Cüneyt Uzunlar İle Sohbet

-
Aa
+
a
a
a

 

Eraslan Sağlam: "Ben kurbanlarımı, ölümün olmadığına ya da asıl ölümün yaşam sandığımız şey olduğuna inandırırım. Böylece kendi istençleri ile ölmelerini veya birbirlerini öldürmelerini sağlarım. İnsanlar gariptir, alışkanlıklarını düzen sanırlar ve geçmişlerine bağlı kaldıklarına inanmadıkları için, sunduğum hayali hemen kabul etmezler. Birbirine benzemekten mutluluk duyan sığıntıların dikkati önce çelişkiyi değil ülküyü yakalar" diyor Cüneyt Uzunlar'ın yazdığı Katiller Komitası'nın arka sayfasında. Katiller Komitası Şubat 2005'te Babil Yayınları'ndan çıkmış ve şu öykülerden oluşuyor SanKiŞot, Ejderha, Kule, Üzgün Büyücünün Çırağı, Katiller Komitası, Üç Deniz, Güneş Ülkesi. Kitabın yazarı Cüneyt Uzunlar ile beraberiz. Hoşgeldin.

 

Cüneyt Uzunlar: Hoşbulduk.

 

ES: Hemen ilk öyküne değinecek olursak, SanKiŞot öyküsünde insanları bu hale getiren "hain"den bahsediyorsun. Hangi hale getiren bir hainden bahsediyorsun ve bu hain insanları ne hale getiriyor?

 

CU: Bu SanKiŞot hikayesindeki ana figürün yapısı ile ilişkili. Bir kaçak yapıyor zihni, ve figür değişime uğruyor. Daha önce zanaatkâr iken daha sonra bir silahşöre dönüşüyor. Kendi mesleğini bırakıyor dünyayı kurtarmaya adıyor kendini. Bir an düşünüyor. Ben buna "kaçak yapma" diyorum. Aynı orijinal Don Kişot metninde olduğu gibi, ismi de bununla bağlantılı. Dünyayı kurtarmaya çıkıyor ve bir taş ocağında duvarları yontan, kayaları yontan ve taşları organize eden işçileri görüyor. Bunlar biteviye aynı şekilde çalışıyorlar karıncalar gibi. Bunun da insana yakışır bir yaşam olmadığını düşünüyor. İşte bu yaşama kim koşulluyorsa onları, onu hain olarak addediyor. Buradaki hain kavramı bizim silahşör figürü için bu.

 

ES: Bir sonraki öyküne bakacak olursak; Ejderha öyküsünde resimden söz etmeyen ressamlar var tıpkı "insanlığı bu hale getiren hainler gibi". Kullandığı bu ve benzeri öyküler başka bir uygarlıktan geliyormuş hissi veriyor öncelikli olarak. Sanki başka bir kültürden, sanki biraz eski zamanlara ait bir kültürden bahsediyormuş hissi uyandırıyor. Ancak az önce söylediğim şey, mesela resimden söz etmeyen ressamlar, hainler, bütün bunlar acaba senin yazdığın öyküleri günümüze bağlayan unsurlar mı?

 

CU: Edebiyatta alegori denilen bir teknik var, yüzyıllar öncesinden beri kullanılıyor, benzetmeler var, yani sonuçta hikâyelerde kurgusal bir iş yaptığımın altını çok net çiziyorum. Bunlar birer kurgudur ve uzak zamanlarda, eski zamanlarda geçmektedir, bize çok uzaktır ama bütün bu uzaklığı ile birlikte çok yakın ilişkileri vardır günümüzle.

 

ES: Özellikle öykülerin temalarına baktığımızda bu ilişkileri net olarak kurabiliyoruz.

 

CU: Evet. Geçmişte ve uzak, eski diyarlarda, zamanlarda geçiyor, ya da düşlemsel mekânlarda geçiyor, yani olmayacak şeyler oluyor, saçma sapan şeyler oluyor ama bunlar hayatımızın içinde varolan şeyler zaten.

 

ES: Bu arada edebiyat akımları hızla bölünerek, parçalanarak çoğalmakta son zamanlarda, tam da az önce söylediğin meseleyle ilgili, fantastik edebiyat diye bir kavram var ortalıkta. Sen nasıl değerlendiriyorsun fantastik edebiyatı?

 

CU: Fantastik edebiyat, bir anlamda mitoloji, bir anlamda masal dünyası, bir anlamda dini külliyat yeniden örgütleniyor. Bu örgütlenme insanların ruhsal dünyasına sesleniyor, bireysel duygularını okşuyor, yani güçlü olmak, yola çıkmak ve bir yerleri fethetmek, belirli aşamaları geçip sonunda barışa ulaşmak.

