Chris Hedges, kısa süre önce Güney Avustralya Üniversitesi’nde (Adelaide) düzenlenen Edward Said Anma Konferansı’nda tamamen dolu bir salona hitap etti.
7 Ekim sabahı var olan Gazze artık yok, aylar süren yoğun bombardıman, top atışları, buldozerlerle yıkımlar ve kontrollü patlatmalar sonucu yerle bir edildi. Bir zamanlar tanıdığım, çalıştığım o Gazze artık yok; beton yığınları ve enkazdan oluşan kıyamet manzarasına dönüşmüş durumda. Gazze Şehri’nin merkezindeki New York Times ofisim. Günün sonunda çay içtiğim, sahibi yaşlı —Kuzey Celile’deki Safad’dan göç etmiş bir mülteci—Margaret Nassar’ın Ahmed Abd el-Aziz Caddesi’ndeki Marna pansiyonu. Marna House’a son ziyaretimde oda anahtarını geri vermeyi unutmuştum. Üzerinde büyük plastik bir oval etiket vardı: “Marna House Gaza.” Oda numarası: 12. Şimdi o anahtar masamın üzerinde duruyor.
Dostlarım ve meslektaşlarım, birkaç istisna dışında, ya sürgünde, ya ölü, ya da büyük olasılıkla kayıp. Muhtemelen enkaz dağlarının altında gömülü haldeler.
Gazze’de günlük yaşamın ritüelleri artık imkânsız hale geldi. Eski Şehir’in Darac Mahallesinde, Gazze’nin en büyük ve en eski camisi olan Büyük Ömeri Camii’ne girdiğimde, ayakkabılarımı her zaman kapının yanındaki rafa bırakırdım. Beyaz taş duvarları, sivri kemerleri ve oymalı ahşap bir balkonla çevrili sekizgen minaresinin tepesindeki hilal ile tanınırdı bu cami. Filistin ve Roma tanrılarına adanmış eski tapınakların, ayrıca bir Bizans kilisesinin temelleri üzerine inşa edilmişti.
Namazdan önce arınma ritüeli olan abdestimi almak için ortak su musluklarında ellerimi, yüzümü ve ayaklarımı yıkardım. İçeri girdiğimde, mavi halılarla kaplı sessiz mekânda, Gazze’nin kakofonisi — gürültüsü, tozu, egzoz dumanı ve telaşlı yaşamı — bir anda eriyip yok olurdu.
Camii, 8 Aralık 2023’te İsrail hava saldırısıyla yıkıldı.
Gazze’nin yerle bir edilmesi yalnızca Filistin halkına karşı işlenmiş bir suç değildir; aynı zamanda kültürel ve tarihsel mirasımıza, yani hafızamıza karşı işlenmiş bir suçtur. Hafızaya yönelik bir saldırıdır bu. Geçmişi anlamadan bugünü anlayamayız — özellikle de Filistinliler ve İsrailliler üzerine haber yaparken.
İşgal altındaki Filistin’de başarısız barış planlarının sayısı saymakla bitmez. Hepsi ayrıntılı aşamalara ve takvimlere bölünmüştür; ta Jimmy Carter’ın başkanlık dönemine kadar uzanır. Ama hepsi aynı şekilde sona erer. İsrail, başlangıçta istediğini alır — son örnekte olduğu gibi, elinde kalan İsrailli rehinelerin serbest bırakılması — ama sonraki tüm aşamaları hiçe sayar, ihlal eder ve sonunda yeniden Filistin halkına saldırmaya başlar.
Bu, sadistçe bir oyun. Ölümün dönme dolabı. Bu ateşkes de, geçmiştekiler gibi, sadece bir reklam arası. Kurşun yağmuruna tutulmadan önce, idam mahkûmuna son bir sigara içmesine izin verilen kısa bir an.
İsrailli rehineler serbest bırakıldıktan sonra soykırım devam edecek. Ne kadar yakında olacağını bilmiyorum. Umarız toplu katliam en azından birkaç hafta gecikir. Ama en iyi ihtimalle, bekleyebileceğimiz şey bir soykırım molasıdır. İsrail, iki yıldır aralıksız süren bombardımanlarla neredeyse tamamen yok ettiği Gazze’yi boşaltmanın eşiğinde. Ve durmaya niyeti yok. Bu, Siyonist rüyanın doruk noktasıdır. 7 Ekim 2023’ten bu yana İsrail’e tam 22 milyar dolar askeri yardım sağlayan Amerika Birleşik Devletleri, soykırımı durdurabilecek tek araç olan bu akışı kesmeyecektir.
İsrail, her zamanki gibi, anlaşmaya uymadıkları gerekçesiyle suçu Hamas’a ve Filistinlilere atacak — büyük olasılıkla, teklifin şart koştuğu şekilde silahsızlanmayı reddettikleri iddiasını (doğru olsun ya da olmasın) öne sürecek. Washington, Hamas’ın sözde ihlalini kınayarak, İsrail’e soykırımı sürdürmesi için yeşil ışık yakacak; amaç ise Trump’ın hayalindeki Gazze Rivierası’nı ve “özel ekonomik bölge”yi yaratmak, Filistinlilerin “gönüllü” olarak taşınması karşılığında dijital token’lar verilmesini sağlamak.
