Biri çayırlıklarda minik mavi boncuklar gibi parlayan "unutmabeni" çiçekleri, diğeri de peri masallarını süsleyen "yüksük otları". Kendi halinde görünseler de ikisinin de hikayesi, isimleri kadar ilginç...
"Unutmabeni" bir çiçeğin alabileceği en romantik isimlerden biri olabilir ama bilimsel adı Myosotis'in bununla uzaktan yakından ilgisi yok. Yunanca "fare kulağı" anlamına geliyor. Tüylü yapraklarının biçimi ve yumuşaklığı, fare kulağını çağrıştırmış olmalı. İlk kez Fransızcada "unutmabeni" anlamına gelen "ne moubliez pas" adını alır çiçek; daha sonra da İngilizceye benzer olarak "forget-me-not" olarak geçer.
Adının kökeni üzerine farklı hikayelere geçmeden önce botanik özelliklerine bakalım. Unutmabeni çiçeği, Boraginaceae (Hodangiller) familyasına ait ve yaklaşık 50 türü var. Ortası sarı ya da portakal renkte olan çiçeklerin taçyaprakları beyazdan pembeye, açık mora kaçan maviden gök mavisine uzanan bir renk skalası oluşturuyor. Boyu 20-30 cm'ye kadar ulaşabilen tek yıllık bir bitki; bulunduğu habitata, iklim koşullarına ya da cinsine göre çiçeklerinin büyüklüğü de değişiyor. Gölgede, nemli topraklarda daha kolay serpiliyor. Nisan ayından başlayarak Temmuz'a kadar, ormanların açık alanlarında, kırda, yol kenarlarında, bahçelerde ve terk edilmiş arazilerde, yıkıntılar arasında o mavi çiçek başlarını uzatabiliyorlar. Bizde de farklı türleri Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz bölgesinde, deniz seviyesinden 2300 metre yüksekliğe kadar kuru ya da nemli ortamlarda yetişiyor.
Orta Çağ'dan sonra "unutmabeni" adıyla çağrılıyor bu çiçek ama Antik Çağ'da MS 1. yüzyılda, De Materia Medica kitabında bununla hiç ilgisi olmayan bir ismi var: Dioskorides, salkım çiçeklerinin kıvrılışını akrebin kuyruğuna benzettiği için "akrep otu" demiş, onu izleyen diğer doğa bilimcilerle birlikte en yaygın kullanılan isimlerden biri de "akrep otu" olmuş. Bu benzerliği nedeniyle Dioskorides, akrep ve yılan sokmalarına, her yerde rastlanan vahşi köpeklere karşı ilaç olarak önermiş, tıp kitaplarının temeli sayılan De Materia Medica'da.
Bu çiçeğin "unutmabeni" adını nasıl aldığına dair söylencelere gelelim. Bir Yaradılış efsanesine göre, Tanrı Cennet Bahçesi'nde dolaşırken, küçük mavi bir çiçek görür ve ona adını sorar. Çiçek, çekingenliğini yenmeye çalışarak fısıldar. "Korkarım beni unuttunuz Tanrım." Tanrı da onu yanıtlar: "Unutmabeni, ben de seni unutmam." Bu öykünün başka bir söylenişi daha var: Tanrı tüm çiçekleri adlandırmayı bitirdiğinde, ismi konmamış ufak bir çiçek bağırır: "Unutma beni, Ey Tanrım!" Tanrı yanıtlar "İşte bu, senin adın olacak!"
"Derenin küçük çiçeklerinin bu mavi ve parlak gözleri
Umut'un zarif mücevheri, tatlı unutmabeni çiçeği"
Romantik şairlerden İngiliz Samuel Taylor Coleridge'ın 1802'de yazdığı bu "The Keepsake"/Anma şiiri de bu öykünün bir başka versiyonunu anlatıyor bize.
Orta Çağ'da geçer bu öykü: Tuna nehri kıyısında evlendikleri günün akşamında nehir kenarında yürüyüşe çıkmış bir şövalye ve eşi, nehrin azgın sularına kapılıp gitmek üzere olan bir mavi çiçek görürler. Eşinin onun güzelliğinden etkilenip çiçeği arzu etmesi üzerine şövalye, onun için çiçeği almaya çalışır. Ama bu sırada zırhının ağırlığıyla nehrin sularına kapılınca, son bir hamleyle çiçeği sevgilisine doğru atar ve "Vergissmeinnicht!" yani "Unutma beni!" diye haykırır.
