New York’ta, Goethe Enstitüsü’nde düzenlenen, Rosa Luxemburg’un botanik defterleri, mektupları ve arşiv görüntülerinden oluşan sergi, bu programın konusu. Tarihin güçlü bir siyasal figürünün karmaşık kişiliğini, doğayla kurduğu şiirsel ilişki üzerinden okuması açısından lginç bir sergi.
Rosa Luxemburg vakfının New York ofisi ve Goethe Enstitüsü iş birliğiyle, ölümünün 100. Yılı nedeniyle düzenlenmiş serginin başlığı: Rosa Luxemburg: A Thousand More Things… Rosa Luxemburg -vahşice öldürülmesinden yüz yıl sonra bile- güçlü retoriği, “içinde olan herkesin birbirini sevmesine izin verileceği bir toplum düzeni” idealiyle, büyük bir deha, sosyalist düşüncenin dünya çapında kuramcısı olarak bugün de ilham verici bir portre. İnsan olmanın, sosyalist olmakla özdeşleştiği bir yüzyılda, Yahudi bir ailenin kızı olarak doğmuş. Daha 15 yaşındayken Polonya’da gizli örgütlerle ilişkiye giren, 18’inde bu yüzden yurt dışına kaçmak zorunda kalan, yeri geldiğinde sosyalist partilerin de sert tavrına “her şeyden önce insan olmaktır asıl sorun!” diyerek tepki gösteren ve bunu anlamlı bir mücadeleye dönüştüren bir isim, Rosa Luxemburg.
Düşünce özgürlüğü konusunda farklı görüşler ileri sürmüştür çağdaşlarından. “Özgürlük her zaman ve yalnızca farklı düşünenin özgürlüğüdür” dediği ve birinci dünya savaşına da karşı çıktığı için, fikirleri tehlikeli bulunup hapse de atılmıştır. New York’ta sunulan bu herbaryum sergisi de onun hapiste olduğu yıllara ve o döneme tanıklık ediyor; kurutulmuş ve preslenmiş bitkilerle dolu, her sayfasında el yazısıyla bitkilerin botanik özelliklerine, habitatlarına dair notların eklendiği, kendi elinden çıkan 17 adet botanik defteri gözler önüne seriliyor.
Bu yıllar boyunca, arkadaşlarına, aşıklarına ve siyasi hareketteki arkadaşlarına çok ilginç, insani duygularını da içtenlikle ortaya koyan mektuplar göndermiş. Doğa sevgisini de koyar ortaya. Şöyle yazmış örneğin: “Bilir misiniz, zaman zaman gerçekten bir insan değilmişim, insan biçimine bürünmüş bir kuş ya da hayvanmışım gibi geliyor bana. Aslında, buradaki gibi küçük bir bahçedeyken, daha çok da kırlarda, arı sesleri arasında çimenlere uzandığımda, kendimi parti kongrelerimizin birinde olduğumdan çok daha rahat hissediyorum. Bunu size rahatça söyleyebilirim; hemencecik sosyalizme ihanet ettiğim kuşkusuna kapılmazsınız nasılsa! Gene de bütün bunlara karşın, grev başında, bir sokak çarpışmasında ya da cezaevinde ölmeyi gerçekten isterim” diye yazar bir mektubunda.
