Düşün ki Yabancı Sensin

-
Aa
+
a
a
a

Hrant Dink’in anısına, Boğaziçi Üniversitesi'nde dördüncüsü düzenlenen “Hrant Dink İnsan Hakları ve İfade Özgürlüğü Konferansı”nda, Britanyalı aktör, insan hakları savunucusu ve Avrupa Parlamentosu üyesi Michael Cashman’ın 14 Ocak 2011 tarihinde yaptığı “Düşün ki Yabancı Sensin: Lezbiyen, Gey, Biseksüel ve Transcinsiyet Bireylerin (LGBT) Haklarını Savunmak" başlıklı konuşması:

Dinlemek için:

İndirmek için: mp3, 26 Mb.

***

Hanımlar, Beyler ve Diğerleri, Sevgili Dostlar, Saygıdeğer Konuklar, bugün burada bulunmak bana heyecan veriyor ve Hrant Dink anısına dördüncü konferansın benden istenmesi beni derinden onurlandırıyor.

 

Türkiye gönlümde özel bir yere sahip olan ve uzun yıllardır tanıdığım bir ülke. Burada pek çok arkadaşım var. Türkiye’nin AB’ye katılma başvurusunu da daima destekledim. Fakat muhtemelen bu tartışmayı başka bir zaman ve başka bir yerde yapmak lazım.

 

Beni buraya getiren ilginç bir yaşam yolculuğum var. Ve bu yaşam boyunca annem, babam ve bundan beş sene önce hemcins partnerlik üzerinden evlendiğim 27 yıllık eşim Paul Cottingham’ın sevgisiyle kutsandım.

 

Doğu Londra’nın işçi sınıfı kesiminde yaşayan yoksul bir ailede dünyaya geldim. Babamla aynı yolu izleyip bir dok işçisi olmam bekleniyordu. Fakat kaderin bir oyunu sonucu, 11 yaşında okulda siyah bir blues şarkıcısı olan Eartha Kitt’i taklit ederken bir tiyatro ajanı tarafından keşfediliverdim! Birkaç hafta sonra “Oliver” oyununun Londra prodüksiyonunda Oliver’i oynuyordum ve böylece 37 sene sürecek bir kariyere adım atmış oldum. Tiyatro, televizyon ve sinema filmlerini kapsayan 35 senelik kariyerimde BBC’nin en popüler haftalık dizisi EastEnders’da da rol aldım ve ilk basmakalıp olmayan gey rolünü oynadım. Bu rol esnasında bir İngiliz dizisinde ilk kez bir gey öpüşmesini paylaşarak sansasyona yol açtım. Bu öpüşme medyada ve siyasette büyük bir tartışmaya neden oldu. Tartışma, gerçek hayatta da gey olduğumu öğrendiklerinde daha da büyüdü!

 

Çok okunan popüler gazeteler çılgına dönmüşlerdi ve siyasetçiler, basit bir nedenle, oynadığım karakterin diziden çıkarılmasını talep ediyorlardı: Diziyi aileler izliyordu! Sevgilimle ilişkim basın tarafından ifşa edildi ve adresimiz yayınlandı. Taşlarla camlarımız kırıldı. Aşırı sağcılar tarafından ismim bir hedef listesine konuldu ve ölüm tehditleri aldım.

 

BBC de ben de duruşumuzu koruduk ve üç yıl daha dizide oynamaya devam ettim. Bu arada dizide habire öpüşüp duruyordum.  Ancak tam da o sıralarda muhafazakâr hükümet, homoseksüelliğin “teşvik edilmesi”ni yasaklayan bir gey karşıtı kanun çıkardı. Bu tehlikeli ve kötücül kanun “teşvik”ten ne anladığını ortaya koymuyordu ama özel ve kamusal sansüre yol açtı.

 

AIDS ve HIV’in Birleşik Krallık medyasında, tırnak içinde, “gey salgını” olarak tanımlandığı bir dönemde bir hükümetin bunu yapabilmesi, yasal koruma içermeyen hoşgörünün kamusal ya da özel “ahlak” denen şey temelinde nasıl hızla olumsuz eylemlere dönüşebileceğinin kanıtıdır.

 

Bu aynı kanun aile kavramını sadece bir erkekle bir kadın arasındaki birlik olarak dayatmaya uğraşıyordu.

 

Dürüst olmam gerekirse, dünyayla ilgili gerçek deneyimlerimi edinmem ve insanların beni ya da bana benzer kişileri nasıl gördüğünü anlamam genç bir gey oluşum üzerinden gerçekleşti. Farklı olduğumu biliyordum ve “gerçek” beni kimlere göstereceğim konusunda seçici olmak zorundaydım. Bu zorundalık sadece 18 yaşıma girene kadar gey olmanın yasadışı olmasından değil, başka pek çok nedenden kaynaklanıyordu. Teşhir edilebilir, herkesin içinde gülünç düşürülebilir, şantajla veya korkutularak haraç ödemekle karşılaşabilir, hapsedilebilir ya da “zihinsel rahatsızlık” tedavisine alınıp elektroşoka bile sokulabilirdiniz. Doğup büyüdüğüm çevrede bile kendimi gizlemek zorunda olduğumu da biliyordum. Ne var ki bir konuda şanslıydım: Bir gey, bir eşcinsel olduğumun farkındaydım ve bu konuda kendimi asla kandırmadım. Birkaç sene sonra da, bunu diğer insanlardan da saklamamaya karar verdim ve kimliğimden gurur duyar hale geldim.

 

Politikaya geç yaşta girdim. Buna karar vermemde Birleşik Krallık’taki gey karşıtı kanunlar ve muhafazakâr Thatcher hükümetinin çıkardığı yeni bir gey karşıtı kanun etkili oldu.

 

1999’da Avrupa Parlamentosu üyeliğine seçildim ve parlamentodaki hizmetim süresince AB’nin 27 ülkesinin yurttaşlarının olduğu kadar dünyanın her tarafındaki ülkelerin vatandaşlarının da eşitlik davasının takipçisi oldum.

 

Avrupa Birliği’nin diğer ülkelerle, ticaret ve kalkınma gibi alanlarda yasal antlaşmaları vardır ve bunlar üzerinden insan hakları da teşvik edilir.  Dolayısıyla, Kalkınma Komitesi’nin ve Afrika, Karayipler ve Pasifik Ortak Parlamento Asemblesi’nin bir üyesi olarak sesi duyulamayanlar için konuşmayı, sessiz bırakılanların sesi olmayı kendi işim, zorunluluğum, sorumluluğum olarak değerlendiririm.

 

Bu beni her zaman popüler kılmaz! Ama zaten politikaya popüler olmak için giriyorsanız, işin sonunda değil, ta en başında aklınızdan zorunuz var demektir!

 

Dolayısıyla bütün bu ve bundan başka nedenlerle, Hrant Dink’in cesareti ve yaşamı anısına düzenlenen bu konuşmayı veriyor olmaktan gurur duyuyorum. Bu konuda çok şey söylemeyecek ve şunu belirtmekle yetineceğim: “Ertelenmiş adalet, adaletin yok sayılması demektir!” Başlangıçta birkaç kişi için ama daha sonra çoğunluk için...

 

Şimdi kendi konuşmama dönüyorum. Bu fırsatı azınlıkların hakları hakkında düşünmeye ayırarak değerlendirmeye çalışacağım. Özellikle de lezbiyen, gey, biseksüel ve transcinsiyet azınlığın haklarına eğileceğim. Özellikle Türkiye’ye yoğunlaşacak değilim ama Türkiye’ye de değineceğim elbette.

 

Doğal olarak, lgbt bireylerin haklarını değerlendirirken nihai olarak tüm azınlıklar ve nasıl kaçınılmaz biçimde birbirimizle ilintili olduğumuz hakkında düşünüyor olacağım.