Çiçek Alman edebiyatında da kendisine önemli bir yer bulmuş; Grimm kardeşlerin masallarında geçiyor. Botanikle de ilgilenmiş, hatta bu konuda kitap yazmış olan Goethe de "unutmabeni" için "en canlı çiçek, zariflerin en zarifi" demiş örneğin. Bolingbroke Dükü, İngiltere ve İrlanda Kralı IV. Henry, 1398'deki sürgünü sırasında bu çiçeği amblem olarak seçmiş; bir yıl sonra İngiltere'ye tahtı devralmak için döndüğünde, onu destekleyenlerin sadakatini anlatan bu amblemi kullanmaya devam etmiş. Unutmabeni çiçeği sadakatin simgesi, gerçek aşkın ve içten bağlılığın nişanesi olur, ondan sonra da... Sevgililer bir süreliğine ayrı kalmak zorunda kaldığında, unutmabeni çiçeğinden buketleri değişir, böylece onu takan kişinin asla unutulmayacağına inanırlarmış.
Yeni Ahit'te Meryem'in gözleriyle özdeşleşmiş bu çiçek. Şöyle geçer kutsal metinlerde: Bakire Meryem'in kucağında oturan Bebek İsa annesine şöyle seslenir: "Anne, gözlerin o kadar güzel ki herkes onlara hayranlıkla bakıyor. Gelecek kuşaklarda doğacak olanların bunu göremeyecek olmalar ne yazık!. Oysa, gözlerine bakanlar, benim cennetimi görebilirdi." Onun gözkapaklarına dokunduğunda, anında yere tohumlar saçılır. Ardından, annesinin gözlerini anımsatan ve o saflıkla bakan yüzlerce küçük mavi göz; yani unutmabeni çiçekleri açmaya başlar. Anma çiçeği, cennet çiçeği, cennetin krallığına giren ruhun kurtuluşu... Yüklendiği bu anlamlarla, 15. yüzyılda, 16. yüzyılın başında yapılmış süslemeli elyazması dua kitaplarına da girer haliyle. Book of Hours elyazmalarında, Yabani güller, yavşanotları, irisler, hercai menekşeler ve türlü böcekler arasında unutmabeni çiçekleri de vardır.
Fransa'da, özellikle 19. yüzyılın başlarında en popüler saksı çiçeklerinden biri olmuş unutmabeni çiçekleri... Eğer, biri onu sevdiği birinin mezarına koyarsa, yaşadığı sürece çiçeklerinin de asla solmayacağı düşünülür; uzun yolculuklara çıkanlara da şans için verilirmiş.
Amerikalı filozof ve yazar Henry David Thoureau, unutmabeni çiçeklerinin "en güzel çiçekler alçakgönüllü olanlardır" diyor, unutmabeni çiçeklerinin "küçük ve iddiasız oluşuyla çiçeklerin en güzeli" olduğunu düşünüyordu. Unutmabeni çiçeklerinin İngiliz halk kültüründe, inanışlarında çokça yeri var. Bu örnekleri size Rosamond Richardson'ın yazdığı Britain's Wild Flowers kitabından aktarayım: Nalbantlar atları yaralanmaktan korumak için ocaklarında bir buket unutmabeni çiçeği tutarlarmış. Demirciler, eğer çeliğin suyuna bu çiçek de katılırsa onun taşı bile keseceği düşünülürmüş. Püsküllü unutmabeni türünden yapılan bir şurubu, öksürük ve akciğer rahatsızlıklarının tedavisinde kullanmışlar. Kelt mitolojisinde ise bu çiçeğin peri hazinelerine giden yolu açtığı, hazinenin saklandığı kayanın kenarına unutma beni çiçeği bastırıldığı zaman, gizli mağaranın kapısının açıldığına inanılırmış. Sibirya'da da unutmabeni çiçeklerinin bir türü "göğcegözü" yetişiyor; orada da zührevi hastalıkların tedavisinde kullanılırmış.
1815 yılındaki Waterloo savaşından sonra savaş alanında unutmabeni çiçeklerinin bulut gibi dağıldığı, bu yüzden savaşta ölenlerin anısını simgelediği de anlatılıyor. (Tıpkı gelincikler gibi... Birinci dünya savaşından sonra Flanders tarlalarında açan kıpkırmızı gelinciklerin savaşta ölenlerin simgesi olduğunu, gelincik ve haşhaş programında anlatmıştım.)