On yıllardır sunulan sayısız barış planı arasında, şu anda gündemde olan en ciddiyetsizidir. Ateşkesin başlamasından sonraki 72 saat içinde Hamas’ın rehineleri serbest bırakmasını talep etmek dışında, ne somut maddeler içerir ne de uygulanabilir bir takvime sahiptir. Üstelik, İsrail’in anlaşmayı kolayca feshetmesine olanak tanıyan çekincelerle doludur. Nitekim İsrail, anlaşma yürürlüğe girer girmez Refah sınır kapısını açmayı reddederek, yarım düzine Filistinliyi öldürüp kararlaştırılmış yardım tırlarının sayısını 600’den 300’e düşürerek anlaşmayı fiilen ihlal etti — gerekçe olarak ise rehinelerin cesetlerinin hâlâ teslim edilmemesini gösterdi. Ama zaten mesele bu: Bu plan barışa giden gerçek bir yol olarak tasarlanmadı — ve çoğu İsrailli lider bunun farkında. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun sözcülüğünü yapmak ve mesihçi Siyonizmi savunmak için ölen kumarhane milyarderi Sheldon Adelson tarafından kurulan İsrail’in en çok satan gazetesi Israel Hayom, okurlarına Trump planı konusunda endişelenmemeleri gerektiğini, çünkü bunun yalnızca “retorik” olduğunu yazdı.
Planın bir örneğinde şöyle deniyor: İsrail, “Hamas anlaşmayı tamamen uyguladığı sürece geri çekildiği bölgelere dönmeyecek.”
Peki, Hamas’ın “anlaşmayı tamamen uygulayıp uygulamadığına” kim karar verecek? İsrail. Gerçekten kim İsrail’in iyi niyetine inanıyor? İsrail, bu anlaşmanın tarafsız bir hakemi olarak güvenilebilir mi? Terör örgütü olarak şeytanlaştırılan Hamas itiraz ettiğinde, kim dinleyecek?
Üstelik, bu sözde barış planı, Uluslararası Adalet Divanı’nın Temmuz 2024 tarihli Danışma Görüşü’nü — yani İsrail’in işgalinin yasa dışı olduğunu ve derhal sona ermesi gerektiğini bir kez daha teyit eden kararı — tamamen yok sayarken, nasıl bir barış planı olabilir?
Bu öneri Filistinlilerin kendi kaderini tayin etme hakkından nasıl söz etmeyi unutabilir?
Uluslararası hukuk uyarınca işgalci bir güce karşı silahlı mücadele etme hakkı olan Filistinliler, İsrail — yasadışı işgalci güç — silahsızlanmazken neden silahsızlanmak zorunda bırakılıyor?
ABD, — Trump’ın ve Tony Blair’in sözde “Barış Kurulu”— Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını devre dışı bırakan “geçici geçiş hükümeti”ni hangi yetkiyle kuruyor?
ABD’ye, yabancı işgalinin üstü örtülü bir ifadesi olan “Uluslararası İstikrar Gücü”nü Gazze’ye gönderme yetkisini kim verdi?
Filistinliler, Gazze sınırlarına bir İsrail “güvenlik bariyeri”nin kabul edilmesiyle, yani işgalin devam edeceğinin teyidiyle nasıl barışacaklar?
Batı Şeria’daki ağır çekim soykırımı ve ilhak sürecini görmezden gelen bir teklif nasıl olabilir?
Gazze’yi yok eden İsrail’den neden tazminat talep edilmiyor?
Teklifteki “radikalizasyondan arındırılmış” bir Gazze nüfusu talebi Filistinliler için ne anlama geliyor? Bu nasıl gerçekleştirilecek? Yeniden eğitim kampları mı? Toplu sansür mü? Okul müfredatının yeniden yazılması mı? Camilerdeki muhalif imamların tutuklanması mı?
Ve rutin olarak Filistinlileri “insan hayvanları” olarak, çocuklarını “küçük yılanlar” diye tanımlayan İsrailli liderlerin tahrik edici söylemleriyle ne yapılacak?
Haham Ronen Shaulov — İsrail’in Rev. (Muhterem) Samuel Marsden versiyonu “Tüm Gazze ve Gazze’deki her çocuk ölsün, açlıktan ölsün. Birkaç yıl içinde büyüyüp bize merhamet etmeyecek olanlara merhamet etmiyorum. Geleceğin teröristlerine merhamet duyan yalnızca aptal bir beşinci kol, İsrail düşmanı olur. Bugün hâlâ küçük ve aç olsalar bile. Umarım açlıktan ölürler; söylediklerimle kimsenin sorunu varsa, bu onların sorunu.” diye haykırdı.
İsrail’in barış anlaşmalarını ihlal etmesinin tarihî örnekleri vardır.
1978’de Mısır Cumhurbaşkanı Enver Sedat ile İsrail Başbakanı Menachem Begin tarafından — Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) katılımı olmadan — imzalanan Camp David Anlaşmaları, 1979’daki Mısır–İsrail Barış Antlaşması’na yol açtı ve bu anlaşma iki ülke arasında diplomatik ilişkileri normalleştirdi.
Camp David Anlaşmalarının sonraki aşamaları — Arap ülkeleriyle birlikte Filistin meselesinin çözülmesini, beş yıl içinde Batı Şeria ve Gazze’de Filistin özerk yönetiminin izin verilmesini ve Doğu Kudüs dâhil Batı Şeria’da Yahudi yerleşimlerinin inşasının sonlandırılmasını içeren vaatleri — hiçbir zaman uygulanmadı.