“Dünyada nerede bulutlar, kuşlar ve insan gözyaşları varsa, ben oradayım…” diyecek kadar bitkilere, hayvanlara, insanlığa karşı dizginsiz sevgiyle yaklaştığını yazan, Uraz Aydın’ın e-Skop dergisindeki yazısından aktarıyorum size: “Rosa Luxemburg’un mektupları bitkilere, hayvanlara, insanlığa, kısacası her türden canlıya karşı duyduğu dizginsiz sevgi, sınırsız şefkat duyduğuna da tanıklık ediyor. Ve bunu hiç şüphesiz özel yaşamında aşka ayırdığı yerle birlikte düşünmek gerekir. Özellikle mektuplarında ama yer yer de siyasi yazılarında karşımıza apansız çıkan şiirselliğin ardında yatan da bu yoğun duygusallık, kendini doğayla bütün hissetme ve onun her türden coşkusunun da ıstırabının da bir parçası, bir yoldaşı olarak algılama hali…”
Rosa Luxemburg'un önde gelen uzmanlarından, Polonya’daki Rosa Luxemburg Vakfı’nın yöneticisi Holger Politt ise “Luise Kautsky ve Mathilde Jacob gibi arkadaşları ziyarete gelip çiçek verdiklerinde ya da ona postayla çiçek yolladıklarında, botanik defterleri her defasında yanındaydı” diye anlatıyor. 14 ay boyunca Berlin Kadınlar Hapishanesi'nde savaş karşıtı konuşması nedeniyle hapis yatarken, arkadaşı Mathilde’den onun için çiçek toplamasını da istemiş. “Bir kez daha botaniği düşünebilirim, bu benim en sevdiğim meslek ve dinlenmenin en iyi yollardan biri. 1913 Mayıs'ından bu yana, hepsi güzelce kurutulmuş yaklaşık 250 bitki yapıştırdım” diye yazmış bir mektubunda.
Mart 1915 tarihli mektubunda ise şu ifadeler var: “Bahçemdeki çiçekleri toplayabilirsiniz artık. Şimdi ormanda, açık mavi narin anemonlar açmış olmalı; beyaz nergisler de...” Siyasi mahkum olarak, yalnızca doktor ziyareti gibi belirli durumlarda hapishane dışına çıkmasına izin verilmiş. Her seferinde bu fırsatı değerlendirir; her çıktığında çiçek toplayıp hücresine taşırmış. Luxemburg’un herbaryumunda en son kaydedilen örnek 15 Ekim 1918 tarihli, Polonya’da Breslau'daki hapishane kompleksinin çiftlik avlusunda bulduğu sığırkuyruğu otu (verbascum lychnitis)’dur. Kasım başında hapishaneden çıktıktan üç ay sonra, Berlin'de karşı-devrimci askerler tarafından öldürülecektir.
Holger Politt, “Bitkileri toplamak ve tanımlamak, akıl sağlığını korumasına yardımcı oldu. Terapötik bir işti onun için; onsuz baş edemezdi” diye anlatıyor. Hapiste olduğu yıllara atfen bunu söylüyor ama Rosa’nın botanik tutkusu yalnızca bu dönemle sınırlı değildir; bitkileri toplama, kurutma ve presleme tutkusu 1913 Mayıs'ında Berlin’e, Steglitz 'Südende'ye taşındığında başlamış. Bitki örtüsünü keşfetmek adına, komşusunun arazisinde haftalar geçirmiş. 1915 Eylül'ünde arkadaşı Luise Kautsky'ye şöyle yazmış bununla ilgili: "Südende'de bitkilere büyük tutkuyla bağlandım; toplamaya, preslemeye ve yanlarına notlar alarak botanik bilgilerini eklemeye başladım. Dört ay boyunca arazide dolaşmaktan başka bir şey yapmadım ve sonra bulup eve getirdiğim tüm bu ganimetleri düzenleyip tek tek tanımlamaya çalıştım” diye anlatmış bu keşif macerasını…
Luxemburg'un bitkilere olan sevgisi yeni değildir gerçekten. Genç bir kızken ilk hedefi bir bilim insanı, botanikçi veya bir zoolog olmaktır. 19 yaşında okumak için Varşova'dan ayrılıp İsviçre’ye gittiğinde Zürih Üniversitesi'nde ilk olarak zooloji bölümünü seçmiş aslında. Ama daha sonra siyaset alanında kariyer yapma hevesi ve “onun aklını çelen” diyelim, Leo Jogiches ile olan ilişkisi nedeniyle, botanikçi olma potansiyelini bir kenara itip ekonomik bilim ve aktivizm alanında karar kılmış. Zaman zaman bu kararı sorguladığı anlar da olmuş. Politt "Annesi 1897'de öldüğünde ve Polonya'ya gidemediğinde, aldığı yolu lanetlediğini ve Jogiches'e yapmak istediği tek şeyin basit ve dürüst bir bilim insanı olduğunu söylediğini" de aktarıyor. Daha sonra, Kasım 1917'de Breslau'da zaman geçirirken, Wilhelm Liebknecht'e şöyle yazmış: "Ne yazık ki hayat çok kısa ve siyaset tüm diğer yapmak istediklerime fırsat vermiyor; aksi halde kendimi buna adamak isterdim."
