Ömer Madra: Merhaba Halil. Hoşgeldin.
Halil Turhanlı: Teşekkürler. Yeni dönemdeki ikinci program galiba, geçen hafta yoktum. Eğer bir sakıncası yoksa, savaştan biraz uzaklaşarak...
ÖM: Çok iyi olur, erguvanlardan bahsetmek lazım.
HT: Şehirlerdeki, metropollerdeki yıkık dökük yerlerin tasviyesiyle ilgili birkaç şey söylemek istiyorum. Aslında orada sadece kötü mahalleler yok, orada canlı bir kültür de var. Bunu yaparken tabii yoksulluğu, sefaleti yüceltmek gibi bir amacım da yok. Çok yeni bir şey değil, 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişen bir şehircilik anlayışı, daha doğrusu beyaz şehir yaratma, yani hijyenik, steril şehirler yaratma. “Skidrow” dediğimiz, o kötü otellerin, evsiz barksızların takıldıkları, görece ucuza yaşayabildikleri yani varolabildikleri alanları da tasviye ediyor, onları da oradan sürüyorlar... Aslında son sığındıkları yerler oralar o insanların, skidrow dediğimiz yerler. Tam karşılığı kenar mahalle değil, o yüzden skidrow diyorum.
ÖM: Peki buradan da atıldıklarında nereye gidiyorlar?
HT: Buradan atıldıklarında aslında çok gidecek bir yerleri yok. Bunu da bildikleri için oralarda direnmeye çalışıyorlar.
ÖM: Uzay kapsülüne sokalım ve yollayalım.
HT: O da imkansız. Bir olanak daha var onlar için. Hayatlarını dolaşarak yaşamak, evlerini sırtlarında taşıyarak yaşamak var. Bu iki aşamada gerçekleşmiş bir şey. 1950’lerde evvela özellikle Amerikan şehirlerinde banliyölerin oluşmasıyla, insanlar şehre sadece çalışmak için geliyorlar ama gece olduğunda ya da hafta sonlarında kendi evlerine, banliyöye kapanıyorlardı. Çevrelenmiş bir alanda yaşıyorlardı insanlar. 1950’lerdeki bu gelişmeyi 1970’lerin sonunda ikinci bir aşama takip ediyor. Yoksullara terk edilen “inner city”ler, şehrin merkezi, iç şehirlerin aslında kibarlaştırılması, “gentrifica” edilmesi süreci başlıyor. Orada son sığındıkları alanlardan da onları kovmaya çalışıyorlar. Yani, oradaki kiralar yükseliyor, belediyeler oradaki yoksul ailelerin yaşamakta oldukları konutları “Onaracağız, tamir ettikten sonra size teklif edeceğiz buraları” diyerek ikna ederek onları oradan çıkarmaya çalışıyorlar.
ÖM: Ama doğru da söylemiyorlar değil mi? “Sizi tekrar güzel yerlere oturtacağız” derken aslında bir daha hiçbir zaman dönemeyeceklerini, böyle bir olanağı vermeyeceklerini de söylemiyorlar.
HT: Söylemiyorlar ama o insanlar da çok saf değiller, biliyorlar ve direniyorlar aslında, orayı terk etmiyorlar; geçtiğimiz dönemdeki programlarda sözünü etmiştik. Büyük şehirlerde, Los Angeles’ta ya da başka yerlerde nasıl direndiklerini, özellikle siyahi ailelerin. Sonuç da şu: O bölgeleri gentrifica edip yeni, genç -1980’lerde yuppy dediğimiz- sınıflar, onları alıp o kesimlerde yerleşiyorlardı, bir zamanlar sefil olan, dolaşmaktan korktukları yerlere kendi kültürlerini, hayat tarzlarını oraya yerleştiriyorlardı. Kiralar da pahalılaşıyor, herşey pahalılaşıyor o bölgede. Artık hakikaten yoksul insanlar barınamaz hale geliyorlar. Bu şehri bir organizma olarak düşünmek ve onun sağlıksız unsurlarını ya da Julia Kristeva'nın abject dediği o kirli unsurları tıpkı vücuttan atar gibi onları dışarıya atmak... Bu banliyölerde bütün alışveriş merkezleri 1980’lerde inner city’lere gentrifica edilirken banliyölerde büyük shopping mall'ların açıldığı yerler... geçtiğimiz nisan ayında Amerika'daydım çok kısa bir süre için, orada gördüm, Tower Records bile merkezden gitmiş banliyö tarzı bir shopping mall'ın içersine yerleşmiş. Halbuki her yerde vardır.
ÖM: Evet, çok meşhurdur Tower Records.
“Ayla aylak dolaşmak YASAKTIR!”
