Edebiyat, sinema, sanat ve psikanaliz aracılığıyla yaşanmamış hayatların izini süren; Virginia Woolf’tan Ingmar Bergman’a, Frida Kahlo’dan Freud’a uzanan bir yelpazede, kimlik, seçim, arzu ve belleğin yarattığı ihtimallerin tartışıldığı Gidilmeyen Yol'un ilk bölümünde Aslı Kotaman, 'ya farklı olsaydı?' sorusunu felsefi, sanatsal ve duygusal bir anlatımla yazar Fatma Burçak ile analiz ediyor.
Aslı Kotaman: Merhaba, ben Aslı Kotaman. Apaçık Radyo'da yeni bir programla birlikteyiz: Gidilmeyen Yol.
Bugün programa Tracy Chapman'dan “Fast Car”ı dinleyerek, tam da ihtimalleri duyulan arzuyu, kaçma hevesini, yeniden başlama hayalini duyarak başladık. Bu programda bizi edebiyatta, sinemada, sanatta ve düşünce tarihinde hep peşinden sürükleyen bir sorunun izinden gideceğiz: Ya farklı olsaydı? Yani yaşanmamış hayatlar, ertelenmiş ihtimaller, görünmeyen benlikler, başka türlü olabilecek iken olmamış olan hikayeler - yaşadıklarımız kadar yaşamadıklarımız da.
Aslında bu program adını Robert Frost'un bir şiirinden alıyor. Frost'un dizelerinde şöyle diyordu: “Ormanda iki yol vardı, ben daha az gidilmiş olanı seçtim ve bütün farkı o yarattı”. Dalgalar kitabında Virginia Woolf da, “Yaşanabilecek hayatların sayısı yaşananlardan her zaman fazladır” derdi. Aynı Virginia Woolf, Mrs. Dalloway da Clarissa Dalloway'ı Peter Walsh ile evlenmemeyi seçerek bambaşka bir ihtimali geride bıraktıran karakter olarak resmeder. Yaşadığı hayatın içinde olmamış evlilik sürekli zihninde dolaşır Clarissa'nın. Woolf’ta gidilmeyen yolun gölgesi anlatının en duygulu damarını oluşturur.
Rastlantı'nın Böylesi (Sliding Doors) filmini hatırlayanların yaşı ortaya çıkıyor. Filmde Helen karakteri metroya yetişip yetişememesiyle iki ayrı hayat olasılığında kalıyordu. Film, bir karar anının hayatı nasıl büsbütün değiştirebileceğini ve diğer ihtimallerin hep akılda kalacağını gösteriyordu bize.
Asıl favorilerimden bir tanesi Henry James'in The Jolly Corner’ı. Çünkü orada Spencer Braden, ABD’ye dönünce karşısına hayalet gibi çıkan beniyle, yaşanmamış kendi beniyle karşılaşıyor. Eğer ABD’de kalsaydı, eğer gitmeyi hiç seçmeseydi nasıl biri olacağını, gidilmeyen yolunun burada bizzat karşısında bir gölge gibi dikildiğini fark etmesi müthişti.
Frank Capra 1946'da Şahane Hayat’ı (It's a Wonderful Life) çektiğinde, orada da George Bailey bir kriz anında hayatını hiç yaşamamış olmayı diliyordu. Oysaki bu dileği gerçekleştiğinde, yokluğunun çevresindekiler için nasıl bir büyük boşluk yarattığını, şoka girdi gördüğünde. Başka bir ihtimal değil, bizzat hiç var olmamanın ihtimalinden bahsediyorduk burada. Kaçırdığımız yollar kadar varlığın kendisi de başkaları için ne anlam taşıyor onu anlıyordu burada Bailey. Antropolog Clifford Geertz şöyle diyor, “Hepimiz bin türlü hayat yaşamaya yetecek donanımla hayata başlıyoruz ama öldüğümüzde geriye sadece bir tane kalıyor”. William Empson bunu çok daha şairane bir biçimde ifade ediyordu, “Çocukta hiç bir insanın içinde tutmayı başaramadığı kadar çok şey var”.
Düşünüyorum, belki İstanbul'da hiç doğmamış olabilirdim mesela; sinema yerine başka bir şey okuyabilirdim; çocuk sahibi olmasaydım hayatım bambaşka bir ritimle akardı; akademiye yönelmesem, farklı bir yol tutsam bugün kesinlikle başka biri olurdum. Burada anlatmak istediğim seçimlerimden pişman olup olmamam değil kesinlikle; aslında her kararın ardında başka benliklerin mümkün olduğu gerçeği yatıyor. Bizim hayatımız milyonlarca ihtimalden sadece biri.
