Napolyon’un ona olan aşkıyla, lüks hayata düşkünlüğü, sevgilileri ve şaşaalı partileriyle bildiğimiz Josephine’in, bir başka yönü de bahçeciliğe, botaniğe olan merakı.
Josephine savaş koşullarında bile Napolyon Bonaparte’tan gelen güç ve imtiyazlar sayesinde, Malmaison şatosundaki bahçesini geliştirmiş; keşif seferlerinden sonra dünyanın her köşesinden gelen flora ve fauna örnekleriyle donatmış.
Josephine, gülleri, egzotik bitkileri ve bahçesiyle ünlü Malmaison’a yüzlerce ağaç dikilmiş; İngilizlere özgü manzara tasarımına odaklanan bahçecilik anlayışına uygun olarak Louis-Martin Berthault tasarlamıştır tüm araziyi. Üzüm bağları da vardır. Napolyon, daha sonra Butard ormanını da buraya dahil etmiş ve mülkünü 4500 dönüme çıkarmış. Josephine bitkilere, çiçeklere düşkündü, bahçesiyle bizzat ilgileniyordu ama sadece çiçeklere değil, hayvanlara da merakı var. Pastoral görünümlü bahçesindeki tarhların, ağaçların arasında egzotik hayvanların da dolaşmasını istiyordu: Kanguru, zebra, ceylan, devekuşu, fok, antilop ve lama gibi…
Fransız diplomatlara, koleksiyonculara sürekli mektup yazar Josephine, buldukları en güzel türleri ona getirmelerini ister; birçok keşif seferinin de patronudur. Kuşlar da vardır onun faunasında, giderek de çoğalırlar: Barbary ve Carolina ördekleri, Ağaçtavuğugiller, balıkçıgiller familyasından Agamia agami gölde ve etrafında dolaşırlar. İngiliz bahçelerinde olduğu gibi, gölün dışında tüm bahçeyi dolaşan bir su da vardır. Bahçedeki en nadide türler arasında, 1803 yılında Avustralya’dan Avrupa’ya ilk kez getirilen, siyah kuğular ve Çin’den gelen sülünler de vardır. Tabii bunların yanında, İmparator’a tekrar tekrar “Bonaparte” diye bağırarak onu sinir eden gri bir papağan…
Ve bu pastoral bahçenin en değerli konuklarından biri de güller… Her şeyden önce Josephine’in gülü tıbbi ve aromatik bir bitki olduğu için değil, güzel görünümleri için yetiştirdiğini söylemek gerek. Bahçesindeki gül çeşitliliğini artırmak için Josephine, o zamanın en önemli botanikçi ve bahçıvanlarını bir araya getirmiş: Malmaison bahçelerini düzenleyen İskoç botanikçi Thomas Blaikie, gül konusunda da çalışır. Londra Hammersmith'teki Bağ Fidanlıklarının sahibi John Kennedy; ve Paris’teki Jardins de Luxembourg’un direktörü André Dupont gibi isimler, yeni güllerin ve bitkilerin bu bahçeye getirilmesini sağlarlar. Bahçedeki nadide çiçekleri çizen ise ünlü ressamı, “Çiçeklerin Rafaeli” Phlippe Joseph Redoute..
Malmaison’da İstanbul’dan giden nergisler, sümbüller ve laleler de yetiştiriliyordu. 1800 yılında 300 ananas bitkisini yetiştirmek için ısıtmalı bir limonluk yaptırmış, beş yıl sonra da seralar kurdurmuş ve burada Fransa’nın iklim koşullarında, egzotik ülkelerden özellikle Batı Hint adalarından getirilen 200 yeni bitkiyi kültüre almayı başarmış. Tarhlara, saksılara ekilen, ya da uzun ömürlü yaban bitkilerin arasında dağılan çiçeklerin yarattığı bu yemyeşil cennetinde Josephine; Jean Jacques Rousseau gibi romantizm akımını izleyen yazarların edebi metinlerinde tarif ettiği manzaralarda olduğu gibi, doğanın özgürce, olduğu haliyle kendini ifade etmesini istiyordu.