HT: Ne kadar değiştiğini göstermesi bakımından önemli. Temiz, parlak şehirler oluşturuyorlar. Şehirleri bu insanlar, o down and out dediğimiz yoksul insanlar için artık yaşanmaz hale getirmeye çalışıyorlar, onlar da direniyorlar. Chicago’da geçtiğimizi programlarda skidrow kültüründen bahsetmiştik. Union Station çevresi ve Madison Avenue dediğimiz yerler. Oraya gittim, baktım; bu skidrow kültürünü görmeye gittim. Yerinde yeller estiğini görünce ne kadar büyük bir hayal kırıklığına uğradığımı tahmin edersin. Aslında bu 1950’lerde dedik ama, çok daha eskiden başlayan bir süreç. İnsanların aylaklık etme haklarını ellerinden almak, kendi de bir süre hobo olarak yaşamış olan Harry Partch da yakınır bundan otobiyografisinde. Amerika’da nereye giderseniz gidin şu sözleri görürsünüz: “Aylaklık etmeyin, boşu boşuna amaçsızca dolaşmayın.” (Do not loiter). Her yerde görüyorsun, pek çok yerde.
Bir kitapevine baktım, güzel bir kitapevi, büyük bir kitapevi. Vitrinde de sivil itaatsizliğe dair bir kitap var. İçeriye girmek istedim ama bir anda da birşey gördüm: “Aylak aylak dolaşmak yasaktır, ricalarda da bulunmak yasaktır, bunları yapanları da polise veririz,” diyor. Vitrinde sivil itaatsizlikle ilgili bir kitap var ama bu uyarıyı görünce ben geri adım attım. Beri yandan çok büyük o North Avenue’de, Chicago’da bir kitapçı gördüm. Ama bu biraz anarşizan bir kitapçı. Onda da girişinde bütün köpekler içeri girebilirler anlamına gelen “All the dogs are wellcome” yazıyordu. İçeri davet eden bir şeydir bu, köpeklerin
dışarıda bırakılması hep içime koymuştur. Sahibini bekleyen bir köpek orada bağlanmış, gelen geçenler sever ama onu içerden sahibinin çıkmasını bekler ya da içeriye girmeye çalışır. Eksik olan bir şey var yine de “All dogs are wellcome”da... “All dogs and underdogs are wellcome” deseydi daha tamamlanmış olacaktı bence.
ÖM: “Ezilenler, altta kalanlar, mağdurlar da gelmelidir” deyip.
HT: Belki de söylemeye bile gerek yok.
ÖM: Evet güzel bir lafmış o. Dodge Main grubu, “bir doksan dört” adlı parçayı çalıyoruz. Bunlar hiç bilmediğim parçalar ve müzikler.
(müzik...)
ÖM: Dodge Main grubundan dinlediğimiz bir parçaydı. Wayne Kramer, Deniz Tek, Scott Morgan adları yazılı bu CD kapağında. Sen bize belki biraz daha bilgi verebilirsin.
HT: Deniz Tek, Türk asıllı bir müzisyen. Daha önce de Radio Birdman adlı bir topluluğun kurucusuydu. Avustralya’da yaptı o müziği, çok cult bir topluluktu, bugün çok fazla bilinen bir topluluk olmamakla birlikte. Kendisi Detroit’ta, albümü yapanlar da Detroit'lu ve albüm Detroit'lu müzisyenlere ithaf edilmiş. Fred Sonic Smith, ölmüş bir... MC5’in üyesi. Wayne Kramer da... MC5’in bir başka üyesiydi. Bir plak ya da iki plak yaptılar bildiğim kadarıyla. Deniz Tek müzik hayatını sürdürüyor.
ÖM: Bu çaldığımız parça da zaten kendisinin bestesiydi.
HT: Evet, evet doğru. Vokalde de o vardı. Oldukça iyi bir topluluk. Bu plak eski bir plak. ‘96’da çıkmış, ben bu plağı ikinci el plaklar satan bir plakçıdan aldım. Hayatımda çok plakevlerine girip çıktım ama böylesine pasaklı bir plakevi de görmedim.
ÖM: Orada buldun.
HT: Daha doğrusu yerde buldum, plakevinin içersinde. Büyük, labirent gibi bir yerde üç tane birbirinin tıpkısının aynısı kedi vardı. Ama kedileri aynı anda görmüyorsun. Her yerden çıkıyor kediler. Çıkarken farkettim üç taneymiş kediler.
ÖM: Sen hep aynı kedi diye bakıyordun.