Mason Loncası da bir dönem bu çiçeğin sembolizminden yararlanmış. 1940'ların başında Naziler Avrupa'yı işgal ettiğinde, bu çiçek bu kez hem üyelerin ifşa olmasını ve ceza almalarını engellemek, hem de birbirlerini tanıyabilmeleri için bir süreliğine, masonların bilinen logosu gönye ve pergelin yerini almış. Savaş sonrasında, Nazi döneminde zulüm gören tüm insanları anmak için posterlerde de kullanılır çokça. Alzheimer Topluluğu'nun logosu da sarı gözlü, beş mavi taç yapraklı unutmabeni çiçeğinden oluşuyor.
Unutmabeni, çok yaygın herkesin bildiği, her yerde yetişen, yakalara takılan bir çiçek. 1 Haziran 1936 yılında, Fransız feminist, yazar ve aktivist Louise Weiss, feminist hareketi ve savunucuların ne için mücadele ettiğini hatırlamaları için Fransız milletvekillerine unutmabeni çiçeklerinden buketler vermiştir.
Yüksük otuna gelince; bu adı nasıl aldığına geçmeden önce, botanik özelliklerine bakalım: İki yıllık (bazı durumlarda da çok yıllık) bir bitki olan yüksük otu, Haziran'dan Eylül ayına kadar açıyor. Latince Scrophulariaceae (Sıracagiller) familyasından. İlk yıl kalın, oval, rozet şeklinde büyüyen yapraklar çıkarıyor; ertesi yıl Mayıs ayında rozetin ortasından kalın bir sap uzuyor ve sapın üzerinde sıra halinde tomurcuklar çıkmaya başlıyor. Pembe, mor, kırmızı, sarı veya beyaz renklerde çiçekler aşağıdan başlayarak açıyor; çan biçimli çiçeklerin aşağı doğru bakan ağızları beyaz çerçeveli bordo beneklerle kaplı. Avrupa, Batı Asya ve Akdeniz bölgesinde yetişir. Habitatları değişken, ormanların açıklık alanlarında, kırlarda ve sarp kayalıklarda ve çalılıklarda görülebiliyorlar. Çiçeklerin polenleri bombus arılarıyla yayılıyor.
Batı kültüründeki yerine dönersek... Yüksük otlarının doğaüstü bir gücü olduğuna, çan biçiminde çiçeklerinin içinde saklanan perilerin, onu tutan kişiye gizemli ve sihirli bir güç verdiğine, hatta içindeki noktacıkların da o perilerin parmak izleri olduğuna inanılmış. Eve getirmenin uğursuz olduğuna, cadıların uçmak için bacaklarına içinde yüksük otu da olan bir merhem sürdüğüne inanılırmış. Merhemdeki diğer bitkiler de halüsinasyon etkisi olan güzelavratotu ve zehirli baldıran bitkisidir. Öte yandan, bahçede biten yüksük otları da koruyucu bir bitki olduğuna, çünkü iyi periler orada toplaşarak kötü ruhları defettiğine inanılırmış.
Masalların çiçeği yüksük otuna, İngilizcede küçük peri eldivenleri ya da "tilki eldiveni" anlamına gelen "fox-glove" deniyor. Tilkilerin, tavuk kümeslerine görünmeden, gizlice sızmalarını ya da herkesin onların hilelerine kanmalarını kolaylaştıran; hatta evrenin en büyük yırtıcıları olan insanlardan kolayca kaçmalarını sağlayan bir çiçektir.
Şöyle der bir masalda...
Yüksük otu, yüksük otu
Ne görüyorsun?
Yazın tatlı ay ışığını
Eğreltiler, çimler ve dallar üzerinde
Bütün periler dans ediyor
Sadece kendilerinin bildiği bir dansla...
Masallara göre eğer periler, bu yüksük otlarını giyerse, yapamayacakları bir sihir yok!
