni öğrendim. Gelinciğin Fransızca adı coquelicot (kokeyko) rengi horozibiğini çağrıştırdığı için horoz ötüşü cocorico (kokoriko) sözcüğünden geliyormuş.
Gelincik -daha doğrusu onun sütünden elde edilen bir ilaç- yılan ısırıklarına karşı bir panzehir olarak kullanılıyormuş 1600’lerde… Bu kompozisyonda, çiçek buketinin hemen altında ısırmaya hazır bekleyen bir yılan da var; böyle bir bağlantı da kurulmuş olmalı… Ve yine bir başka kır çiçeği, papatya göze çarpıyor gelinciğin hemen yanında… Papatyalar masumiyeti ve saflığı sembolize ediyor. Kuzey mitolojisinde, bir Kelt efsanesinde, aşk, güzellik ve doğurganlık tanrıçası Freya’yı temsil eden bir çiçek; doğumu annelik ve yeni başlangıçları sembolize eder.
Mavi kantaronlar da var kompozisyonda… Gelincikler gibi, mavi kantaronlar da -modern tarım ve kimyasallarla yok edilmeden önce- buğday tarlalarında çılgınca yetişen kır çiçeklerinden bir…
Abraham Mignon bu çiçekleri bir araya getirirken şöyle bir sembolizmden yola çıkmış olmalı: Ön planda görünen çiçeklerden biri olan papatya Bakire Meryem’in sevgisini; gelincik İsa’nın fedakarlığını, mavi kantaron da ruhun saflığını görünür kılıyor. Bu sembolik anlatım, kompozisyonda yerde duran canlı hayvanlarla da güçlendirilmiş. Yılan, dünyanın gelip geçiciliğini, cismani varlığımızın bir gün son bulacağını anlatırken, göğe uçmak üzere olan kelebekler ve kuşlar, maddesel varlığımızın aksine, beden kaybolduktan sonra bile ruhun sonsuza kadar yaşayacağını bize söylüyor.
Yaban Gülü, anonim, İran, 18. yüzyıl
Guaş, (14.6 x 9.4 cm)
Şimdi karşımızda 18. yüzyıla ait, bir İran minyatürü var. 14.6x9.4 cm boyutlarında, guaş boyayla yapılmış. Uzun dikenli bir dalın ucunda, taç yapraklarını açmış pastel pembe çiçeği olan yabani bir gül betimlenmiş. Kenarı tırtıklı, hafif dönmüş yapraklarıyla gerçeğe yakın bir postürde çizilmiş yapraklar çerçevenin dışına taşıyor. Bu, minyatürün orijinal bir elyazmasından koparılarak ahşap panel üzerine yapıştırılmış olduğunu gösteriyor.
18. yüzyıla kadar, İran minyatürlerinde çiçekler başta ön planda değildir; tek başına çizilmiyor; daha büyük kompozisyonlarda, desenin bir parçası olarak sembolik anlamlar da yüklenerek minyatüre aktarılıyordu. Safaviler döneminin sonunda minyatürün rolü de değişmiş; sadece metinde geçen temaları görselleştirmek amacıyla değil, tüm sayfayı kaplayan tek başına minyatürler de yapılmaya başlamış. Avrupa’nın bitki çizim gravürleri ve Moğol sanatı da etkiler minyatür sanatını ve böylece İranlı sanatçılar çiçek temalarını -bazen sadece kendileri için boyayarak- işlemeye başlamışlar. Bu yaban gülü minyatürü de işte o örneklerden biri. (Yaban gülünün bilimsel adı rosa canina, Latince’de “köpek gülü” demek. Antik zamanlarda, bu bitkinin köklerinden elde edilen bir iksirin kuduz hastalığını iyileştirdiğine inanılırmış. )
Vincenne Manufacture
“Le Boitteux” vazo, porselen vazo (28 x 24 cm), içindeki porselen çiçekler (31 x 33 cm)