HT: Her yerde kedi görüyorsun. Neyse, skidrow kültüründen bahsediyordum ve büyük bir düş kırıklığına uğradığımı söylemiştim Union Station’da o şeyi bulamayınca. Ben zannediyordum ki 1890’lardaki o kültürü, Ivan Reitman'ın sözünü ettiği o hobo kültürünü bulacağımı sanıyordum, oysa yerinde yeller esiyordu. Ama ne gam. Amerika’da Union Station çok, Chicago’da bulamadığımı Portland’da buldum. Portland’da Union Station gittiğimde, Greyhound’a ya da trene binmek için gittiğimde etrafta hemen gördüm. “Drop off center” diye bir yer vardı, işlevi nedir tam olarak çıkaramadım, bilemiyorum, uykusu gelenler, evi barkı olmayanlar birkaç saatliğine orada uyuyup gidiyorlar mı, bilemiyorum. Birşeyler taşıyorlardı, sandviçler, ekmekler. Tahmin ediyorum büyük marketlerde son gününe kadar satılmayan şeyler o tür yerlere bedava veriliyor. Onları taşıyorlardı insanlar.
İçinden nehir geçen şehir iyidir...
ÖM: Kullanım tarihi geçmek üzere olanlar.
HT: Tarihi geçmiş olanlar, ama çok da üzerinden geçmeden vermek lazım zehirlenme olasılığı da vardır, hele balık ve etse. O tür sandviçleri veriyorlardı, tahmin ediyorum, tam bilemiyorum. Oradaki insanlarda hummalı bir faaliyet vardı drop off center’a kasaları, kutuları taşıyorlardı. Portland, Chicago gibi bir şehir değil. Daha tutucu, içine kapanık insanlar olarak biliniyor tarihsel olarak Portland’lılar.
Portland'ten... ÖM: Oregon değil mi? HT: Oregon eyaletinin en büyük şehri. Nehrin kıyısında, içinden nehir geçen şehirler daima iyidir... Oduncuların şehri, zaten kütük şehir -stump town– olarak biliniyor. O liman da eski liman, nehrin limanı. Montana’dan ve Idaho'dan gelen madenleri götüren gemiler işliyormuş bir zamanlar. Böyle bir endüstriye dayanarak yaşaması mümkün değil. Yakınındaki Seattle’da mesela bilgisayar, uçak sanayi var. Öyle bir sanayi yok, galiba bir Intel var, ama ekonomisi oldukça gerilemiş bir şehir. Tarihsel olarak
da içine kapalı ve biraz da kaba saba insanlar olarak biliniyorlar Portland’lılar örneğin Chicago ile kıyaslandığında...
Amerikan modern edebiyatının bir ayağı New York’ta başlıyorsa bir ayağı da Chicago’da; mimarisi de öyle. Yine de şöyle bir şey var Portland’da, bunu hatırladım ben. Raymond Carver'ın bir öyküsünü... Çok sevdiğim bir öykücüdür, hatta bazıları ona Amerika’nın Çehov’u derler. 1970’lerde yazdığı öykülerden biri, başlığını hatırlayamıyorum. Belleğim de artık yerinde değil o kadar. Şöyle bir şey geçer orada: bir kadın ve erkek, evli değiller, iki sevgililer, bir şey bitecek artık. Son olarak bir barda bir araya gelirler. Kendilerinin konuşacak hiçbir şeyleri kalmamıştır artık. Konuşmadan içki içerler, birbirlerine sigara ikram ederler. Ve yağmur yağar. Sonra kalkıp gidiyorlar oradan. Arabaya biniyorlar, tam unutmadıysam eğer, belleğim beni yanıltmıyorsa erkek, doktor değil ama bir hastanede çalışıyor ve gece vardiyasında çalışıyor. Erkek ayrıldıktan sonra ne yapacağı konusunda biraz daha kararlı, işte işine devam edecek, şunu yapacak bunu yapacak. Kadın biraz daha kararsız, ne yapacağını bilmiyor. Arabada giderken radyo açıyorlar, çok hüzünlü bir şarkı çalıyor, ve yağmur yağmaya devam ediyor. Kadın şöyle der, “ben de belki Portland’a giderim, Portland bugünlerde herkesin dilinde, Portland aşağı, Portland yukarı. Portland çekici bir yer galiba.”