 

Hiçbir birey –ailelerde bile ve hatta belki özellikle ailelerde– bir diğerine tıpatıp benzemez. Dolayısıyla, azınlık denen gruplara giren bireyler de, bu gruplara girmeyenlerden olduğu kadar birbirlerinden de farklıdırlar. Sadece bazı özellikleri paylaşıyorlardır. Bu özellikler gerçek, dayatılmış ya da muhayyel de olabilirler.

 

Eğer bu konuşmada kimseyi incitirsem bilin ki, bunu bilerek yapmıyorum. Eğer sarsılmasına, şoke olmasına yol açarsam, bilerek yapıyorum demektir. Ancak amacım, Shakespeare’in Kral Lear’in sonunda söylediği gibi, “söylemeye mecbur olduklarımızı değil, hissettiklerimizi söylemek.” Bu, bir politikacıdan beklenecek en önemli özellik midir, tartışmalı; ancak bir insan hakları savunucusu için öncelikli konumda olduğu kesin.

 

Elbette görüşlerim bana ait. Dünyayı ancak kendi gözlerimiz aracılığıyla tam olarak görebiliriz. Kaldı ki, o zaman bile KENDİ hakikatimiz üzerinden görürüz. Eğer sizi incitir ya da sizden farklı görüyor olursam, anlayışınızı ve sabrınızı rica ediyorum. Yollarımız farklı olabilir ama varmak istediğimiz yer –daha iyi, eşit ve adil bir dünya– hepimiz için ortak olsa gerek.

 

2011 vaat ettikleri ve bu vaatlere bağlanan ümitler açısından öne çıkan bir yıl. Şu ana kadar krizler çıktı, geçti ve yeniden çıktı.  Kalıcı savaş, zorbalık, açlık, yoksulluk ve umursamazlık sorunları ortada durmaya devam ediyor. Evet, bizi çevreleyen insani ıstıraba ve kadınlar ile erkeklerin hakiki ve benzersiz potansiyellerini gerçekleştirmeleri için var olan sonsuz olanağa yönelik umursamazlık devam ediyor.

 

Peki, ama bu umursamazlık nereden çıkıyor? Neden kendi kendimizin hem zindancısı hem de kurtarıcısı olduğumuzu şimdiye kadar öğrenemedik? Niçin bir baskı hiyerarşisini habire yeniden yaratıyoruz? Ben gerçekten senden farklı mıyım ve sen de benden? Diğerlerini kendimizden aşağıya yerleştirmek bize güvence veriyor ve buna dayanarak onları keyfi biçimde mahkûm edebiliyoruz.

 

Ben burada eşitliği savunmak istiyorum; bazıları ya da bir kişi için değil, hepimiz için eşitliği. İlke, hepimizin eşit doğduğunu söylüyor. Doğum ve ölüm anında hepimiz eşitiz. Ancak zaten farkı ortaya çıkaran da doğumla ölüm arasında geçen zaman.

 

Özellikle de lezbiyenlerin, gey erkeklerin, biseksüellerin ve transcinsiyet bireylerin insan haklarını savunacağım; toplumda kendilerinin işledikleri günahlardan daha ziyade kendilerine karşı günah işlenen bir grubun insan haklarını. Burada içerilme, dâhil edilme yönünde bir savunu sunacağım. Kanunun önünde, lgbt bireylerin ve gey bir erkek olarak benim, ayrımcılığa uğramama, eşit muamele görme ve kanunun sunduğu eşit korumadan yararlanma yönünde bir savunu. Daha üstün haklar değil, sadece eşit haklar. Tüm dünya ve Avrupa ülkelerinde lgbt bireylerinin mahrum bırakıldıkları haklar! Avrupa’yı özellikle anıyorum çünkü herkesin haklarını inceleyebilmek ve destekleyebilmek için, kendimize de aynı aynadan bakma cesaretini gösterebilmemiz gerekir. Ancak bu yoldan, aynı standart ve ilkeleri uygulayarak insan haklarının evrenselliği ilkesini gerçekten savunmak mümkün olabilir.

 

Hiçbir engel ve ulusal sınır tanımayan evrensel insan hakları.  Her insanın sahip olması gereken haklar. Sahip olması gereken ama olamadığı haklar. İnsan haklarınının yok sayılması tamamen farklılık zemininde gerçekleşir ve yok sayma çoğunlukla yanlış bilgilendirme ve yanlış anlama üzerinden geçerli kılınıp desteklenir.

 

Eşitliğe ulaşabilmek için bizi ayıran ve bölen şeyi kutlamalıyız. Hakikaten inandığım bir şey var: Ancak “öteki”nin haklarını savunarak kendi haklarımı savunulabilir kılarım. “Öteki”, benim eşitliğe ulaşmamı tamamıyla karşıyken bile bu böyledir.

 

Bir gey erkek olarak ayrımcılıkla habire yüzleşmek durumundayım. Bazen görmezden gelmem de gerekiyor. Bir politikacı olarak ötekilerin haklarını savunuyorum. Ayrıca bir insanoğlu, yaşayan ve nefes alan bir vücut olarak da saldırıya uğrama ihtimali olan ötekilerin haklarını savunmam gerekir. Birlikte yaşamamızın tek yolu, farklılıkları dikkate almadan, eşit hakları paylaşan eşit yurttaşlar haline gelmemizden geçiyor. Paylaşılacak eşit haklar arasında ayrımcılığa maruz kalmamak da yer alıyor.

 

Bu arenada devletin, eşitliğin sağlayıcısı ve koruyucusu olmak gibi yaşamsal bir rolü var. Aslında bu her gerçek demokrasinin zemini olmalı: Yurttaşlık ve politik haklarla birlikte evrensel insan haklarının geçerli olması. Hatta bir toplumun azınlıklarına nasıl davrandığının ne kadar uygar olduğuna yönelik bir “litmus testi” olduğunu da iddia edebilirim. Zaten çoğunluk dediğimiz şey de, azınlıkların bir araya gelmesiyle ortaya çıkmaz mı? Öte yandan, bireyin yaşamını tam olarak yaşamasını sağlayacak ayrımcılık karşıtı kanunların gerçekleştirilmesinde pek çok çatışma da olacaktır.

 

Bu da bizi hakların dengelenmesine yönelik zor ödevle karşı karşıya getirir. Burada genellikle din ya da inanç konularıyla uğraşırken ortaya çıkan bir çatışma söz konusudur. Tabii burada din ya da inancı, örgütlü dinin iktidar zemininden ayrı tutmak gerekir. Örgütlü dinler, özel ve kişisel olanı kamusal ve bence daha tehlikeli bir biçimde politik alana yerleştiren güç organizasyonlarıdır.

 

Din ya da inanç genellikle lgbt bireylerine eşit haklar ve eşitlik tanınmasını reddetmenin zemini olarak kullanılır. Lgbt olmanın dine ve tanrının iradesine karşı olduğu bağırış çığırış iddia edilir: Bu doğal değildir. Aileye karşıdır. Kutsal kitaplara aykırıdır. Hâlbuki bu sadece bir görüştür; aynı dine ya da o dinin belirli bir koluna inananların bazen –ama her zaman değil– paylaştıkları bir görüş.

 

Kaldı ki aynı kutsal kitaplar hem ırklar arası hem dinler arası evlilikleri de tanrının iradesine karşı gelmek olarak kabul etmişlerdir.

 

Din iyiliğe yönelik bir güçtür ya da öyle olabilir. Öyle olduğu halde, nasıl olmuştur da bölünmeye ve bazen de adaletin yok sayılmasına destek verecek biçimde yönlendirilebilmiştir? Örgütlü din acaba izleyicilerinden uzaklaşıp başkaları üzerinde iktidar oluşturmaya çalışan manipülatörlere mi yakınlaşmıştır? Bu soru cevaplandırmayı bekliyor!