En sevdiği çiçek de kardelendir Rosa’nın. Arkadaşlarına yazdığı mektuplarda, baharın yaklaşmakta olduğunu, kardelenlerin büyümesini izleyemediği için duyduğu özlemi dile getirmiş. Herbaryumunda; her bir bitkinin titizlikle açıklandığı botanik defterlerinde yüzlerce örneğin arasında kardelen de vardır. Defterlerine hem Almanca hem Latince adlarını atamakla kalmayıp nerede ve ne zaman toplandığını da kaydetmiş. Botanik bilimciler, herbaryumun bilimsel açıdan değerlendirdiğinde çok fazla hata bulabilir ama kendi kendini yetiştirmiş biri için etkileyici sayılabilecek bir koleksiyon. Luxemburg'un ölümünden sonra herbaryumun, kimlerin elinde dolaştığını çok az kişi biliyor. 1930'larda ABD'ye göç eden sırdaşı Paul Levi'nin akrabaları tarafından alınmış; daha sonra 1970'lerin ortalarında Varşova'da yeniden keşfedilmiş.
Defterler 2009'da Holger Politt yönetiminde, Rosa-Luxemburg vakfının Polonya şubesi tarafından derlenmiş. 2016 yılında da Berlin merkezli vakfın yayınevi Karl Dietz Verlag, Luxemburg’un bu herbaryumunu Politt'in seçtiği mektupları ve önsözünü içeren 400 sayfalık "Rosa Luxemburg: Herbarium" (2016) kitabında bir araya getirmiş.
Rosa’nın botanik alanına ilgisinin, ilk bakışta politik kimliğiyle bağlantısız olduğu düşünülebilir belki ama biraz daha derinden inceleyince, bitkilerle baş başa olduğu bu dünyanın, iç dünyasıyla ilgili de çokça fikir verdiğini söyleyebiliriz. Koleksiyonculuk genellikle dünyayı sınıflandırma ve sipariş etme pratiği olarak görülür ama bu, onun için küçük, görünüşte önemsiz olan detaylara özen gösteren bir tavırla, dünyayla ilişki kurmanın bir yoludur. Tekrarlanan hapis cezası sırasında, doğal dünya ile yakın ölçekte kurduğu bu ilişki, ruhen özgürleşmesini ve dışarıyla bağ kurmasını da sağlar.
Serginin kataloğunda da yazdığı gibi: “Rosa Luxemburg Herbaryumu’nun sayfalarına kurutulmuş, preslenmiş ve yapıştırılmış bitkiler, onlara iliştirilen notlarla birlikte, sömürüsüz bir dünya için belli duyarlılıkları olan yeni bir yaşam tarzına duyulan özlemin de somutlaşmış hali. Bu anlamda, onun “insani” yönünden bahsederken, doğaya ile kurduğu güçlü bağı da göz ardı etmemek gerekir. Genellikle kadınlara özgü, dişil bir yaklaşım olarak bilinen detaycılık, doğaya bakışını olduğu kadar siyasi analizlerine de yansıyor. Ona göre değişim için toplumun da en temel düzeyde dönüşmesi gerektiğini; bunun yalnızca kendimizle ve birbirimizle olan ilişkimizle değil, aynı zamanda gezegeni paylaştığımız diğer canlılarla olan ilişkimizi de belirlediğini söylüyordu.”