Ve o diğer ihtimaller zihnimizde hala birer yaşanmamış ben olarak dolaşıyorlar. Her şey bir anın seçimine bağlı oluyor bazen. Olasılıklar milyonlarca ama yaşanan bunlardan sadece bir tanesi. Şimdi hangi yolları seçtiğimiz önemli ama asıl ilgilendiğim kısım onları nasıl anlattığımız. Yaşanmamış ihtimalleri, pişmanlık, teselli ya da sadece olabilirdi diye nötr bir sesle dile getirebiliriz. Anlatının tonu hayatın anlamını doğrudan şekillendirir. İnsan hep kendini bir hikayenin içinde düşünüyor, yaşamını çizgisel bir başlangıç gibi görüyor.
Sanki bir başlangıç, bir orta, bir de son kurgusuna yerleştirmek istiyor hayatını. Ama yaşanmamış hayatlar bu çizgiyi bozuyorlar işte biraz. Kimi zaman kayıplar var, kimi zaman bazı kırılma ve özgürleşme anları var aslında ve onlar anlatıya sızıyorlar, parçalıyorlar anlatının kendisini. Biz bunları dile getirdiğimizde yalnızca hayatımızı da anlatmış olmuyoruz ayrıca, onu yeniden kuruyoruz her hatırladığımızda geriye dönük olarak hayatı yeniden kurduğumuz gibi. Bu sebeple de aslında her hikaye, hayat hikayemiz de hep kurmaca.
Her hayatın içinde bir fazlalık var, yaşanmamış ihtimallerin fazlalığı bu. İşte Gidilmeyen Yol da tam bu fazlalığın peşine düşecek aslında. Robert Frost'un şiirinde yol ikiye ayrılıyordu ve insan hani patikayı seçiyordu, diğerini de geride bırakıyordu.
Şimdi şunu düşünelim; hayat bazen yol ayrımı değil, belki de bir kart oyunu gibi. Önümüze dağıtılmış bir el var. Biz o eli başkalarının hamlelerini de görerek oynuyoruz. Kimi zaman daha güçlü oynuyoruz, kimi zaman zayıf hamleler yapıyoruz. Her hamlede de yalnızca seçimlerimiz değil ama bize düşen şans payı da devrede. Elimizde hangi el dağıtıldı? Verdiğimiz kararları, yapamadığımız, cesaret edemediğimiz aslında hamleleri, önümüzde açılıp da seçmediğimiz yolları düşünelim - milyonlarca olasılıkla başladığımız ama sonunda hep tek bir olasılığın içinde bitirdiğimiz o hayatı. İşte bu yüzden, her Pazar ‘gidilmeyen yollar’ı konuşmaya ve hikayelerin peşine düşmeye davetlisiniz. Bugün burada benimle beraber çok sevdiğim bir konuğum var; yazar ve eğitimci Fatma Burçak,. Hoşgeldin Fatmacığım, nasılsın?
Fatma Burçak: Hoşbulduk, çok iyiyim. Burada seninle olmaktan ötürü de çok mutluyum ayrıca.
A.K.: Çok teşekkür ederim. Aslında burada bu programı yapmaya başlarken senin de Ben Ölünce Yaz kitabının tam çıktığı döneme denk gelmiş olması ve kitapta istemediği hayatı yaşamak zorunda kalan kadınların hikayesini anlatıyor olman son derece bana tesadüfi gelmişti. Bu da olasılıklardan bir tanesiydi ve gerçekleşti.
İlk sorum şu olacak sana; gidilmeyen yol sana neyi çağrıştırıyor diye soracağım ama bir yandan senin kitabındaki kadınların hayatlarına bakınca gerçekleşmemiş olanakların nasıl izler bıraktığını düşündüğünü sormak ve bir yandan da bu gidilmeyen yol ifadesini duyduğunda senin aklına hangi karakterler, hangi kitaplar ilk olarak geliyor?
F.B.: Aslında şunu söylemem lazım; sen başlangıç konuşmasını yaparken, seçmediğimiz olasılıklardan bahsederken benim zihnimden kendi hayatımla ilgili o kadar çok şey geçti ki… Doğru aslında. Şöyle söyleyebilirim; bugünden dönüp de geriye baktığımızda hayatlarımız hep seçimlerden ibaret. En basitinden, ben İşletme Fakültesi mezunuyum ve onu seçmeseydim ne seçebilirdim, ne olabilirdim?