1993’te imzalanan Oslo Anlaşmalarında FKÖ, İsrail’in var olma hakkını tanıdı ve İsrail de FKÖ’yü Filistin halkının meşru temsilcisi olarak tanıdı. Ama bunun ardından FKÖ’nin etkisizleştirilmesi ve onu sömürgeci bir polis gücüne dönüştürme süreci yaşandı. 1995’te imzalanan Oslo II, barış ve bir Filistin devleti yönündeki süreci detaylandırdı; fakat o da doğmadan öldü. Oslo II, yasa dışı Yahudi “yerleşimleri” konusundaki herhangi bir tartışmayı “nihai” statü görüşmelerine bırakmayı öngördü. O zamana kadar, İsrail’in işgal altındaki Batı Şeria’dan çekilme işlemlerinin tamamlanmış olması planlanıyordu. Yönetim yetkisi İsrail’den sözde geçici Filistin Yönetimine devredilecekti. Bunun yerine Batı Şeria, A, B ve C olmak üzere bölgelere ayrıldı. Filistin Yönetimi, A ve B bölgelerinde sınırlı yetkiye sahipken, İsrail Batı Şeria’nın %60’ından fazlasını oluşturan C Bölgesi’nin tamamında kontrolü elinde tuttu.
Filistinli mültecilerin, 1948’de İsrail’in kurulmasıyla Yahudi yerleşimciler tarafından ellerinden alınan tarihî topraklarına dönme hakkı — uluslararası hukukla güvence altına alınmış bir hak — FKÖ lideri Yaser Arafat tarafından vazgeçildi. Bu, özellikle nüfusunun yüzde 75’i mülteci ya da mülteci torunu olan Gazze’deki Filistinliler arasında büyük bir yabancılaşmaya yol açtı. Sonuç olarak, birçok Filistinli FKÖ’yü terk edip Hamas’a yöneldi. Edward Said, Oslo Anlaşmalarını “Filistin teslimiyetinin aracı, bir Filistin Versailles’ı” olarak nitelendirmiş ve Arafat’ı “Filistinlilerin Pétain’i” diye sert biçimde eleştirmişti.
Oslo kapsamında planlanan İsrail askerinin geri çekilmesi hiçbir zaman gerçekleşmedi. Oslo Anlaşması imzalandığında Batı Şeria’da yaklaşık 250.000 Yahudi yerleşimci vardı; bugün bu sayı 700.000’e ulaşmış durumda. Gazeteci Robert Fisk, Oslo’yu “bir aldatmaca, bir yalan, Arafat ve FKÖ’yü çeyrek yüzyıl boyunca uğruna mücadele ettikleri her şeyden vazgeçmeye sürükleyen bir tuzak; devlet olma umudunu sakatlamak için yaratılmış sahte bir umut yöntemi” olarak tanımlamıştı.
İsrail, bu yıl 18 Mart’ta Gazze’ye düzenlediği ani hava saldırılarıyla, iki ay süren son ateşkesi tek taraflı olarak bozdu. Netanyahu’nun ofisi, askerî operasyonun yeniden başlatılmasının gerekçesi olarak Hamas’ın rehineleri serbest bırakmayı reddetmesini, ateşkesin uzatılması yönündeki önerileri geri çevirmesini ve yeniden silahlanma çabalarını öne sürdü. İsrail, o gece düzenlediği saldırılarda 400’den fazla kişiyi öldürdü, 500’den fazlasını yaraladı — çoğu uyurken hedef alınan siviller ve çocuklardı. Bu saldırı, anlaşmanın ikinci aşamasını — Hamas’ın kalan erkek rehineleri (sivil ve asker) Filistinli mahkûmlarla takas edeceği, kalıcı bir ateşkesin sağlanacağı ve Gazze’ye yönelik İsrail ablukasının nihayet kaldırılacağı süreci — tamamen ortadan kaldırdı.
İsrail, onlarca yıldır Gazze’ye ölümcül saldırılar düzenledi; bu bombardımana alaycı bir şekilde “çimleri biçmek” adını veriyor. Hiçbir barış anlaşması ya da ateşkes söz konusu vahşeti durdurmadı. Bu da istisna olmayacak.
Bu kanlı destan daha bitmedi. İsrail’in hedefleri değişmedi: Filistinlileri topraklarından sürmek ve onları silip süpürmek.
İsrail’in Filistinlilere sunmaya niyetli olduğu tek “barış”, mezarın barışıdır.
Tarih, Siyonist projeye karşı ölümcül bir tehdittir. Avrupa kökenli bir koloni projesinin Arap dünyasına şiddetle dayatıldığını açığa çıkarır. Bir Arap ülkesini Araplıktan arındırma kampanyasının acımasızlığını gözler önüne serer. Araplara, onların kültürüne ve geleneklerine yönelik içkin ırkçılığı vurgular. Eski İsrail başbakanı Ehud Barak’ın, Siyonistlerin “bir ormanın ortasında bir villa” yarattığını ileri süren mitini çürütür. Filistin’in yalnızca Yahudi vatanı olduğu yalanını alaya alır. Yüzyıllardır süren Filistinli varlığını hatırlatır. Ve çalınmış topraklar üzerine dikilmiş, yabancı bir Siyonist kültürün varlığını gözler önüne serer.
Bosna’daki soykırımı haber yaparken Sırplar camileri havaya uçuruyor, kalıntıları kamyonlarla götürüyor ve yıktıkları yapılardan söz edilmesini yasaklıyordu. Gazze’deki amaç da aynı: geçmişi yok etmek ve yerine efsane koymak, İsrail’in suçlarını — soykırımı da dâhil — örtbas etmek.
