Esra Türkekul Kapalıçarşı Cinayeti Esen Kitap, 2013, 256 s. |
Romanlarda sürekli “yakışıklı” erkek ve/veya “güzel” kadın karakterlerle karşılaşmak birkaç örnekten sonra sinir bozucu olabiliyor. (Kıskanıyor değilim!) Üstelik bu karakterlerin çoğunun maddi sıkıntı çekmedikleri bir hayat sürmesi de cabası. (Belki bu biraz kıskanılabilir!) Tektipleşen bu karakterler, bir süre sonra, artık hangi hikâyede yer alırlarsa alsınlar karşılaşma sıklığıyla orantılı bir şekilde okurun gözündeki inandırıcılıklarını yitiriyorlar.
Polisiyelerden de, maalesef, aşinayız bu karakterlere... Dolayısıyla, söz konusu kalıpların dışına çıkabilenlere daha sıkı sarılabiliyoruz belki de; en azından daha toleranslı oluyoruz. Esra Türkekul’un Kapalıçarşı Cinayeti isimli romanının Berna’sı da böylesi bir polisiye karakteri: “Cesedin boynunda bulunan morluklardan katilin el izinin çıkarılması [sanırım burada “parmak izi”nden bahsediyor] veya olay yerinde bulunan bir toz parçasının spektrum analizinin falan yapılması söz konusu değildi. Üstelik tek tuşa basıp istediğim kişinin banka hesap hareketlerini, bilgisayarlarından hangi sitelere girdiklerini öğrenemezdim. Kendimi kriminal laboratuvarda mor bir sıvıyı, test tüpündeki zerreciklerin üzerine dökerken; santrifüje bakıp dikkatle not alırken görüyordum. Siyah, kemik gözlük takıyordum. Otoriter ve feci seksiydim. Mükemmel formdaki kaslı ama kadınsı vücudum ve sihirle fön çekilmiş, asla bozulmayan saçlarımla çekiciliğimi sofistike bir biçimde vurgulamış oluyordum. Cinayeti tek başıma çözüp Muzo’yu kendime köpekler gibi âşık ediyordum. Bu arada cazibemden feleğini şaşıran Timur, kendisine geri dönmem için yalvarıyor, ben yüz vermeyince de sinir buhranları geçiriyordu.” Bu cümlelerdeki tanıma aslında tam zıt fiziksel ve ruhsal özelliklere sahip Berna'nın bu iğnelemeleri, birilerinin canını fena halde yakabilir gerçekten de!
Tek kriter elbette yalnızca karakterin “sıra dışı”lığı değil; Türkekul’un, merakı sürekli canlı tutabilmesi de Kapalıçarsı Cinayeti romanını öne çıkaran unsurlardan.
Turistlere özel şehir turları hizmeti veren bir şirketin rehberlerinden biri olan Berna, takvimlerin aralık ayının üçünü gösterdiği o cumartesi sabahı Amerikalı Andrew Reynard ve karısı Grace ile, gezip görmek istedikleri yerlerde onlara eşlik etmek üzere bir araya gelir. Pek sevimli bir ilk karşılaşma olmamıştır ama asıl can sıkıcı olan, sonrasında Andrew Reynard’ın Kapalıçarşı’daki Kazaz Han’da bir cinayete kurban gitmesidir. Zaten olayın içinde bulunan Berna, Başkomiser Fatih’in ısrarıyla soruşturma sürecine de dahil olur; böylelikle “acemi” polisiye kahramanımız –kendi deyimiyle– “balıketi bir hafiye”ye dönüşür...
Olayların dar bir kadroda sıkışıp kalmış gibi bir görüntü çizmesi, baştan sona birinci tekil şahışta anlatılan bir hikâyede neden o italik cümlelere ihtiyaç duyulduğu, mekânların herkes Kapalıçarşı’yı iyi biliyormuş gibi tasvir edilmesi gibi bazı “aksaklıklarına” rağmen, Kapalıçarşı Cinayeti, özellikle bir ilk roman olması dolayısıyla dikkate değer. Umarım, Berna’nın maceraları devam edecektir...