 

Ancak bence en önemli nokta, din ya da inancın başkasına dayatılmaması gerekliliğidir. İnsan haklarını dengede tutmanın anahtarı da budur. İnanmak bir haktır ama inanç başkasına dayatılmamalıdır; özellikle de dayatanınkine nispeten ötekinin hakları daha sınırlıysa.

 

Bazı inananlar, karşılaştırmaya gidildiğinde, kendi haklarının azaldığını iddia etmekteler. Ama bu doğru değil. Bir dinin inananları, eşitliğin arttığı durumlarda da, inanmaya, ibadet etmeye, doğru yolu ve doğru hayatı bulmaya ve kendi vicdanlarıyla tanrı arasındaki bağlantıyı sürdürmeye hak sahibiler. İnsan hakları ya da özgürlüklerde, eşitlik ilkesinin temel alınması dışında hiçbir değişiklik olmayacaktır.

 

Muhtemelen din ve inanç sahip olabileceğiniz en kişisel ve özel yaşantıdır. Özel ve kişiseldir ve aynı zamanda, yeniden vurgulamak gerekirse, başkalarına dayatılmamalıdır.

 

Dinsel inanç seçimine her zaman saygı gösterilmelidir ama evrensel insan hakları içinde öncelikli olmamalıdır. Bütün haklar eşittir ve herkesin yararlanmasına açıktır.

 

Seçim. Haktan yararlanma. Hakkın savunulması. Ve hepsinin temelinde de ifade özgürlüğü. Kendinizi ifade edebilme ve yaşamınızı ayrımcılığa ya da zulme maruz kalmadan yaşama özgürlüğü. Her insan seçtiği biçimde yaşar ve seçimlere kanun dairesinde olduğu sürece hürmet edilmelidir.

 

Din ve inanç, kişisel ve özel ve politikadan ayrı. Bütün dinleri koruyan ama aralarında ayrıma gitmeyen, laik kalan devlet.

 

Peki niçin? Çünkü din ve politika en zehirli karışımlardan biri haline gelebilir. Dünyaya şöyle bir göz attığınızda, bu zehirli karışımın sıradan erkek ve kadınların yaşamlarını ve hayallerini nasıl parçalara ayırmakta kullanıldığını hemen görebilirsiniz. Aşırılıkçılar daha fazla güç elde etmek için dini istismar etmiş ve kullanmışlardır. Bundan zarar görenler de hep seçme şansı olmayanlardır. İşte bu yüzden Papa haksızdır. Asıl sorun dinin hoşgörüsüzlüğü değil, bazı örgütlü dinlerin ötekilere sergilediği hoşgörüsüzlüktür. Sorun budur. Din ve inanç hoşgörü ve anlayışı arttırmak için kullanılmalı. İnsanlar arasındaki çeşitlilik ile sevme ve sevilme becerimizi kutsamak için kullanılmalı. Farklılığımız bize karşı kullanılmamalı; bunun yerine, birlikte var olmanın bir parçası olarak kabul edilmeli.

 

Devlet sadece dine dayalı dar görüş ve inanç sistemlerini asla desteklememeli.  Bunu yapmak, demokratik sürecin altını oymak ve sonunda devleti seçilmeyenlerin denetim ve kontrolü altına sokmak demektir.

 

Bu noktada, yakınlarda olan bir olayı hatırlatmak istiyorum. Bildiğiniz gibi, Mısır’ın İskenderiye şehrinde Hristiyan Kıpti Mısırlılara terörist saldırılar vuku buldu ve yılbaşı gecesi bir kilisede 21 kişi öldürüldü. Çoğunluğu oluşturan Müslüman cemaatin tepkisi ne oldu? Bir hafta sonra binlerce Müslüman erkek ve kadın, Kıpti Noeli için yapılan törenlerde Kıpti kiliselerini doldurdu ve terörist saldırılara karşı canlı kalkan vazifesini üstlendi. Muhammed El-Savvy “Ya birlikte yaşarız ya birlikte ölürüz” diyordu. İşte bu, dinin nasıl hayırlara vesile olabileceğinin delilidir.

 

Bir lgbt birey kendi hayatını yaşayarak, eşini seçerek, ailesini kurarak, görüş ve düşüncelerini ifade ederek kim olduğunu ifade edemezse, yaşamını nasıl dolu dolu yaşayabilir ve kendine ait eşsiz potansiyeli gerçekleştirebilir? İnsan zulümden ya da ayrımcılıktan kaçmak için bir yalanın içinde yaşarken, gerçek potansiyelini nasıl ortaya çıkarabilir? Çifte yaşam, çifte standartlara ve çifte ıstıraba neden olur.

 

Halkın ya da devletin sıradan kadın ve erkeklerin özel yaşamlarına kafayı takmasını hiç anlayamıyorum. Mahremiyet hakkı, bir aile kurma hakkı, örgütlenme hakkı... Bunlar da insan hakları.

 

2010 sonunda ünlüce bir aktör Hollywood’un homofobik olduğunu ve gey bir bireyin orada başarılı bir kariyer elde etmek için kimliğini gizlemesi gerektiğini söyledi. Bir başka deyişle, çifte yaşamı ve bir başkasıymış gibi yapmayı tavsiye ediyordu; bir başkasının kimliğine bürünmeyi.

 

Ama böyle davranmak lezbiyen, gey, biseksüel ve transcinsiyet olmanın olumsuzluğunu kabullenmek demek. Kendini ilan etmekten korkan aşk. Tarihten silinmiş haldeyiz ve toplumda eşit olarak kabul edilmiyoruz: Ünlü, tanınmış ya da başarılı olamayız. Başarılı olmamız için kandırmaya mecburuz: Önce diğerlerini sonra da kendimizi. Genç lgbt bireylerine yolladığımız mesaj da korkunç. Onlara demiş oluyoruz ki: Sizin yaşamlarınız ikinci sınıf. Duyduğunuz aşk lekeli ve değersiz. Deneyimleriniz çarpık. Böylece genç yaşamlar bir özsaygı eksikliği, zorbalık, transfobi, homofobi spirali içerisinde başlayıp devam edecek ve yok edilecektir.

 

Holywood aktörünün söylediği, ben aktörken bana da söylenmişti: “Kariyerini düşün, geleceğini düşün.” Ama ne için? Kim olduğunu inkâr ediyorsan elde ettiğin şey de sonunda değerini yitirecektir. Ruhunu satıp dünyayı alan adamın kazancı ne olabilir? Oysa halkların, hükümetlerin ve yasa uygulayıcılarının lgbt bireylerden talep ettiği tam da budur.

 

İran’a geri yollandığında asılarak idam edilecek olan İranlı genç geye kim ve ne olduğunu saklarsa güvende olacağı söylenmişti. Kanun nezdinde eşit korumaya sahip olunamayan bir hayat ne biçim bir hayattır? Irak’taki, Orta Doğu, Afrika, Güney Amerika, Birleşik Devletler’in bazı yerlerinde, Asya’da, Avrupa’da görülen tahammülsüzlük. Kanunlar lgbt bireyleri sadece ve sadece kim oldukları ve rızaya dayalı olarak kimi sevdikleri üzerinden suçlu duruma düşürüyor. Gey, biseksüel, transcinsiyet ve lezbiyen yaşamlar ahlakçılık mazeretine dayanan kişi ve örgütlerce küçültülüyor, karalanıyor ve kıymetsiz kılınıyor!

 

Eşcinseller için idam cezası getirilmesini tartışan Uganda’da ahlak nerede? Üstelik böyle bir cezaya karşı durması gereken Afrikalı piskoposlar buna destek veriyorlar.

