Otoriter iktidarların korktuğu, gerçeklerin söylenmesidir. Foucault otoriter iktidarlara karşı direnişi, "iktidara hakikati söyleme cesareti" olarak tanımlar. Bu da konuşma gücünün ele geçirilmesiyle yakından bağlantılıdır.
(Rıza Türmen'in bu yazısı T24'ün internet sitesinden alınmıştır.)
Bundan yaklaşık iki bin yıl önce, Yunanlı düşünür Epikletos, "iki kulağımız ve bir ağzımız var. O nedenle konuştuğumuzdan iki misli daha fazla dinleyebiliriz" demişti. Epikletos’un söylemi günümüz için geçerli değil. Yaşadığımız çağda konuşmak dinlemekten daha önemli. Konuşmaktan dinlemeye vakit bulamıyoruz. Konuşmayı çok seviyoruz.
Oysa konuşma da, dinleme de ifade özgürlüğü kapsamına girer. Söylenenlerin karşı tarafa duyulması hakkı da ifade özgürlüğünün bir parçasıdır. Dinleyen ve duyan yoksa, konuşma özgürlüğünün de bir anlamı kalmıyor. İfade edilen sözlerin bir anlam taşıması, serbest tartışma ortamı yaratması ancak onları dinleyen birilerinin olmasına bağlı. İfade özgürlüğü demokrasinin vazgeçilmez bir koşulu ise, konuşanlar kadar dinleyenlerin de var olması gerekir.
Konuşma özgürlüğü ile ifade özgürlüğü aynı şey değil. İfade özgürlüğü daha geniş bir kavram. Günümüzde düşünce çok farklı yollardan ifade ediliyor. Çok farklı iletişim yolları var. İletişim sözlü ya da yazılı olabilir. Sosyal medya ile birlikte iletişim kanalları büsbütün genişledi.
İfade özgürlüğü bireysel olabileceği gibi kurumsal da olabilir. Kurumsal özgürlüğün başında basın özgürlüğü gelir. Basın özgürlüğü iki yanlı. Basının haber verme özgürlüğü yanında halkın haber alma özgürlüğünü de kapsar. Otoriter iktidarların en çok korktuğu da halkın özgür bir basın aracılığıyla olup biten hakkında bilgi sahibi olması. O nedenle otoriter iktidarların ilk yaptığı şeylerden biri basını yani halkın bilgilendirilme hakkını kontrol altına almaktır. Otoriter iktidarları korkutan başka kurumsal ifade özgürlükleri de var. Akademik özgürlükler, sanatsal özgürlükler, meslek odalarının özgürlükleri gibi... Otoriter iktidarlar bunları da kendilerine yönelmiş tehdit olarak görürler ve kontrol altına alırlar. Ama o zaman siyasal iktidarlar demokrasiyle olan bağlarını koparırlar. Seçim kazanmak bu kopan bağların onarımı için yeterli değil.
Konuşmak, ifade özgürlüğünün önemli bir ögesi. İnsanların korkmadan konuşmaları, kendilerini ifade etmeleri demokrasinin vazgeçilmez bir koşulu. O nedenle konuşma özgürlüğü, yasalarla korunur. Ama dinlenme hakkının aynı ölçüde korunduğu söylenemez.
Oysa demokrasi, insanların kamusal alanda konuşmaları ve birbirlerini dinlemelerini gerektirir. "Müzakereci demokrasi" kavramı, karşılıklı konuşma ve dinlemeye dayanır. Konuşma ve dinleme, iktidarla yurttaşlar arasındaki ilişkiyi de tanımlar. Demokrasiyle yönetilen ülkelerde iktidarlar yurttaşları dinlerler. Yurttaşların eleştirilerini, bunlardan hoşlanmasalar da, duyarlar. Bu eleştirileri dikkate alırlar. Önemli kararlar, yurttaşlarla, bağımsız kurumlarla kurulan diyalog ile oluşur. Demokrasilerde, siyasal iktidarlar, kendilerini kırılgan, eleştiriye açık yapsa da, yurttaşlarla kurduğu iletişim yoluyla güç kazanır.
Kamusal alanda konuşmak, düşünceleri ifade etmek yeterli değil. Ezilmişlerin, susturulmuşların seslerini dinlemek ve onların kimi zaman siyasal iktidarın hoşuna gitmeyen, kimi zaman kışkırtıcı olabilecek söylemlerine yer açmak gerekir.
Otoriter rejimlerde ise durum tersine. Otoriter yönetimlerde toplumlar sessizdir. Muhalif seslere izin verilmez. Muhalif gazetelere resmi ilan vermeme cezası, televizyon kanallarına yayından men cezası verilir. RTÜK Başkanı, haber verenleri yorum yapmamaları konusunda uyarır. Muhalif gazetecilerin basın kartları yenilenmez. Gerekirse muhalif sesler şiddete başvurularak, cezaevlerine konularak susturulur.
Ezilmişler, otoriter rejimlerde konuşamazlar. Konuşsalar bile seslerini duyuramazlar. Seslerini duyuramadıkları için ezilmiş kalmaya mahkûm olurlar. Bu gibi toplumlarda terör her türlü baskının bahanesi niteliğindedir. Topluma terör korkusu pompalanır. Sonra muhalifler terörist ilan edilir.
Otoriter iktidarların korktuğu, gerçeklerin söylenmesidir. Foucault otoriter iktidarlara karşı direnişi, "iktidara hakikati söyleme cesareti" olarak tanımlar. Bu da konuşma gücünün ele geçirilmesiyle yakından bağlantılıdır.
Türkiye, sesini duyuramayanların ülkesi. Haksızlığa, adaletsizliğe, zulme, baskıya karşı çıkanların sesi, bu ülkede duyulmaz. Grup Yorum üyeleri seslerini duyurmak için açlık grevine gittiler. Seslerini duyurmak için öldüler. Ama ne açlık grevi sürecinde ne de öldükten sonra sesleri duyuldu. Oysa, konser yasağının kaldırılması gibi masum bir talepleri vardı. Helin ve İbrahim türkü, şarkı söylemek istiyorlardı. Sesleri duyulsaydı, bir toplumsal itiraz yükselseydi ölmeyeceklerdi. Şimdi cezaevindeki avukatları açlık grevinde. Adalet istiyorlar. Onların da sesleri duyulmuyor. İktidarın umurunda değil. Toplumda da büyük bir sessizlik. Kimse, "Bu iki avukat ne istiyorlar? Neden açlık grevi yapıyorlar?" diye sormuyor.
Cumartesi Anneleri, yıllardır zorla kaybedilen yakınlarının akıbetini soruyor. Ciddi bir soruşturma yapılıp yakınlarına ne olduğunun araştırılmasını istiyorlar. Ama seslerini duyuramıyorlar.
Herkes terörist. Grup Yorum da, cezaevindeki avukatları da, Cumartesi anneleri de...
Koronavirüs nedeniyle işsiz kalan, evine ekmek götüremeyen, kepenk kapatan büyük bir kitle var. Sesleri duyulmuyor.
Günümüz Türkiyesi’nde muhalefet etmek, "hakikati söylemek cesaretini" göstermek ve sesi duyulmayanların sesi olmak demek. Sesi duyulmayanların sesi hakikatin ta kendisidir.