Bugün burada oturuyor olabilir miydim? Çok emin değilim.
İşletme ile edebiyat nasıl ilişkili diyecek olursan, o da ayrı bir hikaye olarak karşımıza çıkıyor. O yüzden gidilmeyen yol oldukça ilginç ve sanıyorum hepimizin hayatında gidilmeyen yollarda gidilenlerden çok çok daha fazla. İnsan hayatının bir döneminde dönüp de o gidilmeyen yolların hesabını tutmaya başladığında, bazen pişmanlıklar ve keşkeler karşısına çıkıyor. Dilerim ki aslında iyilerimiz daha çoktur çünkü keşkeyle iyi ki birbirini dengeler ise son raddeye geldiğimizde daha yaşanabilir bir hayat sürdüğümüzü hissedebiliriz diye düşünüyorum.
Evet, Ben Ölünce Yaz benim ilk romanım aslında ve çok yeni, çok taze yayınlandı. Şöyle söyleyebilirim; tam da söylediğin gibi, anlatmaya çalıştığın gibi, gidilmeyen yollardan oluşuyor. Aslında karakterlerin kendi seçmedikleri yollarda nasıl yürüdükleri ve seçimlerini kendileri yapacak olsalardı neler seçerlerdi, onların hayallerinden oluşan bir hikayeler zinciri, birkaç kadının hikayesinin iç içe geçtiğini söyleyebilirim.
Ben Ölünce Yaz aynı zamanda bir dönem romanı. Dolayısıyla tam da bu noktada şunu söylememiz lazım; her zaman seçimlerimiz de bize ait olmuyor, bizim hayatımızla ilgili olmuyor ya da etrafımızdaki insanların dayatmalarıyla ilgili olmuyor. Bazen içinde yaşadığımız coğrafya, içinde yaşadığımız dönem, dünyanın haliyle seçimlerimizi bize dayatan şey oluyor.
Böyle söyleyince evet, kendi romanım bir örnek ama belki aynı dönemlerde geçen başka bir örnek daha hemen aklıma geliyor; Kürk Mantolu Madonna ve Raif Efendi. Evet, onun seçimleri, seçmek zorunda kaldıkları ve seçmedikleri o roman boyunca hepimizin yüreğini sızlatan bir hikaye olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla benim için gidilmeyen yolun Türk edebiyatındaki en önemli örneklerinden biridir Raif Bey.
A.K.: Evet. Raif Efendi gerçekten çok çarpıcı bir figür böyle deyince, hepimizin içini sızlatan kişi. Benim aklıma onu söyleyince, Søren Kierkegaard'ın söylediği insan varoluşuyla ilgili çok temel bir şey geliyor; “Olanakla gerçeklik arasında bir gerilimde yaşarız,” diyor Kierkegaard. Aslında Raif Efendi'nin de taşıdığı yani Maria Puder'le yaşayabileceği ama gerçekleşmeyen hayat, hep o olanağın olması ama onun kaygısının da olması. Bir biçimde o gerçekleşmemiş olanak ciddi bir yüke dönüşüyor onun hikayesinde tabii ve kimi zaman umut çoğu zaman da kaygıyı beraberinde getiriyor.
F.B.: O bütün varoluşunu da çok belirliyor ve o yüzden de çok çarpıcı bir örnek olduğunu düşünüyorum. Şimdi bir soru daha geldi aklıma ki aslında sen konuşurken de hikayeyi nasıl anlamlandırdığımız fikri üzerinden bir yanıyla geldi çünkü geriye dönüp baktığımız zaman kimi zaman pişmanlık olarak gördüğümüz bir şeyi yıllar sonra bir kazanım olarak da görebiliyoruz ve bunu da, o hikayeyi de sürekli yeniden yazıyoruz. O yüzden bu soruya varmak için soruyu sormak için dolaylı bir yol izleyeceğim biraz - belki bize kapı açar diye düşünerek yapacağım.