 

ES: Bir takım maceralar sonunda bir öze ulaşmak, bunun felsefi bir öz haline gelmesi.

 

CU: Mesela şimdi Irak işgal ediliyor, o da sanki fantastik bir şeymiş gibi, orada savaşanlar fantastik bir şey yaşıyorlarmış gibi, şovalyeler gibi kendilerini kurgulamaları da bir anlamda sağlanıyor. Ama tabii tırnak içinde söylüyorum tam bir şovalye olarak değil bir kahraman olarak görebiliyorlar.

 

ES: Ama Irak'ın içinden baktığımızda durumun böyle olmadığını görüyoruz.

 

CU: Tabii ki. O perspektiften bakarsak bu bir istila, işgal ve buna karşı kurtuluş mücadelesi veren insanlar var. Ama meşrulaştırma fikri sadece "orada füzeler varmış"la olmuyor da, mitoloji ile de yapılmaya çalışılıyor, fantastik edebiyatla da yapılmaya, fantastik sinema ile, fantastik hikâyelerle yapılmaya çalışılıyor. Ben de fantastik hikâyeler yazıyorum ama...

 

ES: Ama bu fantastik hikâyelerin hiçbirinde böyle yüreğimiz kabararak hiçbir zulümü onaylamış olmuyoruz.

 

CU: Hayır, tam tersine, anti kahrmanlarım var benim. Aynı bir fantastik hikâyede olduğu gibi ejderha ile savaşa gidiyorlar, yaptıkları şey sonuçta ejderhayı yenmek değil, iktidara geçmek. Aslında iktidar ilişkilerini fantastik yapı içerisinde yeniden sorguluyorum.

 

ES: Beni de en çok çarpan o oldu zaten, bir medeniyet öyküsü neredeyse bütününde. Az önce kurmaca meselesinden bahsetmiştik, herhalde bu kurmacanın bir parçası olarak, Şilahşor, Pirens, Yaşlı Yürür Kıral, Çiftçi Kıral gibi isimlere rastlıyoruz. Bu tip sıfat ve cins isimleri özelleştirmedeki amacın bunun bir kurgu olduğunu mu hissettirmek yoksa dibinde yatan başka bir sebep var mı?

 

CU: Aslında ilk başta isim koymakta güçlük çektim.

 

ES: Bence güzel seçim.

 

CU: İsim koyduğum zaman da anlamlı olacak.

 

ES: Prens "pirens", kral "kıral", silahşör de "şilahşor" şeklinde yazılıyor kitapta.

 

CU: Orada Türkçeleştirme fikri vardı, aslında o 'Pirens' derken aradaki 'i'yi okuyoruz, ben de okunduğu gibi yazdım, bize öyle öğrettiler.

 

ES: Bunu yaparak da bir özel isim yaratmış oldun.

 

CU: Hem özel isim olmuş oldu, böyle de yazılabilir bence, yani bir öneridir bu.

 

ES: Bu da bir alt amaç sanırım.

 

CU: Pirens gibi, Çiftçi Kıral gibi isimler, statülerini, sembolik değerlerini, mesleklerini ifade ediyor. Zaten bir kişiyi ismiyle tanırız da asıl tanıdığımız kısmı mesleğidir, durduğu yerdir. Nerede durduğuyla tanırız. İsimlerde zaten hemen ilk anda onu söylüyor, "Çiftçi Kıral", yani tarım zamanındaki kral o.

 

ES: Burada, altta başka bir şey hissediyorum, ki o da çok hoşuma gitti, bir silahşör, silahşörlüğünün yanında aynı zamanda pek çok şeydir, bir insandır, ama dediğin gibi isimler üstümüze etkiler yapıştırıyor ve bu etkilerle biz, kamilen bir insan olmaktansa bir silahşör olarak, ya da "Yaşlı Yürür Kıral" olarak gösteriyoruz kendimizi. O taraf da hoşuma gidiyor.

 

Ejderha'da bir medeniyetin öyküsünü okuyoruz ve zaman zaman güçler değişiyor, bu nokta da Tacir Kıral isminde biri ortaya çıkıyor. Bu kim? Altının hayatlarına girmesiyle neler değişiyor?