Öyle bir şey, Portland insanların çok kısa kaldığı sürede, bende bıraktığı izlenim, gitmeden önce çok şey okumuştum hakkında, yeni bir hayat yapmak için gidebilecekleri bir yer midir, bilmiyorum. Portland kütük şehri de değil. İnsanların aklına yağmurlu bir günde gelecek ve gitmek isteyecekleri bir yer. Ben de gittiğimde beni hemen yağmur karşılamıştı, tepelerde ormanlar, üzerine kara bulutlar çökmüş. İnsanda karamsarlık yapmayan bir şehir. Yağmur yağıyordu, orada havaalanındaki tramvaya binerek doğrudan Union şeye gittim, skidrow’u orada buldum. Portland büyük edebiyatçılarıyla tanınan bir yer değil. Hemen akla gelen bir örnek var: Ken Kesey. “Guguk Kuşunun Yuvasından Biri Uçtu” da oralarda, Oregon’da bir yerlerdeki akıl hastanesinde geçiyor.
Bir de son zamanlarda Portland'ı bütün dünyaya tanıtan Gus Van Sant'ın filmleridir aslında. Portland’ın yağmurlu sokaklarında. “My Own Private Idaho” filminin büyük bir kısmı Portland’da geçer, River Phonix’in son büyük filmidir o. Gus Van Sant oradaki işsiz güçsüz sokak serserilerini anlatırken Shakespeare’in tragedyalarından etkilenmiştir ve Elizabeth döneminin dilini konuşurlar aslında. Benim gördüğüm tipler onu konuşmuyorlardı ama Portland’ın skidrow’u Union Station’la sınırlı değil. 1.ve 3. sokaklar eski kasaba olarak biliniyor ve onlar limanın kıyısında olan yerler. Liman kıyısında olan yerler hep bu tip yerlerdi, Çin mahallesi de üstelik orada. Denizci olanlar, tek gecelik otellerde kalanlar, fahişelerin bulunduğu, içki içtikleri yerler, hatta işsiz güçsüzler de gemilerde iş bulmak için o yöredeki barlara takılıyor, bir süre denizde çalıştıktan sonra tekrar kıyıya çıkıyorlarmış. Liman eski önemini kaybedince eski şehir de önemini kaybetmiş. 3. caddeden sonra yeni şehir başlıyor, downtown. Oradan itibaren postmodern mimariyi görebiliyorsun. 3. caddeden 9. caddeye kadar uzanıyor o şehir merkezi. Bu caddeleri kesen dikey bir sokak var, Burnside. İşte orayı gördüm de, zaten 9 ile 11. caddenin kesiştiği yerde tamam diyorsun, Portland benim şehrim. My kind of town diyebiliyorsun orada, mükemmel bir yer. Tıpkı demin söylediğim gibi Gus Van Sant'ın. filmlerindeki gibi bir yer. Gece 12’ye kadar açık plakçı dükkanları, kitapçılar; 24 saat açık donut dükkanları, orada ucuz oteller de var. O otellerden birinde kaldım.
Acımasızlığın ödüllendirilmesi
ÖM: Bir parça çalmaya geçmeden önce bir şey de ben ilave etmek istiyorum. Tabii bu şehirlerin ahalisinin yapısındaki büyük değişmeler ve sokağa düşmeleri insanların, topluluklar halinde, özellikle 1990’larda yürütülen bu büyük şirketlerin downsizing dedikleri, yani işçi çıkarma ve tasarrufa gitme ve hatta fabrikalarını başka ülkelere, Meksika’ya, Çin’e, şuraya buraya yapmaları...
HT: Kesinlikle öyle, ucuz işgücü, evet evet.
ÖM: Bu çok önemli bir sorun ABD’de. Bunun olağanüstü ilginçlikte bir kitabını yazan da Michel Moore. Yeni keşfettim, biraz geç keşiflerimden bir olduğunu da burada itiraf etmek isterim. “Downsize This” diye yazdığı bir kitap var 96’da, yeni baskısı 2002’de yapılmış, onu gördüm.
Amerika'da evsiz çok | HT: Ben senden duyuyorum, bilmiyorum.
ÖM: Olağanüstü komik, trajikomik bir kitap. Orada işte bütün bu downsizing denilen olayın, küçültmelere gitmenin Amerikan toplum yapısında başta kentler olmak üzere ne büyük, muazzam bir tahribata yol açtığını çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Zaten Amerikan ve dünya tarihinin en popüler belgesel filmi, “Roger and I” adlı filmi de yapmış, o da işte kendi kasabası, hep kendi kasabasıyla ilgili ya, Flint Michigan’daki, orada General Motors şirketinin muazzam sayıda işçinin çıkarılmasına yol açan bir olayı ele alıyor. Roger dediği de şirketin genel müdürü, büyük paralar |
HT: Acımazsızlığın ödüllendirilmesi, değil mi? Ne kadar acımasızsan o kadar para alıyorsun.