A.K.: Walter Benjamin, tarihin sadece olmuş olanların değil ama olmamış olanların kaydını da tuttuğunu söylüyor. Ne demek istiyor burada? Tarih düz bir çizgi değil; yarım kalmışlıklar var, gerçekleşmemiş olanlar var, ihtimaller var ve bu ihtimaller de her zaman da sonuca ermemiş. Bunun hayat versiyonu, bunun edebiyat versiyonundan da bahsedebiliriz ve hatta Olga Tokarzcuk, Nobel ödülünü aldığı konuşmasında çok benzer bir konuşma yapmıştı; 'Hikayeleri düz bir çizgi halinde düşünmeyelim’. Lineer değil aslında onlar; boşluklu, yan yana duran bir takım yıldızı gibi anlamlandırabileceğimiz konstelasyon terimini kullanıyordu galiba.
Dolayısıyla edebiyat bu yarım kalmışlıklarla ki bunlar benim çok ilgilendiğim konular. Boşluklarla, onların çok göründüğü karakterlerle bize ne anlatıyor? Boşlukları nasıl değerlendiriyor? Başka bir biçimde sorarsak, aslında tarihin görünmez, hiç gerçekleşmemiş ihtimalleri edebiyat üzerinden nasıl okunabilir? Olmamışın temsili daha güç. Bu sorunun çok cevabı olabileceğini düşünüyorum ama sen ilk aklına geleni söyleyebilirsin.
F.B.: Aslında yine Walter Benjamin'in söylediği bir şeyle başlamak istiyorum ben. Pasajlar‘da der ki, "Hikayeyi açıklama katmadan anlatabilmek anlatma sanatını yarısı eder“. Dolayısıyla aslında bizim anlattığımız kendi hikayemiz de, okuduğumuz diğer hikayeler de anlatılmayan şeylerden oluşuyor, anlatılmayan şeylerden ya da o boşlukların arasında açılan yollardan oluşuyor. Bazen de hikayeyi anlatan o boşluklardan birini, birkaçını yakalayıp o boşluğu doldurmaya çalışıyor.
Hikaye anlatmak, edebiyat tam da böyle bir şey bana göre. Okumadığımız, bilmediğimiz, farkında bile olmadığımız bir yerden anlatılan şey.
Şimdi bu açıdan bakınca o boşluklar, olmamışlık, farkında olmadan geçip giden o zamanlar açısından bakınca ilk aklıma gelen tabii ki Tatar Çölü (The Tartar Steppe) ve 'Büyük Bekleyiş'. Bu zatenin Teğmen Drago'su, hayatı boyunca bir mücadele bekler, düşmanı bekler, Tatarları bekler. Hayatı boyunca ve bütün hayatı bu açıdan bakarsak bir boşluktan ibaret kalır ve o mücadeleye, o savaşa giremeden ölür. Müthiş bir varoluş muamması diyeceğim. Dolayısıyla boşluk dediğimiz şeyi de Buzzati alır; Teğmen Drogo'nun hayatındaki bu boşluğu hikayeleştirerek o boşluğu bize görünür kılar aslında. Bir başka önemli, yine bu şekilde yaşanmamış hayat ise bana göre Kâtip Bartleby. Ona baktığımızda da şöyle bir şey görüyoruz; hepimiz çok iyi biliriz ki yapmamayı tercih eder ve yapmaz; her şeyden vazgeçer, hatta yemek yemekten vazgeçer.
A.K.: Tabii, bir direniş olarak yapmaz.
F.B.: Kesinlikle bir pasif direniş ve hayatından vazgeçer yani yaşamamayı tercih eder. Şimdi bu noktada aslında bu boşlukların hikayesine baktığımız zaman Drogo ile Bartleby, tam da farklı noktalardan o boşlukları yaratıyorlar ve bize yazarlar o boşlukları alıp hikayeleştirerek karşımıza çıkıyor. Bence ikisinin direnişlerinde, biri bekleyerek ve olmasını isteyerek direnirken, öteki ise tümüyle yaşımından vazgeçerek bir pasif direniş gösteriyor. Büyük bir karşıtlık ama aynı zamanda her ikisi de aynı yolda farklı biçimlerde ilerliyorlar. Galiba gidilmeyen yol böyle bir şey yani aynı noktaya ulaşmak için Teğmen Drogo'nun tercihi ile Bartleby'nin tercihi oldukça farklı biçimlerde gelişiyor.