 

Bu yanlış ve ne kadar “tanrı ve din” derseniz deyin, bunu doğru kılamazsınız.

 

Kendimize soralım: Bu insanlar neden korkuyorlar? Heteroseksüelliğin bu kadar kırılgan olduğuna mı inanıyorlar ki, farklı olanı yok edip yasaklayarak onu koruyacak kanunun kudret ve kuvvetine sığınıyorlar? Yok etme tehdidinin boyun eğmeye yola açacağına mı inanıyorlar? Yol açtıkları ve arttırdıkları eziyetin hayırlara vesile olacağına cidden inanıyorlar mı? Neden korkuyorlar? Seçimden mi? Yoksa farktan mı?

 

Ayrıca seks yaşamlarımıza yönelik toplumsal takıntı nedeniyle, sıradan kadın ve erkeklerin oğul ve kızları olan lgbt bireylerin sıradışı hale getirildiğini de göremiyorlar, değil mi?

 

Oysa yaşamlarımızda seksten çok daha fazlası var. Aşk, ilişki, aile, iş, arkadaşlar  ve din. Herkesin bayıldığı şeylere biz de bayılıyoruz ve kimsenin sevmediği şeyleri biz de sevmiyoruz. Biz de kanlı canlıyız, ümitlerimiz ve korkularımız ya da hayallerimiz ve hayal kırıklıklarımız var.

 

Biz de aile bireyleriyiz. Abiyiz, ablayız, amca ya da dayıyız, hala ya da teyzeyiz, kuzenleriz, yeğenleriz ve anne ve babayız da. Çekirdek ailenin ayrılmaz, sevgi dolu ve tam içinde yer alan unsurlarıyız.

 

Erkekle kadın üremeye devam ettiği sürece lgbt bireyler de var olmaya devam edecek. Bu kadar basit! Aileyiz. Severek, rızaya dayalı ilişkileri veya sabit, dayanıklı ilişkileri kurma ve sürdürme fırsatlarını arayarak toplumun yapı taşları arasındaki rolümüzü oynamaya çalışıyoruz.

 

Ama yine de insanlar bize karşı olmaya ve bazı ülkelerde bizi suçlu durumuna düşürmeye devam ediyorlar. Bazı ülkelerde devlet başka tarafa bakarmış gibi yaparken eşcinseller ve trans bireyler öldürülüyor. Burada, Türkiye’de düzinelerle trans birey öldürüldü ve öldürülmeye devam ediyorlar. Bazı ülkelerde de idama mahkum ediliyoruz. Kimi sevdiğimiz ve rızaya dayalı olarak kimle ilişkiye girdiğimiz basit gerçeği üzerinden idama mahkum ediliyoruz. Özgürlükle ya da insanın ruhunu yükselten ve destekleyen ilahiyatla sarmalanmak bu olmasa gerek. Bu, zalimin ezici ağırlığı. Bu insanlık dışı.

 

Halka açık bir biçimde asılarak idam edilen iki genç İranlı yeniyetmenin resmi hep gözümün önünde. Suçları birbirlerini sevmek. Peki yetkililer bu gencecik yaşamları yok ederek ne elde etmiş oldu? Düpedüz hiçbir şey. Bugün yine İran’da 17 yaşındaki bir genç işlemediği bir suç nedeniyle idam edilmeyi bekliyor. Sadece kimin yaşayıp kimin yaşamayacağına karar verme yetkisine sahip bir rejim bu adaletsizliği reva gördüğü için.

 

Hâlâ klüplerimiz ve barlarımız kapatılmaya devam ediyor. l, g, b ya da t olduğumuz için kovalanıyoruz. Barınma, bir otelde kalma ya da hizmet alma hakkından mahrum bırakılıyoruz. Bazı durumlarda dindar lgbt bireyler afaroz ediliyor ve dinsel cemaatlerinden dışlanıyorlar.

 

STK’larımızın web siteleri engelleniyor ya da kapatılıyor. Doğru enformasyonun bu şekilde dağılımı engellenmiş oluyor. Böylece yaşamlarımız yanlış ya da karalayıcı bilgi üzerinden anlatılmaya devam ediliyor. Eğitim hayatında bizim hakkımızda akla dayalı bir tartışma yürütülmesine izin verilmiyor. Ancak dünyada yüzlerce yıldır süregelen bu baskıya rağmen var olmaya devam ediyor, kendimizle ve dolayısıyla atalarımızla barışık bir yaşam sürme talebimizi sürdürüyoruz. Annelerimiz, babalarımız, büyükanne ve büyükbabalarımızla barışık bir yaşam. Bizi dünyaya getirenlerle barışık bir yaşam.

 

Başkalarının hayatını yaşarsak, atalarımızın bizi yaptıkları malzemeyi yok saymış oluruz.  Genlerimizi yok saymış oluruz. Kültürümüzü yok saymış oluruz. Mirasımızı yok saymış oluruz. Tam olarak olmamız gereken kişiler olmadığımızda, bize hayat veren kuşaklar harcanmış fırlatılıp atılmış olur.

 

Başkalarıysa ya uyum sağlamamızı ya da sonuçları göze almamızı salık verirler. Bunların düşüncesine göre, lgbt olmayı seçtiğimize göre olmamayı da seçebiliriz. Doğa mı yetişme mi? Bütün gece boyunca tartışabiliriz. Ama bir an için cinsel yöneliminizi seçebildiğinizi düşünün. Lezbiyen ya da gey ya da biseksüel ya da transcinsiyet ya da heteroseksüel olmayı seçebilmek. Bir an için düşünün!

 

Bugüne kadar heteroseksüel olmayı seçmiş bir heteroseksüelle hiç tanışmadım. Bir sabah uyanınca “Evet! Bunu seçince büyük olasılıkla işimi, evimi, ailemi, kanunun korumasını ve hatta hayatımı kaybedeceğimi bile bile lgbt olmayı seçiyorum!” diyen bir lgbt de tanımıyorum.

 

Gerçekçi olalım. Uyum sağlamak çok daha iyi sonuçlar doğuracakken bu seçimi kim yapabilir?

 

Fakat kriz dönemlerinde aşırılık öne çıkar ve belirleyici olur.

 

Tüm Avrupa’da tahammülsüzlük ve ayrımcılığın yükselişte olduğunu görüyoruz. Her ne kadar baş sorumlu olarak ekonomik gerilemeye işaret edilse de, koku tellalları ile nefret tacirlerinin her zaman ortalarda olduğunu da unutmamak lazım. Bunlar bütün tarih boyunca yaptıkları gibi sessizce kendi anlarının gelmesini bekliyorlardı. Tarih gerçekten de geleceğe dönük başöğretmenimiz. İki seçeneğimiz var: Ya tarihi tekrar etmekten kaçınacağız ya da tekrarlayacak ve o tarihin esiri olacağız.

 

Avrupa’da işler bu kadar kötü giderken daha fazla Birlik’e ihtiyacımız var. Daha azına değil. Vatanseverlik kisvesine bürünmüş dar bir milliyetçiliğe gerilersek ekonomik ve toplumsal meydan okumalara asla karşı koyamayız. Ötekilerle güçlerimizi birleştirip ortak tehdit ve çıkarlarımızın farkına varmadığımız sürece etrafımızda esmeye başlayan fırtınalara göğüs geremeyiz.

 

Yunanistan ve İrlanda gibi Avro bölgesinde yer alan bazı ülkelerin karşılaştığı eknomik kriz ve meydan okumalar, Avro bölgesinde olsun ya da olmasın bütün uluslara yönelecek kriz ve meydan okumalar. İzolasyonculuğun bizi koruyacağına inanmak çılgınlıktan başka bir şey değil.