Ve şimdi 1755 tarihli, Vincennes üretimi bir porselene bakalım. Vincennes porselenlerinin alamet-i farikası diyebileceğimiz bir vazo; içinde gerçek gibi görünen, rengiyle, formuyla doğal görünümlü ama yine porselen ve emayeden yapılmış bir çiçek buketi duruyor. En sadık müşterisi ise Madame Pompadour’dur bu porselenlerin… Madam Pompadour bir aristokrasi figürü olmaktan öteye geçmiş bir portre; kendi zamanının moda öncüsü. Saray çevresinde moda ve güzel sanatlar deyince, onun hükmü sürermiş. Paris’te çiçek modasının çok rağbette olduğu, botaniğin de yükselişe geçtiği yıllarda Dubois kardeşlerin kurduğu Vincennes porselen fabrikasına da sık sık ziyaretlerde bulunmuş. Fransız porselen endüstrisinin öncülerinden olan Dubois kardeşler, saraydan da aldıkları ödenekle 1741 yılında kurmuşlar bu fabrikayı. Markanın sembolü olan porselen çiçek vazolarında, temel fikri Meissen’in çiçekli porselenlerinden alırlar ama tümüyle ayrışırlar daha sonra… Vincennes porselen sanatçılarının elinden çıkan, vazo içinde emaye saplı porselen çiçeklerden oluşan buketi, ilk bakışta gerçeğinden ayırmak zor; çiçekler bütün doğallığıyla birebir porselene aktarılmış.
Madame Pompadour, Vincennes fabrikasını ziyaret ettiğinde, bu son derece gerçekçi porselen çiçeklerden hayli etkilenmiş ve sarayı bunlarla donatmış. Etrafını canlı çiçeklerle donatmayı severmiş ama çiçek mevsimi geçince, bu kez Vincennes’den aldığı bu porselen çiçeklerini çiçek yağlarıyla ovup, güzel koku yaymalarını sağlarmış. 100’den fazla farklı çiçek türü, tomurcuk ya da yarı ve tam açılmış halleriyle arzı endam ediyor bu porselenlerde… Louvre’de sergilenen, üzerine konuştuğumuz bu örnekte, porselen çiçeklerin durduğu vazo Medici tarzı, turkuaz mavisi kaidesi de ustası Claude Le Boitteux’un adını taşıyor.
Sir Henry Raeburn (1756-1823)
Little Girl Carrying Flowers /Innocence
Tuval Üzerine yağlıboya, (91x71 cm)
Şimdi Sir Henry Raeburn (1756-1823) imzalı Little Girl Carrying Flowers / Çiçek Tutan Küçük Kız resmine bakalım. Innocence/Masumiyet diye anılan bu yağlıboya tablo 91x71 cm boyutlarında. Biraz haşarı bakışlı bir kız çocuğu Miss Nancy Graham, zarifçe oturup poz vermiş. Beyaz müslinden omuzları açık bir elbise giymiş, kırmızı pabuçları da görünüyor. Elinde, muhtemelen hemen arka plandaki uçsuz bucaksız kırdan toplanmış bir çiçek buketi var. Detayları belirsizleştiren, ışık ve gölge kontrastını cesurca ortaya çıkaran sanatçının serbest, hızlı fırça darbeleri çiçek türlerini ayırt etmeyi zorlaştırıyor ama biraz daha detaylı bakınca aralarından şebboy ve menekşe seçilebiliyor.
Çiçeklerin dilinde sarı şebboy yaşam sevincini; hercai menekşe derin düşüncelere dalmayı simgeliyor. Hercai menekşenin Batı dillerindeki karşılığı “düşünce” anlamına gelen “pensiero” sözcüğünden kökenlenmiş; İngilizce’de “pansy”, Fransızca’da “pensée”, İtalyanca’da “viola del pensiero” gibi… Biz de bu yüzden hercai demiş olabiliriz belki… “Düşünüp karar veremeyen, aklı havada” anlamında… Çok farklı renklerde açması; baharın erkenci çiçekleri olması, ya da alelacele peş peşe açıp dağılıvermesinden kaynaklanıyor olabilir tabii… Innocence adıyla da anılan bu portre, daha zengin alegorik anlamlar içeriyor elbette. Müslin elbisenin beyaz rengi, sıklıkla çocukluk çağının masumiyetine; pastel renklerdeki şebboylar bir insanın toyluk yıllarındaki içtenliğine, dürüstlüğüne bir gönderme içeriyor.
