Her ikisi de nevi şahsına münhasır iki bitki: Biri ta Angola’daki çölün ıssızlıklarından, diğeri Sumatra adasının balta girmemiş yağmur ormanlarından… 1800’lerin sonunda bulunup getirilmiş ve bilim çevrelerinde şaşkınlıkla karşılanmış. Sınıflandırma sisteminin neresine ait oldukları da belirsiz.
Eğer biri size kuş uçmaz kervan geçmez bir çölün ortasında, bükülmüş eğri büğrü yapraklarının ortasında garip biçimli kozalakları olan, sadece iki yaprak veren ve onlarla 2000 yaşına kadar yaşayan bir bitki olduğunu söyleseler, bunu şüpheyle karşılar ve ancak bilim-kurgu filmlerinde karşınıza çıkacağını düşünürsünüz. Bu anlaşılabilir bir durum ama işin aslı şu ki böyle bir bitki gerçekten var: Tree Tumbo ya da bilimsel adıyla Welwitschiae mirabilis…
Charles Darwin onu “Bitki dünyasının Ornitorenk’i” ilan etmiş. Ornitorenk biliyorsunuz, yumurtlayan bir yarı memeli, hem suda hem karada yaşayan, kunduz kuyruğu ve ördek gagası olan hayli sürreal görünen başka hiçbir hayvan türüne benzemeyen bir hayvan. 1799’da bilim adamları ilk kez incelediklerinde farklı hayvanların birbirine dikilmesiyle oluşturulan sahte bir hayvan olduğunu sanmışlar. İşte bu bitki de öyle; bir benzeri daha yok.
Bu çöl bitkisi, 1800’lerin sonunda onu keşfeden Avusturyalı hekim ve botanik bilimci Friedrich Martin Joseph Welwitsch’in adını taşıyor. Portekiz hükümeti için çalışıyor Welwitsch. Bu tuhaf bitkiyi, bilimsel araştırma amacıyla keşif gezisi için gittiği Portekiz sömürgesi Angola’da bulmuş. Massamedes’in (bugünkü adıyla Namibe kırsalının) flora ve faunasını araştırırken karşısına çıkmış. Son derece titiz ve azimli biridir Welwitsch ve bu seyahatinde topladıklarıyla dikkate değer bir koleksiyon oluşturmuş. 550 türü tanımlayarak bilime kazandırmış.
Angola’nın güneyinde kalan düzlüklerde gerçekdışı gibi görünen bu bitkiyle karşılaşan Welwitsch de diğer bütün kaşifler gibi bu zorlu yolculuklar boyunca sıtma, dizanteri, iskorbüt ve bacak ülseri hastalıklarına yakalanmış. Ve bütün bu sıkıntılara sadece onun sözleriyle, “sıcak kumun üzerinde diz çöküp bakmaktan başka bir şey yapamayacağı … hayal ürünü olmasından korktuğu için dokunmaya bile kıyamadığı “bir bitki için katlanmış.
Welwitsch bitkiyi bulduktan sonra, 16 Ağustos 1860 yılında Kew’ın yöneticisi Sir William Hooker’a yazmış, o da mektubu dünyanın ilk taksonomi ve doğa tarihi derneği olan Londra Linne Derneği ile paylaşmış. Welwitsch bu tuhaf bitkiyi tanımlarken, onlara yerli halkın verdiği “n’tumbo” adından ilham alarak Tumboa ismini önermiş.
1862 yılında Kew’in ikinci yöneticisi Joseph Dalton Hooker, bitkiyi The Gardnerer’s Chronicle’da “yüzyıl boyunca gün ışığına çıkmış bitkiler arasında dünyanın en çirkin ama botanik açıdan en muhteşem bitkisi” diye tanımlamış. Bitkinin özelliklerini anlatan daha detaylı bir makale Linne Derneği tarafından 1863 yılında yayımlanmış ve bu kez kaşifi Welwitsch onuruna, olağanüstü anlamını da taşıyan Welwitschiae mirabilis adı verilmiş. Bitki botanik bilimcilerinin çok ilgisini çektiyse de Welwitsch’in - ticari değeri olan bitkiler bulması için onu Angola’ya gönderen- sömürgeci Portekizli işverenlerini pek fazla memnun etmemiş. Botanik dünyasını alt üst eden, eşi benzeri olmayan bir bitki olsa da ticari anlamda onlara kar getirecek ekonomik bir değeri yoktur.