Silme kampanyası, İsraillilerin kökleri 1920’lerde Filistin topraklarına el konulmasına ve 1948 ile 1967’deki geniş çaplı etnik temizliklere uzanan, Siyonist projenin özündeki şiddetin var olmadığını iddia etmesine olanak tanıyor.
Bu tarihî hakikat ve kimlik inkarı, İsraillilerin ebedî mağduriyet duygusuna kapılmalarına da yol açar. Uydurulmuş bir geçmişe karşı ahlaki kör bir nostaljiyi sürdürür. İsrailliler bu yalanlarla yüzleşirse varoluşsal bir krizle karşılaşılır. Kim olduklarını yeniden düşünmek zorunda kalırlar. Çoğu insan ise yanılsamanın rahatlığını seçer. İnanmaya duyulan arzu, görmeye duyulan arzudan güçlüdür.
Hakikat gizli kaldığı, hakikati arayanlar susturulduğu sürece bir toplumun yeniden doğması ve kendini yenilemesi imkânsızdır. Toplum kireçlenir; yalanları ve aldatmacaları sürekli yenilenmek zorunda kalır. Hakikat tehlikelidir. Bir kez yerleşti mi, yok edilemez. Trump yönetimi ile İsrail arasında tam bir uyum var. Trump yönetimi de mitleri gerçeğin önüne koymayı amaçlıyor. Geçmişin ve bugünün yalanlarını sorgulayanları susturmayı o da hedefliyor.
Gazze’deki soykırım tarihî bir sürecin doruk noktasıdır. İzole bir eylem değildir. Soykırım, İsrail’in yerleşimci kolonyal projesinin kaçınılmaz sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İsrail apartheid devletinin DNA’sına kodlanmıştır. Varılması gereken yer burasıydı. İsrail’in soykırımına dair her korkunç eylem önceden ilan edilmiştir. Bu durum onlarca yıldır böyleydi. Filistinlilerin topraklarından koparılması, İsrail’in yerleşimci kolonializminin atan kalbidir. Bu el koyma 1948 ve 1967 gibi dramatik tarihî anlarda—tarihi Filistin’in büyük parçalarının ele geçirildiği ve yüz binlerce Filistinlinin etnik temizliğe uğradığı dönemlerde—yoğunlaşmıştır. Aynı zamanda Batı Şeria’da, Doğu Kudüs dâhil, toprakların yavaş yavaş çalınması ve sürekli etnik temizliğin yürütülmesi ile parçalı da gerçekleşmiştir..
Ölçek açısından bu büyüklükte bir saldırıyla daha önce karşılaşmadık; fakat bu ölçekte olmasa da bütün bu uygulamalar — sivillerin öldürülmesi, etnik temizlik, keyfi alıkoymalar, işkence, kaybetmeler, kasabalara ve köylere konulan ablukalar, ev yıkımları, ikamet izinlerinin geri alınması, sınır dışı etmeler, sivil toplumu ayakta tutan altyapının yok edilmesi, askerî işgal, insanlık dışı söylem, özellikle akiferler olmak üzere doğal kaynakların çalınması — uzun zamandır İsrail’in Filistinlileri yok etme kampanyasını tanımlayan uygulamalardır.
7 Ekim’de Hamas ve diğer direniş gruplarının İsrail’e yaptığı saldırı — 1.154 İsrailli, turist ve göçmenin ölümü ve yaklaşık 240 kişinin rehin alınmasıyla sonuçlanan — İsrail’e uzun zamandır arzuladığı gerekçeyi verdi: kendi versiyonunu uygulamak için bahane, nihai çözümüne benzer bir örtü. 7 Ekim, Filistinlilerin vahşice ezilmesini ve boyunduruk altına alınmasını savunan bir İsrail politikası ile onların yok edilmesini ve tarihî Filistin’den çıkarılmasını talep eden bir politikanın arasındaki çizgiyi belirledi.
İsrail’in açlığı bir silah olarak kullanması, soykırımların her zaman nasıl sonuçlandığını gösteriyor. Ben de bu manipüle edilmiş açlığın sinsî etkilerini yazdım: Guatemala Yaylalarında General Efraín Ríos Montt’un soykırım kampanyasında, güney Sudan’daki kıtlıkta — çeyrek milyon kişinin ölümüne yol açan — yol kenarlarına dizilmiş zayıf, iskeletleşmiş aile cesetlerinin yanından geçtim; daha sonra Bosna’da, Srebrenica ve Goražde’ye gıda ve yardımı engelleyen Sırpların uygulamalarını gözlemledim.
Açlık Osmanlı İmparatorluğu tarafından Ermenileri yok etmek için kullanıldı. 1932–1933’te milyonlarca Ukraynalıyı öldürmek için kullanıldı. Naziler, II. Dünya Savaşı’nda Yahudilere karşı gettolarda bunu uyguladı. Alman askerleri yiyeceği İsrail’in yaptığı gibi bir yem olarak kullandılar. Varşova Gettosundaki çaresiz aileleri ölüm kamplarına götürmek için üç kilo ekmek ve bir kilo marmelat teklif ettiler. Marek Edelman “The Ghetto Fights”te yazar: “Yüzlerce kişinin ‘sürgün’ edilmek için birkaç gün sırada beklemek zorunda kaldığı zamanlar oluyordu. Üç kilo ekmek almak isteyenlerin sayısı o kadar fazlaydı ki, artık günde iki kez çıkan 12.000 kişilik trenler bile hepsini alamıyordu.” Ve kalabalıklar kontrolden çıktığında, Gazze’de olduğu gibi, Alman birlikleri, kadınların, çocukların ve yaşlıların zayıf, açlıktan bitkin bedenlerini parçalayan ölümcül yaylım ateşleri açtı.