Pierre Joseph Redoute (1759-1840)
Pansies and Marguerites, suluboya, (19.3 x 14.8 cm)
Ve şimdi hercai menekşelerin arzı endam ettiği başka bir resme gelelim… İsmine aşinasınız eminim, sıkça bahsediyorum, Belçikalı bitki ressamı Pierre-Joseph Redoute (1759-1840) imzalı, Pansies and Marguerites / Hercai Menekşeler ve Papatyalar adlı 19.3x14.8 cm boyutlarında bir suluboya. Redoute, Marie Antoinette ve Josephine’ın sadık ressamı, ömrü boyunca Fransa’nın bütün politik çalkantılarına da tanıklık etmiş. Hem aristokrasinin şaşaalı yıllarında hem de devrim sonrasında rejim değişirken yaşanan o kaos ortamında, - zevkler ve moda değişinceye dek- sanatını sürdürmeyi başarabilmiş. Onun yaşadığı dönemde dediğim gibi Fransa Krallığının başkenti Paris, botanik bilimi açısından altın yıllarını yaşıyordu.
Redouté’un, -çağdaşı diğer botanik sanatçılarının aksine -bilim çevresinin ya da aristokrasi üyelerinin dışına taşan bir ünü de var. Bilimsel bir yaklaşımla, gerçekçi ve ayrıntılı olarak çizdiği 2000 kadar bitki resmini, noktasal gravür tekniğiyle renkli olarak basıp daha geniş bir kitleye ulaştırabilmiş olduğu için… Paris’in bahçelerinde ve fidanlıklarında yetiştirilen bitkilerin canlı örnekleri üzerinden çalıştığı için suluboyalarındaki renkler de gerçekçidir; çarpıcı bir canlılığa sahiptir. Redoute’un parlak kariyeri, modalar değişince biraz düşüşe geçer o da bir yandan kurs verirken bir yandan da -biraz da ticari amaçla- bilimsel çizimlerin yerine daha popüler olan çiçek buketleri çizmeye başlar. Anemonlar, hercai menekşeler, papatyalar, siklamenlerden oluşan çiçek buketinin Louvre’da sergilenen bu orijinal suluboyası, kariyerinin son dönemlerinde yaptığı işlerden biri olsa gerek.
Pierre-Paul Prud’hon
The King of Rome, 1811
Tuval üzerine yağlıboya, 46x36 cm.
Ve bir başka resme geçelim şimdi… Pierre-Paul Prudhon (1758-1823) The King of Rome /Roma’nın Kralı tablosu. Tuval üzerine yağlı boya, 46x56 cm boyutlarında… Pek bakımlı olmayan ama korunaklı bir bahçede, yoğun bitki örtüsünün arasından sabah güneşi sızıyor. Çayırın üzerinde, açıklık alanda küçük bir çocuk, kırmızı battaniyesi yarı örtülü huzur içinde uyuyor. Üç renk baskın bu kompozisyonda; bebeğin sağ tarafındaki kumaşın mavisi, uzandığı keten örtünün beyazı ve üzerindeki örtünün canlı kırmızı rengi… Fransız bayrağının renkleri bunlar. Bitkilerin sembolik anlamlarına baktığımızda da orada uyuyan çocuğun sıradan olmadığını anlıyoruz. İmparatorluğun varisi, Napolyon ve Marie-Louise’in oğlu, Roma’nın Kralı olarak doğmuş bir çocuktur o. Altta kanvasın sağında bir mersin çiçeği var. Bütün Akdeniz coğrafyasında kısmen de Korsika’da yetişen bir bitki… Venüs’ün çiçeklerinden biri olan mersin, bebeğin annesi Marie-Louise’e gönderme yaparken; arka plandaki defne ağacı muzaffer komutan Napolyon’u temsil ediyor. Sol tarafta ağacın gövdesinin hemen arkasından frittilaria imperialis’ler (ters laleler) çiçek başlarını uzatmış. Çocuğa doğru eğilmiş parlak kırmızı çiçeklerle dolu bu iki dal, onun hem Fransız hem de Avusturyalı atalarına işaret ediyor. Ressam, sahneyi ve bebeği homojen bir ışıkla yıkayarak portreye şiirsel bir görünüm kazandırmış.