A.K.: Sen söylerken tabii bir yanda Drogo’nun uzun bekleyişi bana Samuel Beckett’i ve tabii ki Godot'yu Beklerken’i (Waiting for Godot) de hatırlattı. Bir yandan da filmler geldi aklıma; Béla Tarr'ın Turin At'ı (The Turin Horse) ve Yılmaz Güney'in de Umut'u belki. Bu olayın kendisinin hiç gerçekleşmemiş ama o boşluğun etrafında tüketiliyor olması hali bunları hatırlattı bana ama yaşanmamış ihtimalleri ve onların içimizde bıraktığı özlemlerini, gidemediğimiz yerleri, sanki hiç gidilememiş, dönülememiş yolları. hiç yaşanmamış hayatların hasretini. Bunu söyleyince aklıma bu duygunun en saf halini Yeşilburun adalarından Cesária Évora’nın sesiyle dinlemek geldi ve şimdi hep beraber "Sodade"'yi dinleyelim, ardından yeniden buluşalım.
A.K.: Samuel Beckett'te kalmıştık, Godot'yu Beklerken demiştik. O oyundaki bitmeyen bekleyişi düşününce aslında bir yandan daha önce söylediklerini de düşündüm. Gidilmeyen yollar farklı farklı olabiliyor, kendi seçmemeyi tercih etmek olabiliyor, toplumsal engeller olabiliyor bu ertelenmenin önünde. Aklımda böyle karakterlerin olduğunu da tahmin de ediyorum. Daha önceki sohbetlerimizden de biliyorum. Dolayısıyla aslında bunu sormak isterim; sence toplumsal engellerle çevrili ya da farklı görevlerle, farklı ertelemelerle yaşayan karakterler için bekleyiş gerçekten bir yaşam biçimi mi yoksa sadece ertelemek için mi? Beklemek için, belki de bekleyişin kendisiyle bir hayat kuruyorlar aslında ya işte bunu bir sormak isterim sana. Belki aklındaki karakterlerle ben de bağ kurabilirim, belki yepyeni karakterler öğrenirim.
F.B.: Şöyle söyleyebilirim; bekleyiş bazen gerçekten bir yaşam biçimi, bazen ertelenmiş bir hayat ama özellikle edebiyatta belli karakterler var ki bekleyişi sadece bir zaman dilimi ya da bir ömür tüketme biçimi olmaktan çıkarıp bizim için unutulmaz hikayelere dönüştürüyorlar. Bunlardan biri tabi ki Kazuo Ishiguro'nun Günden Kalanlar’ındaki (The Remains of the Day) Uşak Bay Stevens. Onun evdeki o bekleyişi, o evi dolduruşu, bulunduğu mevkiyi doldurmak için elinden geleni yapışı, asaleti ve bunun için her şeyi, hatta hayatında sadece bir kez bulabileceği o aşkı bile ertelemesi ve ertelemekten vazgeçtiği anda da her şey için çok geç kalmış olması muhteşem bir hikaye.
Dediğim gibi bekleyişler, boşluklar bize çok güzel hikayeler armağan ediyor. Bu noktada aslında edebiyat şu anlamda da belki yardımımıza koşuyor; 'Çok fazla bekleme ya da çok fazla erteleme’ diyor bize. Ne kadar bu empatiyi gerçekleştirebiliyoruz, ne kadar kurmacı hayatlarla kendi hayatımızı örtüştürebiliyoruz ondan emin değilim.
Yine Teğmen Drogo için de bu aynı şey geçerli; hayatı boyunca bekleyen bir karakter ama yine bizim çok önemli kadın romancılarımızdan biri - kadın olduğunu özellikle belirtmek istiyorum, daha önce belki ismini duymamış demeyeyim de fark etmemiş olanlar olabilir diye - Selçuk Baran ve kitabı Bozkır Çiçekleri. Orada bir Nurten karakteri var mesela ve onun da hayatı kendini bulmak yolunda hayatının içinde yer alan üç erkeğin arasında geçer. Ne yapacağını bilemez bir türlü ve sonunda sevdalarından, aşklarından vazgeçmek pahasına ve eklemek pahasına kendini bulur. Senin sorun bağlamında genellikle imkansız bir aşkın ya da toplumsal engellerin yarattığı bir kavuşma anının beklentisiyle yaşar hayatı boyunca. O ana kavuşmaktır önemli olan onun için, duygusal yaşamının ana motorudur o beklemek, büyük bir amaçtır. Aslında bu söylediğim üç karakter içinde belki Nurten görece olarak daha şanslıdır, biraz daha kendine dönebilir romanın sonunda, her birini arkasında bırakır. Bu yüzden edebiyatta beklemek büyük hikayeler armağan ediyor bize.
A.K.: Bir yandan da Günden Kalanlar‘ın filmi de çekildikten sonra itiraf etmem gerekir ki gözümün önüne her zaman film geliyor, çok severek izlediğim muhteşem bir film.