Yüksük otunun çiçeklerinin bir eldivenin parmaklarına benzemesi, tilki yuvalarının yakınlarında eşelenen topraklarda yetişiyor olması ona böyle bir isim verilmesine neden olmuş olabilir tabii. Bavyeralı şifacı Leonhard Fuchs 1542 yılında, ona Digitalis ismini verir. "Digitale", eldivenin parmakları ya da yüksük anlamına geliyor Latincede; Almanca ismi yine yüksük anlamına gelen Fingerhut. Biz de bunu benimsemişiz belli ki... 1568 yılında William Turner, Latince adının biçiminden dolayı nasıl verildiğini kitabında anlatmış: "İngiltere'de çok yetişen bir şifalı bitki var; özellikle de Norfolke'da, kumlu toprakta tavşan delikleri yakınlarında, ağaçların altında yetişiyor. İngilizce'de "Foxe-gloe" Flemenkçe Fingerkraut deniyor. Latince "digitalis" yüksük demek. Bu bitkide, uzun bir dalın ucunda birçok çiçek, çan ya da yüksük gibi asılı duruyor."
Britains Wild Flowers kitabına bakarsak yine, orada da Anglo-Saxon döneminde -taç yaprakları bir yaya bağlı çanlardan oluşan antik bir müzik enstrümanına benzediği için- "tilki müziği" dendiğini yazıyor. Perilerin yüksük otlarında yaşadığına inandıkları için İrlanda'da "peri şapkası" denirmiş. İskoçya'da ise anlamı farklı, ölü adamın çanları diye anmışlar: "Eğer çanlarının sesini duymuşsan, dünyada fazla vaktin kalmamış demektir." Shakespeare'in oyunlarında geçen bitkilerden hep bahsediyorum biliyorsunuz; nedense onun radarına girmemiş bu bitki, o da ilginç.
Viktoryen dönemin sanatçı, yazar ve felsefecilerinden John Ruskin'in de dikkatini çekmiş. "Yüksük otunun noktaları son derece tuhaf, etrafındaki beyazlığın noktaların rengini iyice vurguladığını ve hale gibi ışık yaydığını" yazmış. (Not olarak ekleyeyim, Ruskin, sanayi devriminin ruhsuzluğuna karşı, el işçiliğine ve doğaya dönüşü savunan William Morris ile birlikte Arts&Crafts akımının en önemli teorisyenlerinden biri. Onun bitkilerle ilgi çalışmaları aslında başlı başına bir programı da hak ediyor.)
Yüksük otu aslında kırların en zehirli bitkilerinden biri. "Ona adını veren Leonard Fuchs da yüksek dozlarda alındığında öldürücü bir ilaç olduğunu söylemiş. Öte yandan da kalp hastalıklarının tedavisinde kullanılan dijitalini elde edildiği bir bitki; kalp atışını düzenleyen ve kalbi güçlendiren kardiyak glikozitler içeriyor; böbrekleri çalıştırıyor ve tansiyonun düşmesini sağlıyor. Kalp kaslarında güçlü etkisi olan dijitalin, yüksük otunun yapraklarının kurutulup öğütülmesiyle elde edilmiş. Bu maddeyi 1785 yılında keşfeden William Wittering, An Account of the Foxglove and Some of its Medical Uses kitabında ayrıntılı bir biçimde anlatmış. Onun bu keşfi, bugün hala birçok hayat kurtarıyor. Bilim insanının Edgbaston Old Church'teki mezarında da ilginçtir; yüksük otu kabartması vardır.
Yüksük otlarıyla ilgili, Vincent Van Gogh ile de bağlantılı şöyle ilginç bir öykü de var. Onun yaşamı boyunca fiziksel ve mental sorunları olduğuyla ilgili çok şey yazıldı bugüne dek. Hastalıkları arasında onun digitalis (yüksük otu) zehirlenmesi olduğu; bunun da onun ksantopsi yaşamasına, yani her şeyi sarı görmesine neden olabileceği düşünülmüş. Van Gogh sarısı, özellikle Yıldızlı Gece ve Gece Kahvesi resimlerinde çok belirgin. Doktor Gachet'in Portresi resminde, Van Gogh'un kendi doktorunu elinde bir yüksük otuyla çizmiş olması da bu hipotezi desteklemiş elbette. Tabii bu argümana karşı olanlar da var. Onun renk paletini etkileyecek kadar ksantopsi'ye neden olacak bir dozun öldürücü olacağını, Dr. Gachet'in aslında homeopati uzmanı olduğunu söylüyorlar. Bilimsel gerçekliğe dayanmasa da insanların anlatmayı sevdiği, cezbedici bir hikâye olduğu kesin.