Bu taktik savaşın başlangıcından beri var; eski bir savaştır.
İsrail, soykırımın en başından itibaren sistemli bir şekilde Gazze’deki gıda kaynaklarını yok etmeye koyuldu; fırınları bombaladı, gıda sevkiyatlarını engelledi — Mart ayından itibaren, neredeyse tüm gıda tedarikini keserek bu politikayı hızlandırdı. Filistinli mültecilerin büyük kısmının gıda için bağımlı olduğu Yakın Doğudaki Filistinli Mültecilere Yardım ve Bayındırlık Ajansı’nı (UNRWA) hedef aldı; 7 Ekim saldırılarına karıştıklarına dair hiçbir kanıt sunmadan çalışanlarını suçladı. Bu suçlama, ajansa 2023’te 422 milyon dolar yardımda bulunan ABD gibi ülkelerin finansal desteği kesmesi için bahane olarak kullanıldı. Ardından İsrail, UNRWA’yı tamamen yasakladı.
2 Mart’tan bu yana Gazze’ye uygulanan neredeyse tam gıda ve insani yardım ablukası, Filistinlileri mutlak bir bağımlılığa mahkûm etti. Yemek bulabilmek için, katillerine doğru sürünerek dilenmek zorunda kaldılar. Aşağılanmış, korkuya kapılmış, birkaç lokma yiyecek için umutsuz hâle gelmişlerdi; onurlarından, özerkliklerinden ve insanlıklarından koparıldılar. Bu, kasıtlıydı.
Gazze İnsani Vakfı tarafından kurulan dört yardım merkezinden birine yapılan kâbus yolculuk, bir zamanlar 400 UNRWA dağıtım noktasına güvenen Filistinlilerin ihtiyaçlarını karşılamak için değil, onları kuzeyden güneye çekmek için tasarlanmıştı. Filistinliler, ağır silahlı paralı askerlerin denetlediği dar metal koridorlara, sanki hayvan sürüsüymüş gibi sıkıştırıldılar. Şanslı olan az sayıdakiler küçük bir gıda paketi alabildi. Çoğu ise hiçbir şey alamadı. Kalabalık, açlık ve çaresizlik içinde dağıldığında, İsrailli askerler ve paralı askerler ateş açtı; 1.700 kişiyi öldürdü, binlercesini yaraladı.
Bu soykırım, geçmişten bir kopuşu temsil ediyor. İsrail’in yalanlarının maskesini düşürüyor. İki devletli çözüm yalanını. İsrail’in savaş hukukuna ve sivillerin korunmasına saygı gösterdiği yalanını. Hastanelerle okulları yalnızca Hamas’ın üs olarak kullandığı için bombaladığı yalanını. Hamas’ın sivilleri “canlı kalkan” olarak kullandığı yalanını — oysa İsrail, esir aldığı Filistinlileri elleri bağlı ve İsrail asker üniforması giydirilmiş hâlde, bubi tuzaklı tünellere ve binalara kendi birliklerinden önce zorla sokuyor. Hamas veya İslami Cihad’ın — çoğu zaman yanlış yönlendirilmiş Filistin roketleri bahanesiyle — hastanelerin, BM binalarının veya toplu katliamların sorumlusu olduğu yalanını. Gazze’ye insani yardımın, Hamas tırları ele geçiriyor ya da silah kaçırıyor bahanesiyle engellendiği yalanını. İsrailli bebeklerin başlarının kesildiği, İsrailli kadınlara cinsel saldırı düzenlendiği yalanını. Gazze’de öldürülen on binlerce insanın %75’inin Hamas “teröristi” olduğu yalanını. Ve Hamas’ın yeniden silahlandığı veya yeni savaşçılar topladığı gerekçesiyle ateşkesin bozulmasından sorumlu olduğu yalanını.
Artık İsrail’in çıplak, soykırımcı yüzü açığa çıkmıştır.
“Büyük İsrail”in genişlemesi — buna Golan Tepelerindeki Suriye topraklarının, Lübnan’ın güneyinin, Gazze’nin ve Batı Şeria’nın işgal edilmesi dâhildir; Batı Şeria’da yaklaşık 40.000 Filistinli evlerinden sürülmüştür ve bu bölgenin yakında İsrail tarafından ilhak edilmesini bekliyorum — kalıcı hâle getiriliyor.
Ancak Gazze’deki soykırım sadece başlangıçtır. Dünya, iklim krizinin yıkıcı saldırısı altında çözülüyor; kitlesel göçler, çöken devletler, felaket boyutunda yangınlar, kasırgalar, fırtınalar, seller ve kuraklıklar çağını yaşıyoruz. Küresel istikrar sarsıldıkça, Filistinlileri yok eden sanayileşmiş şiddet her yerde sıradanlaşacak.
İsrail’in Gazze’yi yok etmesi, uluslararası yasalar ve kurallarla yönlendirilen bir dünya düzeninin ölümünü simgeliyor. Bu düzen, her ne kadar ABD tarafından Vietnam, Irak ve Afganistan’daki emperyal savaşlarda sıkça ihlal edilmiş olsa da, en azından bir ütopya olarak kabul ediliyordu. ABD ve Batılı müttefikleri sadece soykırımı sürdürecek silahları sağlamakla kalmıyor; dünyanın büyük çoğunluğunun insancıl hukuk çağrılarını da engelliyor. Hatta soykırımı durdurmaya çalışan tek ülke olan Yemen’e saldırılar düzenlediler.