Rosa Luxemburg gibi tarihsel kişiliklerin hayatını ele alırken, tarihçiler ya da yazarları, elde aldıkları portrenin “özel” ve “siyasi” yaşamı arasında; şiirsel, kadınsı ve sanatsal tarafıyla devrimci ruhu ve politik hırsları arasında keskin ayrımlar yapmaya zorlayabilir. Hem kitapta, hem de sergide, çok yönlü bir Rosa Luxemburg anlatılarak alternatif bir yaklaşım izlenmiş. Kişiliğinin bir parçası olan ama bugüne dek göz ardı edilen bir yönü serginin odak noktasına taşınarak diğer yönleriyle olan paralellikleri araştırılmış.
Toplama pratiğini, koleksiyonculuğunu ön plana çıkararak, politik yönünü de dışlamıyor; birçok yönünün bir arada olmasına izin vererek Rosa Luxemburg'u -ya kahraman ya da kibar bir ruh; ya "Kanlı Rosa" ya da "lirik bir hayalperest" gibi- iki ayrı uca giden dar kalıplara hapsetmeden; bazen birbirine hizalanan bazen birbirini kesen bütün hikayeleriyle birlikte anlatmış. Botanik defterlerinden seçilerek sergi alanında yan yana sergilenen sayfalar, -mektuplarında kişisel yazışmalarındaki ifadelerinin de desteklediği gibi- Rosa’nın botanik ve doğal dünyaya duyduğu ilginin siyasal pratiğiyle iç içe örülü olduğunu gösteriyor. Sergilenen mektuplardan seçilen alıntılar, bitkilere ve hayvanlara olan sevgisini, arkadaşlıklarını, iç çatışmalarını ve politik inançlarını; kısacası hem siyasi hem kişisel yönünü şiirsel bir dille anlatıyor.
Berlin ve Wronke cezaevlerindeki arşiv görüntüleri, 15 Ocak 1919'da ölümünden sonra yarım kalan botanik defterlerinin tarihsel bir bağlam içinde izlenmesini kolaylaştırmış. Rosa’nın Wronke'den arkadaşı Hans Diefenbach’a yazdığı bir mektup şöyle bitiyor: "Benim sana söylemek istediğim binlerce şey daha var”. Serginin başlığı “A Million of Things” bu sözden alıntılanmış. Erken ölümüyle yarım kalan, politik vizyonunu gerçekleştirme hayallerine de bir gönderme… “Burada Rosa Luxemburg gömülü /Polonyalı bir Yahudi kadın /Alman işçilerinin öncü savaşçısı / Alman sömürücülerinin emriyle öldürüldü / Ezilenler, gömün ayrılıklarınızı!” diyen Brecht’in yalın anlatımıyla, Rosa Luxemburg’un ölümü, işçi sınıfının bütünleşmesi hayalinin de ölümüdür.
Rosa Luxemburg için cezaevi elbette "acı verici" bir mekandır; hapis cezaları, “içsel dinginliğini” kaybetmesine ve mektuplarında güçlü bir şekilde ifade ettiği gibi, dış dünya için derin bir özlem duymasına neden olur. Hapishanedeki hücresinin dışında, duvarların gerisinde kalan doğanın seslerini, rüzgarla hışırdayan ağaçları ve türlü türlü seslerde şarkı söyleyen kuşları özlediğini anlıyoruz mektuplarından. Sergideki, özel ses sistemi ziyaretçilerin kendilerini Rosa Luxemburg'un yerine koyup, -sesten ve insan temasından yoksun bırakma cezalarının dışında- hücresinden duymuş olması muhtemel, kuş seslerini de deneyimleyebilmelerini sağlamış.
Rosa Luxemburg, politik konulara ne kadar tutkuyla yaklaştıysa da doğal dünyaya o tutkuyla yaklaşmış. Doğayı, günlük mücadelelerimizden kopuk ve uzak, insan yaşadığı bir ortam olarak algılamaktan öte siyasi kimliğini de biçimlendiren bir olgu olarak deneyimlemiş.
Şarkıcı / Yorumcu | Parça Adı | Albüm Adı | Süre |
---|---|---|---|
The Last Spring / Son Bahar | Edward Grieg |