F.B.: Çok sevdiğimiz karakterler oynuyor bir de yani gerçekten muhteşem bir film. Orada toplumsal düzen, bireysel arzunun önüne set çekiyor. Ama sanki bir yandan da Nurten karakteri gibi arzuları ertelendikçe hayatı küçülüyor.
A.K.: Kesinlikle, öyle bir tarafı var. İkisi de kendi hayatının öznesi olamıyor ama başka şekillerde olamıyorlar. Birinde sınıf sistemi, diğerinde toplumsal cinsiyet rolleri. Engellerin ismi değilse de o ertelenmiş hayatlar da aslında bireyin iç sesinin kaybolduğunu ve o yolu kendileri yürüyemediklerini görüyoruz bir şekilde.
Peki, bizi madem Günden Kalanlar’dan bahsettik, konuyu da aşka getirsin diyeceğim. Roland Barthes, Bir Aşk Söyleminden Parçalar’da (A Lover's Discourse: Fragments) aşkın çoğu zaman tek kişilik bir konuşma olduğunu söylüyordu. Aslında ilk okuduğumda çok da iyi anlamadığım, sonra zamanla daha iyi anladığım bir cümle bu çünkü aşkı yaşayan kişinin o duygunun merkezinde yalnız olduğunu yani karşı taraf aynı yoğunlukta hissediyor olsa bile, bu karşılıklı bir aşk olsa bile 'İfade her zaman aşığın dilinden çıkar, kendini anlatan bir monolog gibi işler’ diyor. Bu yüzden aslında anlatı düzeyinde olunca aşk tek sesli.
Bir yandan da yaşanmamış ihtimaller deyince, ben bunu çevremden de fark ediyorum. Bu konuyla ilgilendiğimi, uzun zamandır bu konuda okuduğumu, bu konuda yazmaya gayret ettiğimi bilen arkadaşlarımla konuştuğumda yaşanmamış her ihtimal, gidilmeyen her yol çoğunlukla aşka çıkıyor. O yüzden buradan konuşacak olursak, kaçırılan aşklar desek bu yaşanmamış aşklar konusunda edebiyatta kimler gelir aklına, hangi karakterler iz bıraktı sende?
F.B.: Yani tabii ki aslında bence çoğumuzun bildiği Tita var.
A.K.: Evet.
F.B.: Laura Esquivel'in Acı Çikolata'sındaki (Como Agua Para Chocolate) Tita'sı. Çok acıklı ve çok... Nasıl diyeyim? Aynı zamanda da çok eğlenceli bir karakterdir Tita. Onu okumayı çok seviyoruz ve ben onu anlatmayı da çok severim mesela. O yüzden bence Tita, aşkın tek kişilik bir konuşma olduğu cümlesine çok uygun bir karakter. Şimdi biraz önce dedin ki bazen cinsiyet rolleri, bazen toplumsal roller, bütün bunlar bizim bu bekleyişimizi, erteleyişimizi etkiliyor. Çok doğru. Bir de şöyle bir şey yapıyoruz aslında galiba; kendimizi bu rollerle o kadar özdeşleştiriyoruz ki bekleyişi, unutmayı, ertelemeyi bir görev olarak benimsiyoruz yani şimdi sırası değil demiyoruz ama beklemek lazım, beklememiz gerekiyor.
A.K.: Bu engelleri kendi kendimize de koyuyoruz aslında.
F.B.: Kendi kendimize de koyuyoruz, evet. Mesela bu noktada Tita'ya baktığımızda tam da ailenin kızı annesine bakması gerekiyor, onun için evlenmemesi gerekiyor ve Tita daha anne karnına düştüğü andan itibaren anne karnında ağlayışıyla, annenin anne karnında onun ağlama sesini duyuşuyla bu ihtimali kabullenir yani artık odur, evlenmeyecektir, kaderini daha anne karnındayken ağırlamaya başlar. Bu yüzden sanıyorum aşk meselesine geldiğimizde de evet Roland Barthes'e katılıyorum çünkü şöyle bir söylem de var.
A.K.: Aşk zaten bir sevda olarak yaşanıyorsa aşk olmuyor, değil mi? Gözü kördür, tek kişilik konuşmadır, kavuşamazsınız aşktır gibi ki Tita’nın hikayesi de öyle ve aynı şekilde biraz önce konuştuğumuz Raif Efendi'nin hikayesi de öyle. Belki kavuşsalardı bir hikaye olmayacaktı, Puder'le beraber olsaydı bugün onu konuşmayacaktık bile. O yüzden aşkı konuşuyorsak kavuşamamayı, beklemeyi, ertelemeyi konuşmalıyız yoksa 80'li yılların filmlerine benziyor. Çok aşık olup evleniyorlar ama ya sonra… Aynı o kısma benziyor.