ÖM: Aynen o, ve Roger’ı da aramasının ve bir türlü bulamamasının hikâyesi. Halbuki götürüp “adam bak Flint’teydi, sizin merkez ne hale geldi” diyor. İki de fotoğraf, kız kardeşine çektirmiş fotoğrafını, o General Motors’un genel merkezi yıkıntı haline gelmiş. Oklahoma’daki bombalamadaki binadan beter hale gelmiş, nasıl geldiyse, ikisinin fotoğraflarını da yanyana koymuş. “İşte bunları gösterecektim ama adamı bulmak bir türlü nasip olmadı” diyor. O geldi aklıma, uzun bir katılımda bulunmak durumunda kaldım. Şimdi: John Sinclair and His Blues Scollers - Cross Road Blues.
(müzik...)
ÖM: John Sinclair and His Blues Scollers’tan gelen, albümün adı da çok ilginç. “Fattening frogs for snakes,” yılanlar için kurbağa şişmanlatmak, beslemek, semirtmek anlamına gelen “the delta sound blues.” Enteresan bir plaktan dinlemekteydik bunları...
HT: John Sinclairle ilgili birkaç şey ekleyelim istersen. MC5’ın programın başında dinlettiğimiz müzisyenlerle işbirliği içersinde, onların bir dostu aslında, MC5’in da menejerliğini yapmıştı yıllarca. 1960’larda ya da 70’lerin başında Beyaz Panterler partisinin de kurucularından, marihuana manifestosunun da yazarlarından. Politik bir kimliği var.
ÖM: Şair de.
HT: Evet şair, doğru. Kızının, resimlerini çizdiği yeni kitabı da çıktı.
ÖM: Evet, albümün kapağını da kızı tasarlamış.
HT: Ben de, Chicago’da konuşması vardı, tanışma olanağı buldum. Bu albümü de alırken kendisine imzalattım. “Radyo programında çalmamızın bir sakıncası yok herhalde, çalabilir miyiz bir ya da iki parça” dedim. “Tamamını çalın” dedi. Bu arada Açık Radyo’ya bir selam da gönderdi.
ÖM: Çok hoş. Evet, Açık Radyo’dasınız, Cuma Adlı Adamlar programı, saat onbir buçuk.
Banliyöde hayatlar sürgülenir
HT: Ralph Nader Portland için “yasayan insanlara en fazla ait olan Amerikan şehri” olduğunu söylemiş. Çok fazla sayıda bisikletli insan görebiliyorsun sokaklarda. Arabaların olabildiğince az olduğu bir şehir. Dışarda yaşamayı seven insanlar, o postmodern mimarisinin falan olduğunu söylediğim şehir merkezinde de çok değişik bir hayat var aslında. Hayat hiç bitmiyor, hiç kesintiye uğramıyor. 12’de oradan geçerken , otele doğru giderken genç insanları görüyorsun. Uçağa bineceğim sabah erkenden kalktım, saat 4 buçuk 5 arası olmalı, 6. caddeden, Pioneer Square'in bulunduğu yerden tramvaya binip havaalanına gidecektim. 12’de geçerken aynı insanlar vardı, 4 buçukta yine aynı insanlar vardı. Orada hep duruyorlar, sanki gün doğduğunda onlar uyumaya gidiyorlar, sonra başkaları şehrin sokaklarına çıkıyorlar. Ama şehir böyle bir yer.
ÖM: Söylediğine bakılırsa kediler de aynı zaten.
HT: Evet, hiç umulmayan bir şey. 24 saat açık donut dükkanlarının olduğu gibi. Kapısında her zaman insanlar var, genç insanlar. Ne yapıyorlar, ne ediyorlar bilmiyorum ama hep orada duruyorlar, nöbet tutarcasına.
ÖM: Yasak halbuki, loitering - aylaklık yasak ama olsun.
HT: Şehir bu ama. Banliyöden farkı bu metropollerin. Banliyölerde insanlar dediğim gibi çitlerle çevrili bir dünyada yaşıyorlar. Arabalarını garaja kapatıyorlar, kendileri de evlerinin kapılarını sürgülüyorlar. John Carpenter’ın korku filmleri o küçük banliyölerde yaşayan insanların korkuları üzerine oynayan filmlerdir. Bir anlamda onlarla alay eden filmlerdir.
ÖM: Ama bütün mesele belki de bu noktada odaklanıyor, onu da belki biraz ukalaca bir tavırla söylemek gerekiyor.
HT: Estağfurullah.
ÖM: Tümüyle, Michael Moore’dan demin de bahsetmiştik, özellikle Oscar alan “Bowling for Columbine- Benim Cici Silahım” filminden bahsetme fırsatı da bulamamıştık ama bütün konu bu. Korku kültürü yaratıp, güven meselesi yaratıp...