Antoine Berjon
Bouquet of Lilies and Roses in a basket Placed on a Chiffonnier, 1814
Tuval üzerine yağlıboya, (66x49 cm)
Antoine Berjon’un (1754-1843) ,1814 tarihli, Bouqet of Lilies and Roses in a Basket Placed on a Chiffonnier / Şifoniyer Üzerinde Zambak ve Gül Sepeti resmi.66x49 cm boyutlarında, kanvas üzerine yağlıboya bir tablo. İpek kumaş desinatörü- olarak kariyerine başlayan çiçek ressamı Berjon, ışıklı bir renk paletiyle resmetmiş bu kompozisyonu. Gösterişsiz, hasır sepetteki bukette, üç Provens gülü, bir zambak ve portakal çiçeği var. Burada çiçeklerin dili söz konusu yine ama 18. yüzyıl buketleri dinsel sembollerden, kutsiyetten sıyrılır; daha seküler, daha dünyevileşir; dinsel anlamlarının artık geri planda kalmaya başladığını söylemek yanlış olmaz. Dini resimlerde, Bakire Meryem’in masumiyetini simgeleyen gül, burada hem umudu hem de kaygıyı barındıran dünyevi aşkı anlatıyor. Bu anlatımın, 1700’lerin başında -İstanbul elçisinin eşi Lady Montegu’nun İstanbul’dan- Avrupa’nın saray çevresine taşıdığı, ardından tüm sanatları ve edebiyatı etkileyen “çiçek dili” kültürüyle de yakından ilgisi var elbette…
Eugene Delacroix
Albümden: Kurukafa ve iki iris eskizi
Suluboya, grafit kalem, (13.7x9.5 cm)
Şimdi bir yüzyıl kadar ileriye doğru gidip Eugene Delacroix’nın çiçek eskizlerini topladığı albümünden kurukafa ve iris çizimine bakalım: 13.7x9.5 cm boyutlarında, açık kahverengi bir kağıt üzerine suluboya ve guaj çalışması bu. Antik Yunan’da İris -ya da diğer adıyla süsen- matemin simgesiydi ve ruhlarını yeraltına götürmesi için kadınların mezarlarına konurmuş. Yunan mitolojisinde İris, gökkuşağı renginde bir tüle sarınmış kanatlı bir genç kız olarak tasvir ediliyor. Bu yüzden gökkuşağının Tanrıların sesini duyulur haline getirdiğine de inanılırmış. Türk kültüründe de -bu kültürel mirasla ilgili olsa gerek- süsengiller ailesine ait bu çiçek, mezar çiçeği olarak biliniyor. Genç Delacroix, suluboyayla resmedilmiş iki iris çiçeğinin yukarısına grafitle bir kurukafa çizerken acaba bu antik inanıştan mı esinlenmişti? Bununla ilgili bildiğimiz tek şey sanatçının analojik bir benzetme yaptığı. Yani sağda çizdiği irisin genel formu, duruşu, kurukafaya benziyor. Tam öne doğru düşen taçyaprak kurukafanın çenesini, dışarı doğru çıkmış pistiller (yani çiçeğin tohumunu taşıyan dişi organı) burun boşluğuna karşılık geliyor. Buna ek olarak iki yanında kapalı duran taç yaprakları, kafatasının elmacık kemiklerini, üst kısmını anımsatıyor. Bilinçli ya da içgüdüsel, hangi saikle yapmış olursa olsun, kurukafa ve çiçek yerleştirmesi, sanatçının bu işi, yaşamın gelip geçiciliğini ve ölümün kesinliğini gösteren bir vanitas olarak kabul edilebilir.