F.B.: Kesinlikle öyle.
A.K.: Aslında söylediğin Tita’nın hikayesi, bugün belki bahsederim diye biraz düşündüğüm Finli bir ressamın, benim çok çok sevdiğim, çok hayran olduğum bir ressamın hikayesine çok benziyor ki bir de filmi var: Helene Schjerfbeck - inşallah soyadını doğru söylüyorum çünkü çok zor, bir sürü sessiz harf, nasıl okunduğu hiç belli olmayan bir soyad gerçekten de. Kendisi Finlandiya'nın çok önemli bir ressamı, müthiş portreleri var gerçekten ve gençliğinde aslında Paris'e gidiyor, büyük bir kariyer planı var . Zaten o yüzden de kapılar açılıyor kendisine ancak hem biraz hasta, hem annesi hasta. Yoksulluk var o zamanlar Finlandiya’da, yoksul bir ülke. Dolayısıyla geri dönmek zorunda kalıyor. Bu birinci kırıklık.
Böyle hikaye çok var bu arada yani sanat, edebiyat ve sinema dünyasında çok çok var ama benim çok etkilendiğim, gene kırık bir aşk hikayesi var Einar Reuter diye bir yazara ki bir başka mesleği daha var galiba, o kişi ile aralarında bir aşk doğuyor yani söylem düzeyinde bir aşk, birbirlerine karşı bir çekim hissediyorlar ancak kadın yakınlaşma kuramadığından olsa gerek korkuyor ve bu işi bitiriyor bir şekilde ama isteyerek de bitirmiyor aslında. İleriye gitse nasıl gideceğini göremiyor ve bitiriyor korktuğu için. Hatta ‘Denizci’ diye bir resmi var, orada sevdiği adamı resmetmiş ama ardından adam gidiyor, evleniyor, çocukları oluyor ve hayatlarını böyle paralel bir biçimde yaşıyorlar. Bana bu çok kırık bir hikaye gibi geliyor, hep çok üzülüyorum. Helene diye bir film, çok yakın zamanda, birkaç sene önce oynadı ve ben sinemada izlemiştim ki o zaman da çok çok etkilendim. Film de güzel bir film yani bir yerde görürsen mutlaka izle derim.
F.B.: Takip edeceğim.
A.K.: Şimdi aşktan sonra bir de biz seninle ilk bu konuyu konuştuğumuzda nelerden bahsedebiliriz demiştik ve ikimizin ortak ilgi alanları neler diye konuştuğumuzda da bir Marcel Proust girmişti devreye. Aslında hafıza meselesi yani ertelemeyi, gidilmeyen yolu bellek ve kayıp zaman üzerinden nasıl şekillenir diye bakmıştık çünkü aslında bellek bir biçimde yaşanmamış hayatla nasıl kesişir fikri üzerinden ve hatırlamanın değil ama gidilmeyen yolları yaratmanın bir biçimi olabilir mi diye düşündüğümüzde neler söylemek istersin?
F.B.: Tabi Proust burada kocaman bir abide olarak duruyor. Gerçekten müthiş yazdığını da söylememiz lazım bana göre. Belli ki evet yaşanmamış hayatlar kurma biçimi bence Proust için de aynı yani Kayıp Zamanın İzinde’yi (À la recherche du temps perdu), o büyük anlatıyı okumaya cesaret edip de okuyup bitirdiğin zaman belki de pek çok okurun farkında olmadığı bir şey vardır. Biz Kayıp Zaman İzinde'yi konuşurken hep onu Proust ile birlikte konuşuruz, hep Proust kendi dönemini anlatıyor, kendi hayatından benzer çok şey var diye konuşuruz ama aslında içinde anlatıcının hayatı neredeyse hiç yoktur, o hep gözlemcidir. Charles'ı anlatır, ondan sonra Swan'ı anlatır, bir sürü karakteri anlatır, onları resmeder, dönemin modasını, sanatını, müziğini anlatır, anlatır, anlatır, anlatır 3 bin sayfa boyunca ama kendini hiç anlatmaz. Biz anlatıcı Marcel'in sadece çocukluğunda uykusuz kaldığı o ilk 50 - 100 sayfadaki hatırasını biliriz ya da peçetenin dokusunu anlatır ya da madlen keki çaya batırır onun tadını anlatır. Böylece bütün bir Combré ya da Paris zihninden dışarı fırlar ve gördüğünü anlatır ama kendisini hiç anlatmaz. Ne zamana kadar?