Onlarca egzotik tür arasında elbette, en sevdiği çiçek de güldür Josephine’in. Gül türlerini nasıl yaygınlaştıracağıyla da ilgileniyordu; melezleştirme ve aşılama teknikleriyle yaban gülü Rosa Canina’dan bol tomurcuklu güller elde edilmesini sağlamış. 1804-1814 yılları arasında, gül koleksiyonunu epeyce geliştirmiş. Bir yüzyıl sonra Almanya’daki Sangerhausen ve Paris’in dışındaki L’Hay bahçesi kuruluncaya dek dünyanın en büyük ve kapsamlı gül koleksiyonu olarak biliniyordu burası. Bahçede yaklaşık 250 tür ve varyeteleri varmış. Çoğu Gallica gülüymüş bunların. Gallica gülüne, Fransız gülü, Provans gülü de deniyor. Orta Avrupa’da yetişen ilk gül türlerinden biriydi. Ayrıca, Osmanlı’da okka gülü olarak bilinen, bir başka Provans gülü rosa centifolia ve varyeteleri de vardır. Çin gülleri vardır… Damask yani Şam gülü de bahçedeki güllerden biriydi. Beyaz renkte Alba gülü; Güney Avrupa ve Kuzeybatı Afrika’ya özgü, bizde Kara Kuşburnu da denen Burnet gülü (Spinosissima); açık sarı renkte sarmaşık türü Rosa banksia (Luteas,) Rosa moschata (misk gülü); mera gülü veya alçak gül olarak bilinen Kuzey Amerika’ya özgü çalı tipi Rosa Carolina ve yine Missouri kökenli Rosa setigera gibi…
İmparatoriçe olmanın savaş zamanında bile ona kazandırdığı ayrıcalıkları vardı Josephine’in. O günlerde, tüm bunların nasıl mümkün olabileceğini hayal etmek bile zor: Fransa'da muazzam bir savaş gerginliği olduğunda, dünyadaki her çeşitten gül elde etmenin peşinde koşmak tutkudan da öte bir şey olsa gerek… Napolyon’un Donanması, savaş sırasında ele geçirdiği gemilerde, eğer sevgili karısının sevebileceği herhangi bir bitki ya da gül tohumları varsa, doğrudan Malmaison’daki bahçesine gönderiyormuş. Bunlara el koymakla kalmamış, bitkileri taşıyan herhangi bir İngiliz gemisi için özel bir lisans da vermiştir. Bu tabii Josephine’in Londra fidanlıklarından da çeşitli güller ithal etmesini kolaylaştırmış. Kew Kraliyet Botanik Bahçeleri Müdürü Sir Joseph Banks’in Fransa ve İngiltere arasındaki savaşa rağmen güllerini de gönderebileceği anlamına geliyordu.
Sir Abraham Hume 1809 yılında Pembe Çay Kokulu Çin gülünü Doğu Hint Adalarından İngiliz bahçelerine getirdiğinde, bunların Malmaison’a ulaştırılabilmesi için İngiliz ve Fransız amiralleri özel bir anlaşma yapıyor; deyim yerindeyse savaşı durduruyorlardı. Josephine’in gül bahçesi için değerdi ne de olsa… Slater’in Kızıl Çin gülü, Parsons’un pembe gülü ve Hume’un çay kokulu Çin gülü, Çin’den getirilip kültüre alındıktan sonra bu ülkede ilk çiçek açan türler olmuştu.
Josephine’in bahçesine binbir emekle getirilen, Hume’un çay kokulu pembe Çin gülü, bilimsel adıyla Rosa indica odorata, tatlı kokulu bir Hint gülü. İmparatoriçenin isteği üzerine özel bir lisansla, 1811 yılında Batı Londra’daki Hammersmith’deki fidanlığın sahibi John Kennedy tarafından Malmaison bahçesine gönderilmiş.
Rosa indicata odorata adındaki, “odorata” aslında gülün kokulu bir cins olduğunu özellikle vurguluyor. Tabii çay kokulu ifadesi biraz tartışmalı, neden böyle bir isim verilmiş bilinmiyor. Gül gerçekten çay gibi mi kokuyor, yoksa gemide çay sandıklarında taşındığı için mi onun kokusunu almış ama hafif Çin çayı kokusunu aldığını söyleyenler de var, o yüzden belki doğru olduğunu kabul etmek lazım.
Malmaison bahçelerinde melezleştirilen bir diğer gül de Bourbon gülü. 100 yıl boyunca Fransız sömürgesi altındayken adı Reunion olan, Hint Okyanusundaki Ile Bourbon adasından alıyor adını. Philip Joseph Redoute da resminde Rosa borboniana olarak, yani Bourbon gülü ismini vermiş. Josephine’in koleksiyonu, Fransız botanikçileri yeni varyeteler üzerine çalışmaya yönlendirdi. Josephine’in baş bahçıvanı Andre du Pont, çoğu yeni 200 yeni varyete yetiştirmiş.
Josephine, Malmaison bahçesindeki gülleri ve diğer çiçekleri çizmesi için Pierre-Joseph Redoute ve tanımlaması için botanikçi Etienne-Pierre Ventenat ile birlikte çalışır. Malmaison bahçesinde İmparatoriçe Josephine ile yaptığı bu mutlu iş ortaklığı, Redoute’un da en verimli olduğu ve en güzel eserlerini çıkardığı yıllar olur. Düzenli bir maaş karşılığı çalıştığı bu işte Redoute da sadece işine konsantre olabilecek ve en iyi işlerini çıkaracaktır.
Pierre Joseph Redoute, Malmaison bahçesindeki gülleri de resmeder ama Josephine, o kitabın tamamlandığını göremez 1814 yılında hayata veda eder. Josephine'in ölümünden sonra tamamlanan Les Roses kitabında, Malmaison bahçesinden Redoute’un çizdiği 117 renkli gülün botanik çizimi vardır. Josephine’in ölümünden sonra Malmaison bahçesi de düşüşe geçer. Uzun yıllar sonra burası el değiştirdiğinde güller buradan sökülür, gül bahçesinin izi bile kalmaz. Tabii, şunu da eklemek gerek Josephine güllerle ilgileniyordu elbette ama onları bahçesinin sınırlarına diktiriyordu. Bugün var olan gül bahçesi, 20. yüzyıl başında Malmaison şatosu halka açıldığında yapılmıştır aslında…
Şarkıcı / Yorumcu | Parça Adı | Albüm Adı | Süre |
---|---|---|---|
Çaykovski | Fındıkkıran Bale Suiti | Çiçeklerin Valsi | 07:05 |