Evet, botanik özelliklerine bakalım biraz… Ona dokunulmadığında yüzlerce yıl yaşayabilen, çölün bu tuhaf yaratığının bitkiler krallığında gerçekten çok özel bir yeri var. Botanik sınıflandırma açısından kozalaklı bitkiler, tohumlu bitkiler ve Ginkgo Biloba arasında Gymnospermae yani açık tohumlular sınıfında yer alıyor. Familyanın adı Welwitschiae. Habitatı ise sınırlı bir alan: Namib çölünün sahil şeridi…
Dünyanın en eski çöllerinden biri Namib. Geniş bir şerit halinde Atlas Okyanusu boyunca, Afrika’nın güneybatı kıyısında uzanıyor. Bir parçası da bitkinin bulunduğu Angola’ya dek ulaşıyor. Düzensiz ve çok az yağış alan bir bölge burası. Çölde yaşayan hayvanlar ve bitkiler sahil sisinin getirdiği çok az miktarda yaşamsal sudan yararlanıyor. Dünyanın bu en “çirkin” bitkisi ise çöl bölgesinin kuzeyinde kalan küçük bir şeritte yaşıyor. Evet, devasa boyutlara ulaşan Welwitschia pek güzel görünümlü olmayabilir ama huyu ve suyuyla kesinlikle olağanüstü…
.
Nasıl bir yaşam döngüsü var, bu zorlu çöl koşullarında yüzlerce yıl nasıl yaşıyor derseniz… Bitki, suya ulaşmak için toprağın en derinliklerine kadar uzanan kazık köke sahip. Kökün üst kısmını kaplayan süngersi kök şebekesi, seyrek yağış alan bölgedeki yerüstü sularını her an çekmeye hazır bir durumda. Bu süngersi kök şebekesinin üst kısmında, bir bölümü toprak altında kalan odunsu gövdeli bir kısa sap ve bitkinin bombeli tepesi yer alıyor.
Bu bitkinin ilginç olan bir özelliği de yaşamı boyunca sadece iki yaprak çıkarıyor olması. Daha fazla sayıda olanlarına da ender olarak rastlanıyormuş ama genelde sapın iki yanından birer yaprak çıkıyor. Kum fırtınasında, çeşitli nedenlerle oluşan yaralanmalarda ya da çöldeki diğer hayvanların otlaması, yemesi nedeniyle sadece birini bile kaybederse, bitki ölüyor. 600 yıl boyunca her yıl 10-15 santim kadar uzayan yaprakların büyümesi hiç durmuyor. Son derece dayanıklı ve kalın bir deriyle kaplı gibi görünüyor. Zamanla kum fırtınalarının yaprakları şerit şerit böldüğü de oluyor; o yüzden ikiden fazla yaprağı varmış gibi de yanıltabiliyor insanları. Kumun üzerinde biçimsiz şekillerde yayılarak uzayan yaprakları antilop, gergedan gibi çölün büyük otçulları ve mikro eklembacaklılar gibi küçük otçul hayvanlar için oldukça zengin bir besin kaynağı… Paramparça, yırtık pırtık ve bükülü yapraklarının pejmürde görüntüsü nedeniyle bu bitkilerin, bitki krallığının en uzun yaşayan yapraklı bitkileri olduğuna inanmak gerçekten zor.
Çöller, üzerlerindeki bitki örtüsü için şartları gerçekten çok zorluyor; bitkilerin savunma mekanizması da ona göre olmak zorunda. Sıcak güneş ışınlarını yansıtabilmeli, su depolayabilmeli ya da küçük ve korunaklı bir gövdeye sahip olmalı. Welwitschiae bitkisi güneş ışınlarını yansıtmakta çoğu bitkiden daha başarılı ama küçük boyut, özel su depolama organları ve mumlu yapraklar gibi çöl bitkilerine özgü bazı adaptasyonlar geliştirmemiş. Dolayısıyla Namib çölünde, böyle büyük yapraklı bir bitkinin yaşamını sürdürüyor olması gerçekten çok şaşırtıcı.
Welwitschiae bunun yerine, üzerinde su ve gazların giriş çıkışlarını sağlayan küçük gözenekler olan stomalarını esnek bir biçimde açıp kapatacak şekilde evrim geçirmiş. Karbondioksitten aldığı karbonu, fotosenteze hazır organik asit halinde depolamayı öğrenmiş. İlginç bir yaşam formu…
Welwitschia bitkileri, erkek ve dişi bitkilerin oluşturduğu kozalaklara sahip. Erkek kozalaklar polenleri üretiyor; onlarda rüzgarda uçarak dişi kozalaklar üzerindeki yapışkan maddeye yapışıyor. Çoğu doğal olarak kısır ya da onları kaplayan mantarlar yüzünden hasarlanmış da olsa yoğun bir yağmurdan sonra belli oranda tohum filizlenebiliyor. Welwitschae’nin ürettiği 10.000-20.000 arası tohumdan sadece 200 kadarı filizlenme potansiyeline sahip.