 

Avroya kuşkuyla yaklaşanların bizi inandırmaya çalıştığı üzere, sorunlarımızın temelinde çok fazla kural ve düzenlemenin var olması yatmıyor. Asıl sorun bu kural ve düzenlemelerin yok sayılmış olmasından, desteklenmemesinden kaynaklanıyor.

 

Böyle bir dönemde Avrupa Birliği’nde birbirimize sırt çevirmemiz tarihimizi tekrarlamak anlamına gelecek. Başka bir ülkenin başına gelenlerin bizle hiçbir alakası olmadığını savunmak mantığa kafa tutmaktır. Bu evimizin bir bina sırasında yer alması ve sıranın en ucunda yangın çıması gibi düşünülebilir. Aldırma deriz, keyfine bak, bizimle bir alakası yok, nasılsa birileri yangını söndürür. Sonra rüzgâr dellenir, alevler sıçrar ve aniden artık bir şeyler yapmak için çok geçtir. Bizim yardım edebileceklerimiz ve bize yardım edebilecekler artık hep aynı durumdadırlar. AB tarihinin bize öğrettiği ve bugün inkâr etme riskini aldığımız ders budur.

 

AB, İkinci Dünya Savaşı’nın küllerinden doğmuştu. İnsanların ümitlerinin, hayallerinin küllerinden, yokoluşun küllerinden, Avrupa kıtasının çeşitli yerlerine dağılmış krematoryum ve çalışma merkezlerinin küllerinden doğmuştu. Avrupa Birliği hayalini inşa ederken, ulusun ulusla toprak, kudret, kömür, çelik ya da ekonomik üstünlük için savaşmayacağına kesinkes karar vermiştik. Bizim Avrupa’mızın temel değerlerin, temel insan haklarının Avrupa’sı olmasına da karar vermiştik. Bu Avrupa’da bir ülke ya da birey hedef haline getirildiğinde ya da günah keçisine çevrildiğinde bir daha asla başka tarafa bakarmış gibi yapmayacaktık.

 

Bizim için “bir daha asla!” ifadesi milyonlarca cinayet üzerinden bir olgu haline gelmiştir. Bu milyonlar farklı oldukları için öldürülmüşlerdi. Farklı, aşağı ya da üstün olarak resmedilmişlerdi. Hesapta farklı ırklardandılar. Farklı dinlerdendiler. Farklı kültürlerden. Farklı yaşam biçimlerinden. Farklı cinsiyetlerden. Ve bazen de sadece kadındılar. Ya da fiziksel özürlüydüler. Farklı, farklı, farklı.

 

Tam da bu nedenle AB Antlaşmaları kanunun hükümranlığını, demokrasi ve insan haklarını vurgular. Tam da bu yüzden bir AB Temel Haklar Bildirgesi vardır. Tam da bu yüzden, her anlaşma revizyonunda insan haklarının korunması ve ayrımcılığa karşı oluş tekrar tekrar vurgulanır.

 

İşte bu yüzden AB’nin iyi bir güç ve kopyalanabilir bir toplumsal model olduğuna inanıyorum.

 

Bize daha fazla Avrupa lazım, daha az değil. 1930’lar ile şu an arasındaki benzerlikler çok endişe verici. Ekonomik karışıklık ve sıkıntı haneleri ve mahalleleri vurdukça günah keçisi arayışı da başlayıveriyor. “Yabancı”yı arıyorlar, “bizim” evimizi”, “bizim” işimizi, hastanedeki “bizim” yatağımızı ele geçiren, “bizim” kamu hizmetlerimizi çalan kişiyi. Kendi aralarında yaşayan ve kendi kültürlerine uygun olarak yaşamayı tercih eden “yabancılar”ı.

 

Ne kadar tanıdık, değil mi?

 

Böylece toplumsal huzursuzluğun tohumları atılmış olur. Mülksüzleştirildiğimize inandığımız için, güvenlik ihtiyacımızı tatmin yolunda başkalarını mülksüzleştirmemiz gerekir. Hem kurban hem muzaffer olmak isteriz. Ve iç düşmanı yok etmeyi...

 

2007’deki ekonomik sıkıntıdan önce İtalya’da roma cemaatinin hedef ve günah keçisi haline getirilmesini ve sonunda sınırdışı edilmelerini izledik. O sırada bu cemaatin savunulması yönünde pek bir şey söylenmedi ve yapılmadı. Bu durum 2010’da medyanın bakışları altında Fransa’da tekrarlandı ve İtalya’da bugün de olmaya devam ediyor. Bir azınlık cemaatinin Avrupa Birliği’nin kurucu ülkelerinden birinden sürülmesi! Ve bunun için başvurulan neden ya da mazeret: Bu cemaat ülkenin iç düzenine bir tehdit oluşturmaktadır. Ama şu anda bu konuda, Avrupa Birliği’nin dayandığı temel hak ve özgürlüklere saygı gösterilmesi yönünde bir feryat ve talep de var.

 

Temel haklar komiseri (komisyon başkanı?) sınır dışına çıkarmaları kınadı ve bunları azınlıklara yönelik, İkinci Dünya Savaşı’na yol hazırlayan saldırılara benzetti. Ancak komiserin kendisi de, onu AB üyesi bir ülkenin onun yetki alanına girmeyen iç işlerine karışmakla suçlayan Fransız hükümetinin saldırısına uğradı.

 

Avrupa Komisyonu’nun harekete geçeceği vaat edilmişti ama bir sürü yasal hırgürün ardından en sonunda hiçbir şey yapılamadı. Fransa’nın hiçbir AB anlaşmasını ya da belirli AB kanunlarını ihlal etmediği ilan edildi. Bu yargının, sorgulanmaya açık ve çok politik olduğu da ortada!

 

Fakat Avrupa Parlamentosu’ndaki bazılarımız için bunların hiçbiri şaşırtıcı değil. Aslında bu tahammülsüzlüğün başlangıcı birkaç yıl önce, Avrupa Birliği’nin 15 ülkeden 27 ülkeye genişlediği döneme uzanıyor.

 

Bunu söyleyerek genişlemeyi ırkçılığın yükselişi, anti-Semitizm, İslamofobi, homofobi ve hayal edilebilecek bütün diğer fobilerin nedeni olarak hedef alıyor değilim.

 

Ne var ki, genişleme süreci ve bunun sonucunda üye olan ülkelerin AB’ye katılması için gereken değişiklikler, hem ülkelerini AB’ye sokan hükümetlere hem de AB kurumlarının ta kendisine yönelik saldırgan bir tepkiyi ortaa çıkardı. Genişleme süreci, bazen gerekli olan zor değişiklikler, bazı azınlıkları korumaya yönelik yasal değişiklikler dar kafalı milliyetçilik ve taassubun karanlık güçlerine aile, kültür, din, inanç ve ulus-devlet bayraklarının altında toplanmaları için bir mazeret ve bir fırsat tanımış oldu!

 

AB’ye yönelik saldırı; bütün değerli, sevgili ve doğal olan şeylerin tehlikede olduğu önceline dayanmaktaydı. Bu türden suçlamaların ciddiye alınabilmesi için aile, din, inanç ve kültüre dönük saldırıların kanıtları olmalıydı ortada. Bu kanıtlar şöyle sıralanacaktı: Azınlık hakları, “yabancılar”ın, kadınların ve lgbt bireylerin korunmaları ve eşit vatandaşlar olarak kabul edilmeleri. “Yabancı” bir gücün yukarıdan kanunlar dayatması da bir başka kanıt olarak gösteriliyordu.

 

Bazı politikacılar ve örgütlü dinler açısından bu temel haklar biraz fazla olmaktaydı. Bu hakların varlığı onların gücüne yönelik bir tehditti. Dolayısıyla Avrupa Parlamentosu’ndaki kadın hakları ile trans ve homofobi tartışmalarında tekrar tekrar din ile politikanın patlayıcı karışımına şahit olduk.