 

CU: Orada aslında ürünlerin değişim değerlerinin önem kazandığı bir dönemi anlatıyor ve o döneme saplanıp kalıyoruz ve hâlâ içinde olduğumuz dönem o aslında. O dönemin ilkel halleri ve o ilkel hallerinde başımıza neler gelebileceğinin ipuçlarını zaten görüyoruz. O altına sahip olmak için yapılan şeyler, ahlakın çürüyüşü, felsefenin değişimi, sadece özel amaçlara, tacirlere hizmet eden bir felsefenin oluşması ve düşünüş biçimlerinin oluşması, bunların insanlarda kurduğu egemenlik ve bunun sonucunda insanların artık özne olmaktan çıkıp nesneye dönüşmesi.

 

ES: Tam o sürece tekabül eden artı değerin ortaya çıkması.

 

CU: Aslında bir şey biriktirme çok daha öncesine dayanıyor, orada da onu anlatmaya çalıştım, daha öncesi de var ama esas olarak yerleşik düzene geçtikten sonra biriktirme işi başlıyor. Ama biriktirmeye rağmen paylaşıyorlar, daha köy kıvamındalar, bir kent kıvamına geldikleri zaman sorun başlıyor.

 

ES: Biriktirilenin paylaşılamaması, adaletsiz paylaşım...

 

CU: Nüfus olarak çoğalıyorlar. Üretim araçları değişiyor, o zaman da yaşam biçimi, dolaşım biçimi ve dolayısıyla da yaşamımız da değişiyor.

 

ES: Aslında Ejderha'da, biraz ileri numaralı gözlüklerle okuduğumuzda, medeniyet tarihini, uygarlık tarihini görmek mümkün.

 

CU: O aslında bir sayfalık bir kısım, sanıyorum 10 sayfa civarında hikâye, asıl mesele bir halkı kurtarmak için yapılan bir girişimin halkın yıkımına dönüşmesi.

ES: İlerleyen bölümlerde Kule öyküsünde biraz gülümsedim, çünkü senin doğayı dillendirmen var. Gülümseyen patika, konuşan, şaşıran, "gereklilik mi? o da ne?" diyen bulut... Yaşlı patikanın kendini daha genç hissetmesiyle' dillenmeye başlıyor Kule öyküsünde. Doğayı konuşturmak anladığım kadarıyla öyküne büyük bir özgürlük alanı yaratıyor. Bunu yaratırken, doğayı konuştururken aynı zamanda çok inandırıcı olmuşsun, buna giderken seni besleyen kaynak neydi, ya da bu inandırıcılığı nasıl tutabildin?

 

CU: Onu bilmiyorum, açıkcası inandırıcı olmak gibi bir kaygım hikâyelerde hiç yok, zaten düş ürünü hikâyeler... İnandırıcılığı hiç düşünmedim sadece o ana, o duruma isabet eden güzel sözler söylüyor bulut ya da patika, öyle olduğu için belki denk geldiği için, zaten öyle olması gerekiyor. O anın, o durumun derinleşmesini sağlayan bir şey yapıyorlar söyledikleri sözlerle o da eklektik olmamasını sağlıyor.

 

ES: Duruma çok denk geldiği için inandırıcılığı da sağlamış oluyor. Peki şu 7 rakamından biraz bahseder misin?

 

CU: 7 rakamı çok eski, Sümerler'den beri varolan önemli bir rakam. 60 sayısını Sümerler kutsal sayıyorlar, çünkü bütünlüğü ifade ediyor, 6'lık sayı tabanına göre düşünüyorlar. 7 ise artı bir kutsallık ifade ediyor. Yedi Kapılı Teb Şehri var, haftanın 7 günü var, Maya mitolojisinde evreni oluşturan ilk 7 tanrı var, 7 ölümcül günah var... 7 inanılmaz bir rakam, çok var insanlık tarihinde. Ben 7'nin sihrini, kerametini bozmak için kullandım aslında. 7 hikâye var benim kitabımda da ve hikâyemin sonundaki kahramanım, figürüm 7 masal yazmak üzere denizlere açılıyor. Aslında kitabın sonu okunduğunda, hikâye kendi kuyruğunu yakalamış oluyor, yani bir çevrim gerçekleşmiş oluyor. 7 hikâye daha yazılmamış gibi, daha yazılacakmış gibi...

 

ES: Yani öyküler arasında böyle bir kurmaca, bütünlük söz konusu.

 

CU: Evet.

 

ES: Ben konuşurken öykü diyorum senin yazdıklarına, burada da referans olarak kitabın künyesini alıyorum, sen böyle adlandırıyor musun yoksa içinde bulunduğum başka bir tür var mı?

 

CU: Bazıları uzun, biraz kısa roman kıvamında, mesela Katiller Komitası öyle, ama ben bir öykü yazarıyım, çünkü yine de çok sınırlı bir alan içerisinde yazıyorum. Yine şiirle, metaforlarla akrabalığım var ama hepsi hikâyesel bir kurguya dayanıyor.