Çölün diğer hayvanları için barınak da olabiliyor. Bitkilerin alt kısmında Grey’s Lark denen bir kuşun yuva yaptığı, yılanların, kertenkele ve eklembacaklıların korunma yeri olarak kullandığı da görülüyor.
Bugün bu ikonik bitkiler bu bölgede oldukça yaygın durumda, ama dünyanın başka hiçbir yerinde yetişemiyor. Kimileri doğal parklarda koruma altında ve bölgesini temsil eden bir bitki olarak turizm endüstrisine hizmet ediyor. Welwitschia bitkisi sadece insanların ya da fırtınaların yol açtığı hasarlar nedeniyle değil, bir iri antilop cinsi olan Oriks, Keseli Ceylan ve Siyah Gergedan gibi otlayan hayvanlar nedeniyle de koruma altına alınması gereken bir bitki.
Tarihsel geçmişine bakarsak, Welwitschiae, ataları tohumlu bitkilerin dünyaya egemen olduğu dönemde 200 milyon yıl önce ortaya çıkan kadim bir bitki. Fosil kalıntıları Welwitschiae ailesinin bir zamanlar çok daha geniş bir alanda ve çok daha nemli ortamlarda yaşadığını gösteriyor. Afrika ve Güney Amerika kıtaları ayrılırken yaygın biçimde yaşamayı sürdüren ve dinozorların yok olduğu dönemi temsil eden Welwitschiae, ancak 1860’larda, iki kaşif sayesinde botanik dünyasının merkezi, Londra’daki Kew Kraliyet Botanik Bahçelerine ulaştığında modern botanik biliminin ilgi alanına girmiş oldu.
İngiliz sanatçı ve kaşif Thomas Baines de yürüyerek dolaştığı Namib çölünden aldığı örneği Kew’e göndermiş; Joseph Dalton Hooker da mikroskop başında saatler geçirerek bu kendine özgü bitki hakkında güzel bir kitap hazırlamış ama Welwitsch’in bitki peşinde dolaşırken çektiği sıkıntılarla ve hastalıklarla karşılaştırılamaz elbette.
.
Çöl bitkisi Welwitschia mirabilis ile tuhaflık konusunda yarışan diğer bitki ise ölümcül cazibesiyle Amorphophallus Titanum. Dünyanın en kötü kokusuna sahip olduğu için Ceset Çiçeği diye de anılıyor.
Doğa belgesellerinin ünlü sesi ve yüzü Sir David Attenborough BBC’de yayımlanan The Private Life of PLants / Çiçeklerin Özel Yaşamı belgesel dizisinde ise “Titan Arum” adını kullanmış. Amarphophallus kelimesini sık sık tekrar etmenin absürd olacağını düşünmüş olmalı, ben de onun izini takip edip öyle söyleyeceğim.
Titan Arum, 1878 yılında Sumatra’da, yağmur ormanlarının derinliklerinde İtalyan doğa bilimci Odoardo Beccari tarafından bulunmuş. Büyüklüğüyle, dünyanın en devasa bitkilerinden Rafflesia arnoldii’yi bile aşan, “çiçeklerin devi” diye basına tanıtılan bu bitki, Avrupa bilim çevrelerinde yine hem şüpheyle hem de şaşkınlıkla karşılanmış. O dönemin saygın yayınlarından olan The Gardeners Chronicle, Aralık 1878’de farklı yumru ve tohumların “Floransa’ya sağ salim vardığını, gayet sağlıklı ve formda göründüğünü” söyleyerek ihtiyatlı bir tavırla: “Bitkilerin ve hayvanların fosil kalıntılarına bakarak, dünyanın en büyük bitkisi olduğunu söylemekten kaçınıyoruz ama işin doğrusu, bugünün devleri de bunlar. Ama Sumatra’da şu anda varlığını sürdüren başka devler olup olmadığını da bilmiyoruz” diye bir beyanatta bulunurlar. Beccari, The Gardeners Chronicle’da bulduğu bitkinin büyüklüğünden bahsederken oldukça heyecanlıdır: “Ayakta duran bir insan, elini yukarı uzattığında çiçeğin tepesine zar zor ulaşabiliyor… ve açık kollarıyla çiçeğin yükseldiği tabandan huni biçimli sıpatanın ancak yarısını çevreleyebiliyor.”