 

Tabii insan haklarına yönelik göğüs göğüse bir savaşa asla girişmiyorlar. Eşitliğin düşmanları bu tür taktiklerin yenilgiye mahkum olduğunu iyi bilirler.

 

Hayır, saldırı aşındırıcı, altını oyucu ve sinsice. Bu saldırı bildik ve tanıdık mitosları, önyargıları ve tehditleri kullanıyor.

 

Din, inanç, kültür, aile... Hepsi saldırı altında. Ayrı ayrı ve çok ciddi biçimde.

 

Ama sadece bunları söylemem yetmez, size AB’den ve kendi ülkem Büyük Britanya’dan da bazı örnekler vereyim. Ne de olsa bir ülkede olan başka bir ülkede de kolayca ve çabucak yansılanır ve tekrar eder. Shakespeare’in dediği gibi “insanların yaptığı kötülükler yaşamaya devam eder, iyiliklerse kemikleriyle birlikte mezara gider.”

 

Haklarına saygı duyulmayacak bir grup olarak Roma cemaati örneği İtalya ve Fransa’da görülmüştü.

 

Litvanya’da, ayrımcılık karşıtı yasaların etkisi, cinsel yönelim temelinde ayrımcılığı korumak adına hafifletildi. Polonya’da Kanun ve Adalet hükümeti lgbt bireylere kara çalmakla kalmadı, Gey Onur ve Hoşgörü Yürüyüşleri’ni yasaklamaya uğraştı.

 

Litvanya ve Polonya’da olan, Thatcher hükümetinin 1987 tarihli ve “eşcinselliğin teşvik edilmesini yasaklayan” gey karşıtı kanununun kopyalanmasıydı.

 

İrlanda, Polonya ve Malta gibi ülkelerde kadınların kürtaj haklarının yok sayılması. Portekiz, İrlanda, Polonya, Malta ve başka yerlerde bu türden konularda bilgi edinme hakkının yok sayılması.

 

İspanyol piskoposlar lgbt bireylere yönelik eşitlik ölçülerini engellemeye çalışıyorlar.

 

Ve Avrupa Eşitlik Yılı olan 2007’de, lgbt bireylere eştiliği de içeren eşitliklerin propagandasını yapan AB otobüsü Litvanya’nın başkentine sokulmadı.

 

Kavga, hemcins evlilikleri ve partnerliklerine yönelik akımın özgürlüğü ve hemcins evlilikleri ve partnerliklerinin tüm Avrupa Birliği’nde karşılıklı tanınması üzerinden alevlenmiş durumda.

 

Başka yerlerde olduğu gibi Birleşik Krallık’ta da popüler basın Polonya, Litvanya ve Doğu ile Orta Avrupa’nın diğer bölgelerinden gelen çalışkan kadın ve erkekleri İngiliz işlerini ve evlerini çalıp çocuklarını İngiliz okullarına yerleştirir biçimde resmediyor. Oysa bu kişilerin Birleşik Krallık’ta yasal ve geçerli bulunma hakkına sahip olduklarını ve herkes gibi onların da vergilerini ödediklerini görmezden geliyorlar! Aslında tüm yaptıkları Avrupa Birliği vatandaşları olarak onlara tanınan haklardan yararlanmak. Hareket özgürlüğü hakkı ve AB’nin 27 ülkesinin tümünde yaşama, çalışma ve eğitim görme hakkı. Ancak “yabancı”nın tasvirinde hep görüldüğü üzere olgular atlanıyor, rahatça unutuluyor ve mitoslar gerçeğin yerine geçiveriyor.

 

Yabancı tehdide, korkuya dönüşmüş durumda. Öfkemizi, hayal kırıklıklarımızı ve güçsüzlüğümüzü içine boşalttığımız bir kap.

 

Bazı politikacılar için de gizli ve bazen pek de gizli olmayan gündemlerini gözden ırak tutmaya yarayan bir şaşırtmaca aracı olarak kullanılmakta.

 

Ayrıca Avrupa Birliği düzeyinde Avrupa Komisyonu, AB antlaşma ve kanunlarının koruyucuları için çoğu zaman yapılabilecek pek bir şey de olmuyor. Çünkü bu konularda ya yasal yetki egemen AB ülkesinde oluyor ya da mesele genellikle kapalı kapıların ardındaki pazarlıklarla çözülen uzun ve yıpratıcı süreçler üzerinden çözülüyor.

 

Ben tam da bu yüzden daha güçlü bir AB’ye ihtiyacımız olduğunu söylüyorum. Şu anda, zorlukla elde edilmiş hakları korumak için her zaman olduğundan daha fazla mücadeleye ve yasal kesinliğe ulaşmaya ihtiyacımız var. Özellikle şu anda riske atılacak bu kadar çok şey varken.

 

Bu noktada, Avrupa Birliği’nde din ya da inanç, yaş, engellilik ya da cinsel yönelim zeminlerindeki ayrımcılıkla mücadelede 1997’ye kadar hiçbir yasal dayanağın bulunmadığını hatırlamak yerinde olur. Toplumsal cinsiyet temelinde ayrımcılıkla mücadele daha eski tarihli bir antlaşmada yer almıştı ama bunun, transcinsiyet temelli ayrımcılığı ele alacak biçimde genişletilmesi kabul görmemişti. Amsterdam Antlaşması’nın 13. Madde’si ayrımcılık karşıtlığı konusunda eklemeler getirdi ama bu türden meselelerin üye ülkelerce oybirliğiyle kabulu gerekmekteydi. Yani bir ülke bile kabul oyu vermese, Avrupa Parlamentosu’nun tüm kararlarına rağmen, kanun teklifi düşecekti.

 

Amsterdam Antlaşması AB’nin o zamanki 15 üyesi tarafından oybirliğiyle kabul ve tasdik edildi ve bunu takip eden üç sene içerisinde iki önemli AB kanunu daha kabul edildi: Irk Yönetmeliği ve İstihdam Yönetmeliği. Ancak burada bile, bütün iyiniyet ve hayırhahlığa rağmen, Avrupa Komisyonu ve AB üyesi ülkelerin yaklaşımı haklar arası hiyerarşiyi kuvvetlendirmekteydi.

 

Irk Yönetmeliği, işyerleri, mesleki eğitim ve mal-hizmet temini alanlarında ırk ya da etnisiteye dayalı ayrımcılığı yasadışı kıldı. İstihdam Yönergesi ise yaş, engellilik, din veya inanç ve cinsel yönelime dayalı ayrımcılığı işyerleri ve mesleki eğitim alanlarında yasadışı kalıyor ama mal ve hizmet teminini dışarıda bırakıyordu. Dini örgütler lezbiyen veya gey veya biseksüel kişileri işe almaktan muaf tutulmaları için çok lobi yaptılar ve uğraştılar. Bunun sahip oldukları değer ve inanç sistemlerine aykırı olduğunu savunuyorlardı! Talep ettikleri muafiyet tanındı ve hatta bazı üye ülkeler bu muafiyeti, AB kanununu kendi ulusal yasamalarına aktarırken cömetçe yorumladılar. Hatta, utanç verici ama, bazı üye ülkeler işyerlerinde ayrımcılığa karşı yasayı hala tam olarak yürürlüğe koymadılar.

 

Bununla birlikte, Avrupa Parlamentosu’ndaki parlamenterlerin çoğunluğu lgbt bireylerin hakları da dahil olmak üzere insan hakları davasını tutarlı bir biçimde izliyor ve savunuyor. Hatta insan haklarına yönelik bu savunma AB dışı ülkelerin halklarını da kapsamakta. Ancak ilave antlaşma tedbirlerine ve AB Temel Halkar Şartı’na rağmen ayrımcılık karşıtı kanunlar konusundaki iştah azalmaktadır.