HT: Evet, evet, paranoya yaratmak aslında.
ÖM: Ve çok daha rahat yönetilebilir, halle hamur edilebilir bir kitle olarak yönetmek. Medyanın da burada, sevgili medyanın da çok büyük katkısı da oluyor tabii.
HT: Ben çok küçüklüğümden beri hep şehirlerde yaşamayı istemiştim. Hiç bitmeyen 24 saat kesintisiz bir hayat olduğu için sevmişimdir ve bu hayat ne kadar canlıysa o denli çeker beni şehirler. Bodrum çok güzel bir şehir olabilir ama Bodrum’u yaşayayım dememişimdir, ya da Marmaris’e gidip çekileyim orada resim yaparım, dememişimdir.
ÖM: Bu açıdan itiraf etmek gerekir ki özellikle son 5-10 yıllık geçmişi açısından bakıldığında İstanbul bu açıdan çok ciddi bir performans gösteriyor. 24 saat epey açık yeri olan bu tuhaf megakent, megapol.
HT: Doğru, doğru. Bazı farklar var.
ÖM: Var tabii.
HT: Powells kitapevine bakıyorsun, garip bir yer. Buradaki Beyoğlu’ndaki kitapçı dükkanlarına girdiğinde kötü bir müzik seni karşılıyor. Farklı bir şey o yani, atmosfer farklı. ÖM: Evet onu da Bizans’a atfedeceğiz belki. | Meşhurdur Tower Records... |
Portland “Küçük Beyrut”
HT: Ralph Nader'ın Oregon içinde yaşayan insanlara en çok ait olan Amerikan şehri olarak nitelediğini söylemiştim. Tam aksini de Baba Bush söylemiş. Bush Senior, Körfez Savaşı sırasında söylemiş. Küçük Beyrut olarak nitelemiş Portland’ı. Bunun nedeni savaş karşıtı gösterilerin en yoğun olduğu şehirlerden bir tanesi olması Portland’ın. Amerika’da bugün protest pozitif şehir olarak anılıyor, bir dizi şehir böyle niteleniyor; bir tanesi de Portland. Protesto etmeyi seven ve anında tepki veren insanlar olarak biliniyor artık Portland’lılar. Bunun bir nedeni genç insanları çeken bir şehir olması, yani nüfusunun çok genç olması ve bir de Portland’a çok yakın olan Eugene'nin bir üniversite kasabası olması. Özellikle Eugene, bu ünü kazandıran küçük bir kasaba, kolej kasabası diyelim. Hatta 1999’da Seattle’a giden, ortalığı karıştıran büyük bir çoğunluğun Eugene'den gittikleri söyleniyor.
ÖM: Bu meşhur “Başka bir dünya mümkün” hareketi diye de adlandırabileceğimiz... olayların tamamen başında ve oradaki Dünya Ticaret Örgütü toplantısını da engellemeyi başarmışlardı. Yapılamadı o toplantı.
HT: Büyük çoğunluğunun o Kara Blok’un, ki en militan çekirdeğini oluşturan Kara Blok’un yatağı olarak biliniyor Eugene. Bu da abartma ve yersiz bir şey değil. Doğru. Eugene’e gittim ve kabul etmeliyim ki aptalca bir şeydi. Turist gözüyle görülecek bir şehir değil. İnsanın üniversite öğrencisi olarak hayatının 3-4 yılını yaşayacağı bir yer. Çok da vakitsiz bir zamanda gittim, trenle gece yarısı sularında vardım oraya. Güzel bir kasaba, cumartesi gecesi, gece yarısını geçmişti, gideceğim oteli falan bulamadım. Herkese Greyhound Otelini soruyorum; herkes sana yardım etmeye çalışıyor ama herkes, sarhoş.
ÖM: Eugene pozitif bir yer.
HT: Ama başaramıyorlar. Çünkü herkes o saatte zil zurna sarhoştu. Eugene'in sokaklarında genç sarhoş, sarhoş demeyelim içkili diyelim, insanlar vardı. Sana çok yardım etmek istemelerine rağmen ellerinden bir şey gelmiyor.
ÖM: Hüsran.