Verilen mesaj nettir: Her şey bize ait. Elimizden almaya kalkarsan seni öldürürüz.
Askerîleştirilmiş insansız hava araçları, helikopter saldırıları, duvarlar ve bariyerler, kontrol noktaları, tel örgüler, gözetleme kuleleri, gözaltı merkezleri, sınır dışı etmeler, işkenceler, vize reddi, belgeleri olmayanların yaşadığı apartheid düzeni, bireysel hakların kaybı ve elektronik gözetim — bunların hepsi, ABD–Meksika sınırındaki çaresiz göçmenlere ya da Avrupa’ya ulaşmaya çalışan insanlara, Filistinlilere olduğu kadar tanıdık.
Ronen Bergman’ın “Rise and Kill First” adlı kitabında belirttiği gibi, “Batı dünyasında en fazla insanı suikastla öldüren ülke” olan İsrail, Nazi Soykırımını alaycı biçimde kullanarak kendine kalıtsal bir mağduriyet kutsallığı atfediyor; yerleşimci-sömürgeci devletini, apartheid düzenini, kitlesel katliamlarını ve Lebensraum’un (yaşam alanı) Siyonist versiyonunu meşrulaştırıyor.
Auschwitz’ten sağ kurtulan Primo Levi bu yüzden Şoah’ı (Holokost) “bitmek bilmeyen bir kötülük kaynağı” olarak görür:
“Bu kötülük, hayatta kalanların nefretinde yaşar ve herkesin iradesine rağmen bin bir biçimde yeniden doğar — intikam susuzluğu, ahlaki çöküş, inkâr, yorgunluk, teslimiyet olarak.”
Soykırım ve toplu imha sadece faşist Almanya’nın ya da İsrail’in alanı değildir.
Aimé Césaire, “Sömürgecilik Üzerine Söylev” adlı eserinde Hitler’in özellikle zalim görünmesinin nedenini, “beyaz adamın aşağılanmasına” yol açmasında bulur; çünkü o, o zamana dek yalnızca Cezayirli Araplara, Hindistan’daki işçilere ve Afrika’nın zencilerine uygulanmış sömürgeci yöntemleri Avrupa’ya taşımıştır.
Tazmanya’daki Aborjin nüfusunun neredeyse tamamen yok edilmesi, Almanların Herero ve Namaqua halklarını katletmesi, Ermeni soykırımı, 1943 Bengal kıtlığı — dönemin İngiltere Başbakanı Winston Churchill, üç milyon Hindu’nun ölümünü “hayvansı bir dine sahip hayvansı bir halk” diyerek küçümsemişti — ve ardından Hiroşima ile Nagazaki’deki sivillerin üzerine atılan atom bombaları… tüm bunlar “Batı uygarlığı” denilen şeyin özüne dair temel bir gerçeği açığa çıkarır.
Batı düşüncesinin temelini oluşturan ahlâk filozofları — Immanuel Kant, Voltaire, David Hume, John Stuart Mill ve John Locke — köleleştirilmiş ve sömürülmüş insanları, yerli halkları, sömürgeleştirilenleri, tüm ırklardan kadınları ve kriminalize edilenleri ahlâk hesaplarının dışında tuttular. Onların gözünde “modernlik”, “ahlak”, “akıl yürütme” ve “özgürlük” yalnızca Avrupalı beyazlığa aittir. Bu ırkçı insan tanımı; sömürgeciliği, köleliği, Amerika ve Avustralya’daki yerli halkların soykırımını, imparatorluk projelerimizi ve beyaz üstünlüğü saplantımızı meşrulaştırmada merkezi bir rol oynadı.
O hâlde, Batı kanonu zorunlu bir ölçüt olarak sunulduğunda, şu soruyu sormak gerekir: Kimin için?
Şair Langston Hughes şöyle demişti: “Amerika’da zencilere faşizmin ne olduğunu anlatmaya gerek yok. Biz zaten biliyoruz. Kuzey ırkının üstünlüğü ve ekonomik baskı teorileri, bizim için uzun zamandır birer gerçekliktir.”
Naziler, Nürnberg yasalarını formüle ederken, Amerika’nın Jim Crow dönemindeki ayrımcı yasa ve uygulamalarını örnek aldılar. ABD’nin, topraklarında yaşayan Yerli Amerikalılara ve Filipinlilere vatandaşlık tanımayı reddetmesi, Alman faşistleri tarafından Yahudilerin vatandaşlıktan çıkarılması için model olarak kullanıldı. Irklar arası evlilikleri suç sayan Amerikan “anti-miscegenation” (ırklar arası evlilik veya ilişkilerin yasaklanması ya da buna karşı olma düşüncesi) yasaları, Nazi Almanyası’nda Yahudilerle Aryanlar arasındaki evliliklerin yasaklanmasına ilham verdi. Amerikan hukukunda, “tek damla kuralı” uyarınca, genetik olarak yüzde bir siyah köken taşıyan herkes “siyah” sayılıyordu. İronik biçimde Naziler daha “esnekti”: Üç veya daha fazla Yahudi büyükanne ve büyükbabası olanları “Yahudi” olarak tanımladılar.