 

2004’te ve bundan sonraki dört sene boyunca Avrupa Parlamentosu, İstihdam Yönetmeliği’nde dışarda bırakılan konunun ele alınması, yani mal ve hizmetlere ulaşımda din veya inanç, yaş, engellilik ve cinsel yönelime dayalı ayrımcılığın önlenmesini hedefleyen yasal tedbirlerin sağlanması için sürekli çağrıda bulundu. Kamu görevlilerinin böyle bir kanunu taahhüt etmesi yönündeki dahili uğraşlara rağmen, Avrupa Komisyonu AB üyelerinin destek vermemesini gerekçe göstererek böyle bir AB kanunu çıkarmaması gerektiğini iddia etti. Oysa bu iddiayı ortaya atan komisyonun başkanı, 2004’te göreve başlarken böyle bir yasanın sözünü vermişti.

 

Ancak Parlamento, ırk ve etnisite, kadın hakları, engelli hakları, lezbiyen gey ve transcinsiyet hakları gibi çeşitli alanlardan gruplara yönelik çalışan STK’ların desteğini de arkasına alarak talebine yönelik baskıyı arttırma yönünde güçbirliği oluşturdu.  Sonunda, özellikle sol ve merkez soldan başlıca politik grupların uğraşmasıyla Komisyon Başkanı razı oldu ve kapsayıcı Eşitlikler Yönetmeliğini üretti.

 

Bunun politik önemi muazzam oldu. Komisyon ürettiği yeni kanun teklifi haklar arasındaki hiyerarşinin sonu demekti. Bu kanun, tüm ayrımcılıkların aynı ciddiyetle ele alınacağına işaret ediyordu. Ayrımcılık alanındaki çeşitliliği ve bazı ayrımcılıklara karşı koyup bazılarına koymamanın, bu alanda yapılan olumlu çalışmaların altını oyduğunu teslim ediyordu.

 

İnsan hakları manzarası bir çırpıda ve olumlu yönde değişivermişti. Eşitlik Yönetmeliği parlamento sürecinde adım adım ilerledi ve bu sırada, dinler ve iyi aileleri temsil ediyorlarmış gibi yapan kişiler, öfkeyle kanunun geçişini önlemek için ellerinden geleni arkalarına koymadılar. Ne var ki kanun Parlamentodan önemli bir çoğunlukla geçti. Ama hikayenin sonu mutlu değil yine de ve bu da benim şu anda hak savunusuyla ilgili endişelerimi güçlendiriyor.

 

Şu sıralarda Eşitlik Yönetmeliği üye ülkelerle tartışılma aşamasında kilitlenip kaldı ve muhalefetin başını, ilginç bir biçimde maliyete yoğunlaşan Almanya çekiyor! Ama Almanya, bu değişikliğe karşı diğer ülkeleri gizleyen bir paravana sadece.

 

Yine de, bu haklar konusunda kararlılık göstererek işe başlayabilir ve bunları zaten daha önce de olması gerektiği gibi azimle savunabiliriz. Bu da cesaret ve yürek istiyor. Özellikle yasa yapıcılarda. Kamuoyunu izlemeye değil, ona önderlik etmeye yönelik cesaret. Kısa vadede popüler olmamayı göze alıp uzun vade için doğru olanı yapma cesareti. Ve diğerlerinin hak sahibi olup kullanmasını engellenmek için her argümandan yararlananlara karşı koyma cesareti.

 

Böylesi argümanlarla entelektüel açıdan olduğu kadar kişisel açıdan da mücadele ediyorum. Çünkü bir gey erkek ve bir insan olarak, tadını çıkarmak istediğim hakları başkalarından sakınmak bana anlamsız geliyor. Ama zorlu bir yolda yürüdüğümüzün ve argümanlarımızı oluşturacağımız dilin ne kadar mühim ve önemli olurlarsa olsun bir azınlık tarafından değil çoğunluk tarafından anlaşılır olması gerektiğinin de farkındayım.

 

Bütün bunları Birleşik Krallık’ta bir aktör olarak sahip olduğum rahat alanı terk edip Thatcher hükümetinin lezbiyen ve gey karşıtı kanununa meydan okuduğum zamanlarda öğrenmiştim. Söz konusu kanuna karşı mücadelemizi yitirmiş ama eşitlik davasına yönelik bir örgüt kurmuştuk. Nitekim bu sayede başarıya da ulaştık!

 

Farklılıklara, gey ya da heteroseksüel olmamıza, ırka ya da etnisiteye boşverip aynı doğrultuda düşünen insanlar oraya bir araya gelip mücadele etmiştik. Eşitliğe yönelik mücadelemizde temelde sol ve merkez soldan ama az da olsa Muhafazakar Parti’den de politikacılar bize destek vermişlerdi.

 

Bu noktada bir kez daha hatırlamakta yarar var: 1997 kadar yakın bir tarihe kadar Birleşik Krallık’ta eşcinsel olmak tamamıyla yasadışıydı. Barlarımızın ya da kulüplerimizin dışında tutuklanabilir, ahlaksız amaçlarla müşteri aramakla itham edilebilir, barınma hakkından yoksun bırakılabilir, işlerimizi kaybedebilirdik. Kısacası ayrımcılık karşısında hiçbir hakka ve korumaya sahip değildik. Erkek eşcinselliğine ancak iki erkek herkesten uzak ve yalnız olduklarında izin veriliyordu. Ama o zaman bile sözkonusu mahremiyetin tanımı sınırlıyıcıydı ve rıza yaşı heteroseksüellere göre daha yüksekti. Oysa 1997’de yeni bir hükümetin seçilmesiyle politikacılar cesur davranmaya karar verip lgbt karşıtı kanunları kaldırdılar ayrımcılık karşıtı kanunlar getirdiler. Böylece acımasızca engel olunan şeyin gerçekleşmesini sağladılar: Eşitliği getirdiler. Eşitlik.

 

Elbette daha yapılacak çok şey var. Hemcins partnerliğe ve evliliğe ulaşmada iyileştirmeler gerekli.

 

Bundan on yıl ve bir hafta önce, 8 Ocak 2001’de Birleşik Krallık parlamentosu cinsel ilişkiye girme yaşını, heteroseksüel olsun olmasın herkes için eşitlemişti. Bu tüm parlamentoya yayılan bir mücadelenin ardından gerçekleşmişti. Bu değişiklik eşitlik, yasal eşitlik konusunda emsal oluşturduğu için muazzam önemli bir andı.

 

Geçen hafta İşçi Partisi Başkanı Ed Miliband meseleyi özlü bir biçimde ortaya koydu:

 

“Hem parlamentoya hem topluma hakim homofobi ve önyargının daha henüz birkaç sene gerimizde olduğunu hatırlamak ne kadar şaşırtıcı. Ama ilerleme kaydettik ve toplum son on yılda daha iyi yönde değişti. Bu ülkedeki ortak anlayışı hep birlikte önyargıdan uzaklaştırdık ve eşitlik ile adalete yaklaştırdık.” Miliband bu sözlerin ardından bazı hatırlatmalarda bulunmayı da unutmuyor, halen gerçekleşmekte olan trajik cinayetlerden, Londra’nın Trafalgar Meydanı’nda dövülen gey adamdan ve okullarımızdaki anlamsız homofobiden söz ediyordu.

 

Çok şey yapıldı ama dünyayı çocuklarımıza uygun hale getirmek için daha çok şey yapılmalı. Bütün çocuklarımıza uygun hale getirmek için.