HT: Ben de 3 sularında bir lokantaya girip omlet ısmarladım orada. Sabaha karşı ilk kalkan arabayla Greyhound terminaline gittim. Greyhound terminalleri... demin söylediğimiz yoksul insanlar nerelere gidiyorlar... oralardan da kovulunca oralara gidiyorlar. Greyhound’da binip dolaşıyorlar galiba. Bunu ben 3 sene önce Boston’da yine sabaha karşı 3-4 sularında gördüm. İlk beni New York’a götürecek otobüsü bekliyorum, orada uyumuyorum da kitap okuyorum. Kitapta da şey var; Jeffrey Lee Pierce'in anıları. Anılarında "işte" diyor, "gençlik yıllarımda Amerika'nın yoksul insanları gibi sırtımda çantamı almışımdır gezmişimdir. Amerika’da böyle insanlar var." Allah allah diyordum ben de, bu insanların nasıl yaşadıklarını göremedim, hayıflanıyordum. Ama bu insanların kimler olduğunu, nasıl insanlar olduklarını bilmem için tuvalete gitmem yeterliymiş. Tuvalete bir girdim, o saatte çamaşırlarını yıkayanlar, traş olanlar, üstünü başını değiştirenler. Hah işte, az önce kitapta okuduğum, Jeffrey Lee Pierce'in sözünü ettiği tipler buradalar dedim. Tam o son gentrifica olan bölgelerden atılan insanların çaresizlik içersinde gittikleri yerler herhalde Greyhound terminalleri.
ÖM: Orada ayrı bir hayat devam ediyor, yani büyük bir harala gürele.
HT: Kesinlikle, hangi şehre gidersen git. Seattle’da da farketmiyor, Eugene'de de. Greyhound terminallerinde o saatte yatmış, uyumuş insanlar görüyorsun. Saat 5 sularında bir otobüs yaklaştı, biletim de yok, almadım, şoför beni götürmeyi kabul etti, “bir sonraki duraktan alırsın” dedi. Arabanın içine bindiğimde kimse yok zannettim, bir girdim dolu arabanın içi. Bir filmde görmüştüm, her taraf Meksikalı dolu.
ÖM: Allah allah...
HT: Los Angeles’tan gelip Seattle’a gidiyor araba, her taraf Meksikalı dolu. Benim filmde gördüğüm Meksikalıların tavukları da vardı. | Greyhound otobüsü |
Bunların tavukları yoktu... Ama ilk durakta, gün ışırken mola verdiğinde şoför, kızarmış tavuk yediler. Kızarmış tavuk satın aldılar. Şaşırtıcıydı.
ÖM: Matrak.
HT: 1999’da o Seattle’daki Dünya Ticaret Örgütü’nün toplantısını protesto eden ve yeni bir dünya, daha adil bir dünya arayışı için bir kilometre taşı olan o gösterilerden sonra bir Indymedia kurulmuştu biliyorsun.
ÖM: Evet. Devam ediyor.
Kültür ekonomisi inisiyatifi
HT: Ondan sonra çok kısa bir sürede 100 tane otonom medya kuruluşları olarak belli başlı büyük şehirlerde bir network, ağ, şebeke oluşturdular. Ama kendilerinin bir merkezleri yok. Bunların en etkili olanlarından bir tanesi aslında Portland'da. Sadece internette faaliyet göstermiyorlar, mücadelenin ön saflarında olan aktivist muhabir kavramını, anlayışını oluşturuyorlar. İsrail’i, Filistin’i yerinde incelemek üzere oraya gidiyorlar. Irak’a gidiyorlar. Hatta Seattle’ı geride bıraktığı söyleniyor Portland’takinin. Baba Bush’un onları suçlamak için söylediği Küçük Beyrut’u severek kabulleniyorlar. Bir tane Newsletter çıkarıyorlar "Küçük Beyrut" adında, esprili bir şey.
ÖM: Benimsemişler yani Küçük Beyrut olmayı.
HT: Evet, evet. Arkada da “Devrim, Portland Usulü” demişler. Yaptıkları faaliyetleri söylüyorlar, bira yapıyorlar, kendi biralarını, bisiklet tamirciliği öğretmek gibi birçok şeyi sıralamışlar. Bisiklet tamirciliğinin neresi devrimcilik diye insanlar geçiştirebilirler ama bence son derece önemli.
ÖM: Bence de öyle. Hiç geçiştirilecek gibi bir şey değil.
HT: Bir de Indymedia'nın direnişlerinin yerel olmaması çok önemli. Dayanışma içerisinde olmak, o ağın birbirleriyle ilişki içersinde olması ve dünyanın her yerine ulaşabilmesi. Bunun için de şöyle birşey yapmışlar, mesela 1991 yılında kurulmuş bir grafik kolektivitesi savaş aleyhtarı bir sürü grafikler, afişler yapmış ve onları web sitesine koymuş ve onları bedavadan oradan indirip alabiliyorsun. Galiba “Plazma” sözünü ettiğim bu şirketin adı. Bunun gibi pek çok kolektiviteler var. Burada demin de Portland'ın genç insanları, sanatla uğraşan insanları en çok çeken şehirlerden bir tanesi olduğunu söylemiştim. Böyle birkaç şehir var. Hatta, adı bu bakımdan en başta anılan şehir.