Meksika, Çin, Hindistan, Avustralya, Kongo ve Vietnam gibi ülkelerdeki sömürgecilik mağdurları bu nedenle, Yahudilerin mağduriyetlerinin benzersiz olduğu yönündeki iddialara sağırdır. Onlar da kendi holokostlarını yaşadılar — fakat bu soykırımlar Batılı failler tarafından ya küçümsendi ya da tamamen görmezden gelindi.
Gerçek şu ki, soykırım Batı emperyalizminin genetik koduna işlemiştir. Filistin bunu açıkça ortaya koyuyor. Gazze’deki soykırım, antropolog Arjun Appadurai’nin tanımladığı “küreselleşmenin kazananları için, kaybedenlerin rahatsız edici gürültüsünden arındırılmış, devasa bir Malthusçu düzeltme”nin bir sonraki aşamasıdır.
İsrail, aşırı sağın kendi ülkelerinde kurmayı hayal ettiği türden bir etno-milliyetçi devleti temsil ediyor — siyasal ve kültürel çoğulculuğu, hukuki, diplomatik ve etik normları reddeden bir devleti. Bu proto-faşistler İsrail’i hayranlıkla izliyor; çünkü İsrail, insancıl hukuku tamamen reddederek, insan kirleticilerden “arınma” bahanesiyle sınırsız öldürücü şiddeti meşrulaştırdı. İsrail bir istisna değildir. O, içimizdeki en karanlık dürtülerin ifadesidir — ve korkarım ki, geleceğimizin habercisidir.
İsrail’de Yahudi faşizminin doğuşunu haberleştirdim. Aşırılıkçı Meir Kahane hakkında yazdım — kendisinin seçimlere katılması yasaklanmış, Kach Partisi ise 1994’te İsrail ve ABD tarafından terör örgütü ilan edilerek kapatılmıştı. Filistinlilerle barış görüşmeleri yürüten Yitzhak Rabin’e karşı yarışırken, sağcı Amerikalılardan cömert bağışlar alan Binyamin Netanyahu’nun mitinglerine katıldım. Destekçileri “Rabin’e ölüm!” diye bağırıyor, Nazi üniforması giymiş bir Rabin kuklasını yakıyorlardı. Netanyahu, Rabin için düzenlenen sahte bir cenaze kortejinin önünde yürümüştü.
Rabin, 4 Kasım 1995’te Yahudi bir fanatik tarafından suikasta uğradı. Eşi Leah Rabin, kocasının öldürülmesinden doğrudan Netanyahu’yu ve destekçilerini sorumlu tuttu.
1996’da ilk kez başbakan olan Netanyahu, siyasi kariyerini Yahudi aşırılıkçılığını besleyerek geçirdi. Itamar Ben-Gvir, Bezalel Smotrich, Avigdor Lieberman, Gideon Sa’ar ve Naftali Bennett gibi isimler, onun politik çevresinde yetişti. Netanyahu’nun babası Benzion Netanyahu, Siyonist önder Vladimir Jabotinsky’nin asistanıydı; Jabotinsky, Benito Mussolini’nin deyimiyle “iyi bir faşistti.” Benzion, tarihî Filistin topraklarının tamamının ele geçirilmesini savunan Herut Partisi’nde liderdi. Bu partiyi kuranların birçoğu, 1948’de İsrail devletinin kuruluşu sırasında terör eylemleri gerçekleştirmişti.
Albert Einstein, Hannah Arendt, Sidney Hook ve diğer Yahudi entelektüeller, The New York Times’ta yayımladıkları bir bildiride Herut Partisi’ni, “örgütlenme biçimi, yöntemleri, siyasal felsefesi ve toplumsal çekiciliği açısından Nazi ve Faşist partilere yakın bir siyasi oluşum” olarak tanımladılar.
Siyonist projenin içinde her zaman bir Yahudi faşizmi damarı olmuştur — tıpkı Amerikan toplumunda daima var olan faşist damar gibi. Ne yazık ki, bugün hem İsrailliler hem Filistinliler için bu faşist damarlar yeniden güç kazanmış durumda.
Soykırımdan sağ kurtulan ve İsrail’in önde gelen faşizm uzmanlarından biri olan Zeev Sternhell, 2018’de şu uyarıyı yapmıştı: “Burada gelişen zehirli aşırı milliyetçiliği aşabilecek bir sol artık yok. Bu, Avrupa’daki biçimiyle Yahudi halkının büyük kısmını neredeyse yok eden türden bir milliyetçiliktir.”
Sternhell sözlerine şöyle devam etmişti: “Artık sadece büyüyen bir İsrail faşizmi değil, Nazizmin erken dönemlerindekine benzer bir ırkçılık da görüyoruz.”
Gazze’yi yok etme kararı, Kahane hareketinin mirasçıları olan aşırı sağ Siyonistlerin uzun zamandır hayaliydi. Yahudi kimliği ve Yahudi milliyetçiliği, Siyonizmin Nazilerin “kan ve toprak” ideolojisine denk düşen versiyonlarıdır. Yahudi üstünlüğü Tanrı tarafından kutsanmıştır; tıpkı Netanyahu’nun, İsrailoğulları tarafından katledilen Kitab-ı Mukaddesteki Amaleklilerle karşılaştırdığı Filistinlilerin katliamının da kutsandığı gibi. Avrupa kökenli Amerikalı yerleşimciler de, Amerikan kolonilerinde yerli halklara uyguladıkları soykırımı meşrulaştırmak için aynı İncil pasajına başvurmuşlardı. Düşmanlar — genellikle Müslümanlar — yok edilmesi gereken, kötülüğün vücut bulmuş hâli olan “insan altı varlıklar” olarak görülüyor. Siyonist milliyetçiliğin kutsal çemberinin dışında kalanlarla kurulabilecek tek iletişim biçimi ise şiddet ve şiddet tehdidi oluyor.