 

Öte yandan, hükümetler değişir ve politik partiler iktidara gelip giderlerken, durumu izleyecek ve bulunduğumuz noktadan gerilere düşmemizi önleyecek örgütlere gereksinimimiz var. Tam bu noktada, Türkiye’deki lgbt örgütlerinin cesaret ve yiğitliğini özellikle takdir ettiğimi belirtmek isterim. Türkiye’deki lgbt örgütleri eşitlik davasını savunmak ve nereden gelirse gelsin lgbt bireylerin karşılaştığı ihlallerle mücadele etmek konularında çok emek harcadılar. Lambda İstanbul, Pembe Hayat, Pembe Siyah Üçgen, Gökkuşağı ve Kaos GL gibi lgbt örgütleri. Gökkuşağı açık kalmak için verdiği iki yıllık bir yasal mücadelenin ardından kapatıldı ama liderleri yeni ve Türk hukukuna uygun yeni bir örgüt başlatmak için çalışıyorlar. Ve bunu yapmak yasal olarak hakları olduğu halde eşit muamele görmeme olasılıkları da yüksek. Aynı şey beş transcinsiyet bireyin, sırf böyle oldukları için Ankara’da polis tarafından takip edilme, tutuklanma, nezarete atılma ve suçlanmaları örneğinde de söz konusu. Tutuklandıkları sırada arabada gitmek dışında bir şey yapmıyorlardı! Yasal mücadeleleri devam ediyor ve savcılığın bu davada mantık sınırları içerisinde kalacağını içtenlikle ümit ediyorum. Bu örgüt ve bireylerin ayrımcılıkla mücadelede sergiledikleri cesaret ve yiğitlik karşılıksız kalmayacaktır. Verdikleri eşitlik kavgası bizim de kavgamız. Ve tarih bize diyor –hayır, aslında garanti ediyor- ki, bu kavgada kazanan onlar olacak.

 

Aslına bakılırsa insanca yaşamaya ve insan haklarına yönelik bu kavga kuşaklardır sürmekte.

 

Shakespeare’in başka yazarlarla birlikte ürettiği “Sir Thomas More” başlıklı bir oyunda yer alan güçlü bir konuşma “yabancı”ya nasıl davranılması gerektiğini gösterir. Thomas More, Fransa’daki Calais’den Dover’a, oradan da Londra’ya göçmek üzere yola düzülen “yabancılar”a karşı ayaklanan Londralıların bulunduğu Londra Kulesi’ne çağrılır. Oyunun bu kısmını düzyazyıyla açımlayayım:

 

“‘Geri gönderilsinler’ diyorsun? Çocukları sırtında, varı yoğu önünde, ailesi bir yanında duran yabancı. “‘Geri gönderilsinler’ diyorsun. Çocukları sırtında, varı yoğu önünde, ailesi bir yanında duran yabancının yerinde kendinin olduğunu düşün. Düşün ki yabancı sensin ve ondan sonra geri gönderilsinler de –ve bu muazzam insaniyetsizliğini ondan sonra göster.”

 

“Öteki”nin haklarını savunurken yapmamız gereken tam olarak bu: Düşünmek, tahayyül etmek... Ya bunların yerinden ben, ağabeyim, ablam, babam, annem olsaydı? Ya ben olsaydım? İşte o zaman, bu düşünme, tahayyül etme gücü; hem kendi yaşamlarımızı hem de başkalarının yaşamlarını değiştirme, içine doğduğumuz ve içinde öleceğimiz dünyayı daha iyiye götürme gücüyle taltif edecektir. Unutmayalım ki, daha iyiye götürmek için uğraştığımız bu dünya çocuklarımıza ve çocuklarımızın çocuklarına bırakacağımız dünya.

 

Eşit haklara karşı güçlü bir muhalefet varsa da, dünya daha iyiye doğru gidiyor ve belki tam tatmin olmaya yetecek kadar değilse de olumlu hissedecek kadar neden var:

 

Daha birkaç sene önce hükümetin gey onur yürüyüşünü yasaklamaya uğraştığı Varşova’da geçen sene Avrupa Onur kutlamasını izledik. Bu beni ümitlendiriyor. Aşırı sağın protestolarına rağmen Bükreş ve Sofya’da LGBT Onur yürüyüşleri devam ediyor.  İki sene önce tanınmamak için maske takarak yanımda yürüyen genç kız geçen sene benimle ve ailesiyle birlikte maskesiz yürüdü. O da annebabası da onur duyarak yürüdüler! Bu beni ümitlendiriyor.

 

Litvanya’daki olumsuz kanunlar hakkında, AB’nin temel hakları ile ayrımcılık karşıtlığı ve insan hakları ilkesine uygunluğun sağlaması için hem Litvanya Devlet Başkanı hem de Avrupa Parlamentosu çağrıda bulunuyor. Bu beni ümitlendiriyor. Sağcı Amerikan Evanjelistleri’nin eşcinselliği yok etmek için savaşmaya karar verdikleri Afrika’da, Afrikalı lgbt bireyler karşı mücadeleye girişiyorlar! Bu yılın başında Uganda Anayasa Mahkemesi lgbt bireylerin haklarını savunan bir hükümde bulundu ve lgbt bireylerin itibarlarının da diğerlerininki kadar kıymetli olduğunu belirtti. Bunu yapan anayasa hakimi dünyanın en homofobik ülkelerinden birinden! Bu beni ümitlendiriyor.

 

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda birkaç ülkeden oluşan bir grup, yargısız infaza maruz kalma tehlikesi altındaki kişileri içeren bir listeden “cinsel yönelim” bölümünü sildirdi. Ancak bu, dünya devletlerinin büyük çoğunluğunun hayır, lgbt bireylerin öldürülmesi kabul edilemez demesiyle başarılı bir biçimde geri çevrildi. Bu da beni ümitlendiriyor.

 

Ama daha çok şey yapılmalı ve hemen yapılmalı.

 

O yüzden, konuşmamı insan hakları kavgasında işitilen en güçlü sesi anarak bitirmeme izin verin. Bu ses zalime korku salar, diktatörü titretir ve istismarcının şöyle bir durup düşünmesine yol açar: Bu ses, dünyaya yeni gelen bebeğin ağlama çığlığıdır. Bu çığlık yeni bir kuşağın gelmekte olduğunun; insan hakları,  yurttaşlığın getirileri, iyi ve güzele dair her şey için verilen kavganın devam edeceğinin habercisidir. Kavga sürecektir; kuşaklar, kuşaklar, kuşaklar boyunca!

 

Eşitliğe ulaşacağız, çünkü iyi ve düzgün olanın eninde sonunda kazandığına inanıyorum. Şuna inanıyorum:  İnsan ruhu güç verir ve başkalarının durakladığı yerde mücadeleye devam ettirir. Aynı insan ruhu hepimizin aynı olduğunu anlamamızı sağlar. Daha da önemlisi, hepimizin farklı ve benzersiz olduğunu da.

 

İşte bu ilkeden yola çıkarak daima “öteki”ni savunmalı ve kanun nezdinde eşitliğin inkarına, herkesin evrensel haklara sahip olmasına karşı çıkılamayacağını kabul etmeliyiz. Bunun gerçekleşmesi için bütün partilerin bunu gündemlerine alması ve hangi partiden olursa olsun bütün politikacıların sesi çıkmayan ses olma cesaretini göstermesi gerekir.

 

Tıpkı Hrant Dink’in pek çok kişiye sesini verdiği ve şu anda bile vermeye devam ettiği gibi.

 

Teşekkür ederim.

 

19 Ocak 2011 tarihinde Açık Radyo’da Açık Dergi programında ve 20 Ocak 2011 tarihinde Açık Gazete programında yayınlanmıştır.

Açık Gazete’nin ve Açık Dergi Söyleşileri’nin podcast servisine abone olmak için tıklayın.