 

ES: Bir başka kavram var uzun zamandır, yüzyıllardır, belki de daha da geriye gidersek, tartışılan bir kavram, "biliş" ve "oluş" kavramları. Senin öykünde bunların ilişkisi nasıl birbirleri ile?

 

CU: Kule'den bahsediyorsun herhalde? Aslında bunun cevabı açık, diyalektik ikisinin ilişkisi, bilişe ağırlık verdiğimiz zaman, sadece bilmeye önem verdiğimiz zaman hayatı elden kaçırıyoruz. Sadece oluşa yöneldiğimiz zaman bilişi elden kaçırıyoruz, ikisinin birlikte ve kucak kucağa yürümesi gerekiyor, birlikte olması gerekiyor. Ne birisinin daha fazla ne birisinin daha eksik, ikisinin birlikte çalışması gerekiyor. Hikâyede tam öyle değil gibi gözüküyor, çünkü bu bir seçim. Çünkü biliş öndedir her zaman, ben oluşa ağırlık verdim hikâyede, ama öyle bir oluş ki, hikâye okunduğu zaman ortaya çıkar sanırım, o oluşun içinde büyük bir biliş var, ciddi anlamda bir bilişe sahip olduğu için o oluş gerçekleşebiliyor.

 

ES: Hazır Kule'den bahsetmişken devam edelim, Kule'yi ayakta tutma çabası ve ölümsüzlük serüveninin yanı sıra okurken bana çok hoş gelen, bir anlamıyla da eğlendirici gelen bir başka hikâye var ki, bir dans gösterisi izledim Kule'yi okurken. Buna bir metafor olarak baktığımızda günümüzle nasıl ilişkilendiriyorsun Kule'deki insanların dansını?

 

CU: Aslında günümüzde böyle bir şey yok, böyle bir dans yok, bu özel bir dans, böyle bir dansla ancak Kule ayakta durabilir. Sürekli hareketlilik hedefleniyor, bu olmaz ise Kule ayakta duramayacak. Aynı bir parmağımızda bir çıtayı tutmak için parmağımızı sürekli hareket ettirmemiz gibi. Kule'nin içinde yaşayan insanlar Kule'nin dik durabilmesi için sürekli dans ediyorlar ve bu onlara huzur ve mutluluk sağlıyor. Durarak ölümsüzlüğü yakalayamayacağımızı düşünüyorum, bu hareketlilik içerisinde, bu hareketliliğin sonucunda, bu armonik yapının içerisinde ölümsüzlük belki var, gerçekten de olabilir.

 

ES: Küskün Büyücünün Çırağı'nda şamanik göndermeler söz konusu mu? Ben böyle bir hisse kapıldım. Çıraklıktan kalfalığa geçiş süreci burada neyi araştırıyor?

 

CU: Doğru, şamanik göndermeler var kesinlikle. Burada dinlerin ortak özellikleri var, her dinde bir merkez öğretisi var, bizim şamanımız da, bizim büyücümüz de, Küskün Büyücünün Çırağı'nda ortaya bir maske koyuyor, o maskeyi koyduğu an, orası evrenin merkezi oluyor. Eğer biz öyle inanırsak öyle olacak, buna inandırmaya çalışıyor insanları ve bu anlamda başarılı da oluyor ve o köy bir uygarlığa dönüşüyor. Katiller Komitası'nın içerisinde bunun izdüşümü var zaten, böyle bir uygarlıktan bahsediliyor, yeşermiş ve yokolup gitmiş. İnsanların topluluk olabilmek için önce bir şeye inanmaları, ortak değerlere sahip olmaları gerekiyor. Bu merkez öğretileri bunu sağlıyor, bu toplaşmayı, birleşmeyi sağlıyor, bu önemli bir şey, reddedilemeyecek, aksi düşünülemeyecek bir şey, değerli bir şey.

 

Çıraklıktan kalfalığa geçişe gelince, çıraklıktan kalfalığa, kalfalıktan ustalığa geçişte hep bir geriye dönüş var. Yani kalfa oldun mu çıraklığa biraz daha yaklaşırsın, usta oldun mu o zaman çırak olmayı öğrendin demektir. Bir usta iyi bir çıraktır. Mesela ben ustayım dediğin zaman sen iyi bir usta değilsindir, ama iyi bir çırak olmak için usta olunur, yani benim düşündüğüm bu, o bir ayrıntı o hikâyenin içinde. Çıraklığa çalışır bütün ustalar ben bunu biliyorum sadece ve buna bir gönderme yapıyorum.