Mesihçi kurtuluş, Filistinliler sürüldükten sonra gerçekleşecekmiş gibi düşünülüyor. Yahudi aşırılıkçılar, Müslümanlar için üçüncü en kutsal mekân; Roma ordusu tarafından M.S. 70’te yıkılan Yahudi İkinci Tapınağı’nın kalıntıları üzerine inşa edilen Mescid-i Aksa’nın yıkılması çağrısında bulunuyorlar. Mescidin yerine “Üçüncü” bir Yahudi tapınağı inşa edilecekmiş; bu adım İslam dünyasını alevlere boğardı. Fanatiklerin “Yehuda ve Şomron” diye adlandırdığı Batı Şeria resmen İsrail’e ilhak edilecek. Şas ve Birleşik Tora Yahudiliği gibi ultra-ortodoks partilerin dayattığı dinî yasalarla yönetilen bir İsrail, İran’ın Yahudi versiyonuna dönüşecek.
İsrail vatandaşı Filistinlilere ve işgal altındaki topraklarda yaşayanlara doğrudan ya da dolaylı olarak ayrımcılık yapan 65’ten fazla yasa bulunmaktadır. Batı Şeria’da, çoğu 10.000 otomatik silahla donatılmış başıbozuk Yahudi milisler tarafından gerçekleştirilen, Filistinlilerin rastgele öldürülmesi kampanyası; evlerin ve okulların yıkımıyla, kalan Filistin topraklarının ele geçirilmesi ile birlikte hızla tırmanıyor.
Aynı zamanda İsrail, —hem ülke içinde hem de yurtdışında— iktidardaki Yahudi faşistlerin sapkın vizyonunu benimsemeyi reddeden ve soykırımı kınayan “Yahudi hainlere” karşı dönüyor. Faşizmin bilinen düşmanları — gazeteciler, insan hakları savunucuları, entelektüeller, sanatçılar, feministler, liberaller, solcular, eşcinseller ve pasifistler — hedef alınıyor. Netanyahu tarafından öne sürülen planlara göre yargı etkisizleştirilecek. Kamuoyu tartışması zayıflayacak. Sivil toplum ve hukukun üstünlüğü ortadan kalkacak. “Sadakatsiz” ilan edilenler sınır dışı edilecek.
İsrail, Hamas’ın elindeki rehineleri Filistinli mahkûmlarla takas edebilirdi; on binlerce Filistinli mahkûmun serbest bırakılması karşılığında İsrailli rehinelerin değiş tokuş edilmesi mümkündü — işte bu yüzden İsrailli rehineler 8 Ekim’de alıkonuldu. Ayrıca, Hamas militanlarının İsrail’e girdiği kaotik çatışmalarda, İsrail ordusunun sadece Hamas savaşçılarını değil, onlarla birlikte olan İsrailli tutsakları da hedef aldığına; kendi askerleri ve sivillerinden belki yüzlercesini öldürdüğüne dair kanıtlar var.
James Baldwin’in gördüğü üzere, İsrail ve Batılı müttefikleri şu “korkunç olasılığa” doğru ilerliyor: Egemen uluslar, “tutsaklarından çaldıkları şeyleri ellerinde tutmak için çırpınırken ve aynaya bakmaya cesaret edemezken, dünyayı öyle bir kaosa sürükleyecekler ki — bu kaos eğer yeryüzündeki yaşamın sonunu getirmezse, dünyanın daha önce hiç görmediği bir ırklar arası savaşa yol açacak.”
ABD ve Avrupa ülkelerinin İsrail’i finanse edip silahlandırması ve bunun bir soykırım halini almasına göz yumması, İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası hukuk düzenini iflas ettirdi. Artık itibarının kalmadığını görüyoruz. Batı artık kimseye demokrasi, insan hakları veya Batı uygarlığının sözde erdemleri hakkında ders veremez.
“Gazze, sersemletici bir boşluk, kaos ve anlamsızlık duygusu yaratırken, yirmi birinci yüzyılda siyasi ve etik bilincin vazgeçilmez şartı haline geliyor—tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nın Batı’da bir kuşak için yaptığı gibi,” der Pankaj Mishra.
Kendi karanlığımızı adlandırmalı ve yüzleşmeliyiz. Tövbe etmeliyiz. İrade ile körlüğümüzü, tarihî amnezimizi, hukukun üstünlüğüne hesap vermekten kaçınmamızı, sanayileşmiş şiddeti irademizi dayatmak için kullanma hakkımız olduğuna dair inancımızı itiraf etmeliyiz; çünkü korkarım bu, Gazze’deki soykırımın bir istisna değil başlangıç olduğuna işaret ediyor — sanayileşmiş devletlerin yoksul ve savunmasız dünyaya karşı yürüttükleri kitlesel katliam kampanyalarının başlangıcı. Bu, Kabil’in lanetidir. Ve Gazze’deki soykırım anormallikten norma dönüşmeden önce bu laneti kaldırmak zorundayız.
* 'Chris Hedges Gives the Edward Said Memorial Lecture: 'Requiem for Gaza'' adlı makale Nil Sarrafoğlu Kayarlar tarafından çevrilmiştir.