Seattle gibi şehirlerle, daha başka şehirlerle, mesela yüksek teknolojiye dayalı, endüstrilerin geliştiği şehirlerle baş edemeyeceğini bilerek başka bir şeye yatırım yapıyor. İlk defa ben mi duydum yoksa yeni mi, bilemiyorum ama kültürel ekonomi diye bir kavram (cultural economy). Kültürel ekonomi inisiyatifi oluşturmuşlar. Teknik bilgiye dayalı endüstriler yerine kültürel birikime dayalı endüstriler, diyorlar. Burada tabii kültürel birikimin hemen ardından endüstri sözcüğünün gelmesi biraz insanları kuşkulandırıyor. Ama buna Portland’ın Belediyesi de ön ayak olmuş. Bunun amacı şu: kiraların yükseldiği, stüdyo fiyatlarının yükseldiği bir yerde, insanların ucuza barınabilmeleri, yaratıcı etkinliklerini kolaylıkla gerçekleştirebilmeleri... Portland bu anlamda entelektüel birikime yatırım yapan şehirlerden bir tanesi. Amerika’da şu anda en çok tutulan profesörlerden bir tanesinin ismi Richard Florida, kitabının ismi de “Yaratıcı Sınıfın Doğuşu - The Rise of The Creative Class.” Sanatla uğraşan, sanat yapan genç insanların toplumu dönüştürebileceklerini söylüyor ve profesörün kendisi de kısa zamanda yüksek fiyatlarla konferanslar veren birisi olmuş. Galiba bir konferans ücreti 25 bin dolarmış. Henüz de tavana vurmadı diyorlar.
Union Station, Portland ÖM: Ücret veriyorlar konuşsunlar diye. Richard Florida, öyle mi? HT: Evet, Prof. Richard Florida. Şimdiden eleştiriler başlamış tabii. Genç insanları, eleştirdikleri kurumsal ilişkiler içersine sokmak istediği söyleniyor. Çünkü her türlü sponsorluğu reddetmek gibi bir ilkeleri de var bu insanların. Tabii diyorlar bir kısmı sold out olacak bu işlerin. Belediyenin bu işe el koymuş olması, biraz havuç uzatması, onları sistemle uzlaştırmaya yönelik girişimler olarak kabul edilmiyor değil. Ama dediğim gibi bir olumlu yönü de var. 1980’lerde özellikle neoliberalizmin egemen olduğu sürelerde entelektüel birikimin küçümsendiği bir dönemdi. Herkesin 1’e alıp 3’e, 3'e alıp 5’e sattığı günler... her şeyin öyle görüldüğü, “entel” sözcüğünün de insanları küçültmek için çok kullanıldığı dönemdi.
Geçenlerde bir gazeteci yine entellerin savaşa karşı olduğunu söylüyordu, neoliberal felsefeyi benimseyen insanlardan bir tanesi. Dolayısıyla bir anlamda olumlu, ama az önce dikkatini çektim yöneltilen eleştirilerde de bir şey var. Kuşkuyla ve çekinceyle yaklaşmakta da yarar var.
ÖM: The Cramps dinleyeceğiz, ilginç bir ismi de var çalacağımız parçanın: Psycho Cat.
(müzik...)
HT: Chicago’nun mimarisiyle ilgili bir kaç şey söyleyebilir miyim? Louis Henry Sullivan’ın mimarisi, modern mimarisiyle hâlâ Chicago’da şehrin silüetinde belirleyici eski gökdelenler. New York’ta falan mesela öyle değil. Bir de Seattle’da sanat merkezini görüyorsun, yeni yapılmış. O da Venturi'nin imzasını taşıyor.
ÖM: Richard Venturi, evet.
HT: Aradaki farkı görebiliyorsun. Bir şey daha, otelin penceresini açıp baktım bir kaç kere, tam karşıda Django plakçısı, gecenin 12’sine kadar açık eski plaklar satan, ikinci elden plaklar satan bir plakevi.
ÖM: Django mu koymuşlar adını? Django Reinhart'dan tabii.
HT: Evet, evet. 24 saat açık donut dükkanları, onların ıslanmış, yağmur yağmış sokağa düşen ışıklarına baktım baktım ve "tıpkı bir Gus Van Sant filminde olduğu gibi" dedim. "50 yaşına merdiven dayamış olduğum halde hayat bana hâlâ zaman zaman da olsa heyecan veriyor," dedim.
(Açık Radyo’da Cuma Adlı Adamlar programında yayınlanmıştır.)
Deşifre eden: Sanem Karacan