Beccari elbette çiçeğin ölçüleri hakkında abartmıyordu. 3 metreye kadar büyüyebilen çiçekler, çiçeklenme olarak tanımlayabileceğimiz bir formda tam kök üzerinden açıyor. Bitkilerin, bu kötü kokulu çiçeği, “sıpat” denen dış kısmı koyu yeşil, iç kısmı koyu kırmızı renkte büyük bir taç yaprağıyla sarılıyor. Çiçekler tozlaşmaya hazır olduğunda, bitkilerde termogenez denen bir süreç başlıyor ve çiçeğin tepe noktası 36-38 dereceye kadar ısınıyor. (Termogenez canlıda ısı üretimi işlemi. Bütün sıcak kanlı hayvanlar ve Titan Arum gibi birkaç termojenik bitkide görülebiliyor.) Bitki ardından, bitkinin tozlaştırıcısı yaygın türler olan göksinekler, kınkanatlılar ya da küçük balarıları cezbedecek, çürümüş et kokusuna benzeyen son derece güçlü ve mide bulandırıcı bir koku salıyor. Bitkinin sıcaklığı, kokusu ve rengi, çürüyen cesetlere benzer olduğu için sinekleri de kendine çekiyor elbette. O kadar itici bir koku ki Titan Arum’un “ceset çiçeği” olarak anılması boşuna değil.
Odoardo Beccari, Floransa’daki botanik bahçesinde Beccari, patronu Markiz Bardo Corsi Salviati için getirdiği tohumlardan yetiştirdiği birkaç filizi Kew’a da göndermiş ve kısa bir süre burada da çalışmış. Joseph Hooker ve Charles Darwin ile birlikte çalılşmış. Bu sürede büyük bir ihtimalle, Borneo adalarından Sarawak’a uzanan, Titan Arum ile onu bilim dünyasının zirvesine taşıyan keşif yolculuğundaki en önemli ortağı James Brooke ile burada tanışmış olmalı.
Titan Arum yaklaşık 10 yıl sonra 1889 yılında Kew’da ilk kez açtığında olay yaratmış ve halkın büyük ilgisini çekmiş. O zaman diye tarif edilen acımsı kokudan ziyaretçiler de nerdeyse hastalanacak kadar rahatsız olmuş. Kew’daki ilk çiçeklenmesini Curtis Botanical Magazine için resmeden ve kayda geçiren bitki ressamı Matilda Smith, bitkinin farklı aşamalarında gözlemlemek, çizmek, doğru renkleriyle boyamak için saatlerce dayanmak, “çürümüş balık ve yanmış şekerin birleşimi” diye tarif ettiği o kokuyla baş etmek zorunda kalmış; hatta sonunda hastalanmış da… 1926 yılında bu bitki yeniden çiçeklendiğinde ziyaretçilerin akınına uğrar, kalabalıkları kontrol etmek için polis bile çağrılır.
Titan Arum bugün hala kültüre alınması en zorlu bitkilerden biri. En iyi koşullarda bile yeniden çiçeklenmesi 8 yılı bulabiliyor. 2005 yılından beri Kew’da deneyimler ve yeni uzmanlıklar sayesinde her yıl bir çiçek açıyor. Her açtığında da kalabalıklar berbat kokusuna rağmen onu görmek için hala akın akın botanik bahçesine koşuyor. Dünyanın en çirkin ama en merak uyandıran çiçeği… İki ay önce Kew Garden’da, yine burunlar tutuldu ve geri sayım yapıldı ve Galler Prensesi Serasındaki Titan Arum açtı ve iki gün boyunca yüzlerce insan tarafından ilgiyle izlendi.
Bitki ressamı Işık Güner de radyodaki sohbetimizde Edinburgh Royal Botanical Garden adına diğer bitki ressamları Jacqui Pestell ve Sharon Tingey ile birlikte, bir proje kapsamında bire bir ölçekte Titan Arum üçlemesini yaptıklarını, hatta yıllar sonra çiçeklenme aşamasına da tanık olarak resmi tamamladıklarını anlatmıştı. Resim kraliyet bahçesinin koleksiyonunda bugün.
Şarkıcı / Yorumcu | Parça Adı | Albüm Adı | Süre |
---|---|---|---|
Herbert von Karajan Berlin Filarmoni Orrkestrası | Yaylılar için Opus 48 Do Majör Seraneade | Pyotr Ilych Çaykovski | 04:10 |