Son cilde geldiğimizde. Aynaya bakar ve kayıp zamanını hatırlar, kaybedilmiş yıllarını hatırlar yani aslında koskoca bir boşluğu, boşlukları hep anlatarak, başkalarını anlatarak doldurur Proust ama kendini çok az anlatır aslında. Biz bugün kayıp zamanın izindeyi konuşurken hep Marcel Proust ile konuşuyoruz ama biz de bugün aslında onun anlatmadığı şeyi onun hakkında bildiklerimizle doldurmaya çalışıyoruz.
A.K.: Aslında bir yandan da aynaya da bakıyoruz.
F.B.: Evet.
A.K.: Söylediğin ayna kısmı çok önemli. Biz de kendi yaşanmamışlıklarımız üzerinden bir hikaye kurmak adına yapıyoruz bunu.
F.B.: Evet. Bence yani başta Benjamin'in söylediği gibi, anlatı aslında anlatılamayanlardan oluşu meselesini Proust çok güzel kavramış ve çok güzel 3 bin sayfa boyunca aslında kendisini hiç anlatmayarak, kendisinin etrafında dönen bir dünyayı anlatarak kendisini o dünyanın içine gizlemiş.
A.K.: Bir yandan da bana şunu düşündürüyor ama kendi gördüğün hayatı anlattığın zaman yani bunu Proust'tan bahsederek yapmıyorum, daha dünyaya indiğimiz zamanki anlatım gücünden bahsetmiyorum ama biz anlamlandırmaya çalıştığımız, kendi etkilendiğimiz, çevremizde gözlemlediğimiz bir dünyayı aslında yine kendi gözümüzle görüyoruz. Mesela kimlerden etkileniyorsun diye ben sana sorduğumda bana bazı isimler söyledin ve onların bir kısmı da benimkilerle, mesela Camille Claudel benimkiyle örtüşüyor ama sen mesela Edward Hopper'ın kadınlardan etkilendiğini, Pauline Boty'den de etkilendiğini çok söyledin bana.
F.B.: Evet.
A.K.: Bu konu üzerinde kafa yürütüyor olmama rağmen bunları düşünmemiştim mesela. Çok eskiden beri, çok küçüklüğümden beri Ahmet Kaya'nın yaşanmamış hayatı bana çok dokunur mesela. Burada bizimle ilgili yani o dünyaya nereden baktığımız, kim olduğumuz, kimin hikayesini kendimize yakın hissettiğimizle ilgili çok şey söylüyor elbette ve o yüzden son soru olarak sana biraz kişisel bir soru soracağım ki aslında kendimizi de ortaya koyabilmek ve gerçekten hikayemizi konuşmak için ve biraz o programdaki tonu da ayarlayabilmek adına bunu da yapmak güzel oluyor diye düşünüyorum çünkü sadece başkalarının hikayelerini konuşmuyoruz burada, aslında kendi hayatlarımız da bu ihtimallerin içinde her zaman ve biz bunları bu yaşanmış ve yaşanmamış anlatılarımızı hikayelendiriyoruz. Bu kayıt odasında nasıl oldu da yan yana geldik? Birbirimizi nasıl tanıdık biz? Neden bugün bu zaman ve tam da burada yan yana düştük? Bu soruları düşününce hayatın bizi buraya taşıması bile kendi kendine başka ihtimalleri de gölgeliyor. Başka bir yerde olmamayı seçerek burada oluyoruz ve o yüzden senin kendi yaşanmamış hikayelerini sormak istiyorum sana.
F.B.: Aslında başta seçimlerden bahsettik; ben işletme okudum dedim ve hep merak ettiğim soru şudur kendi adıma. Bizim zamanımızda üniversite sınavında puan önceden gelmezdi de biz puanımızı bilmeden seçimler yapardık, en çok istediğimizi üste yazardık falan filan.
A.K.: Benim zamanımda da öyleydi.
F.B.: Sonuçta ben çok popüler olduğu için işletme seçimlerimi üstte yazıp altta da mimarlık yazmıştım ama aslında çok yüksek bir puanla mimarlığa girebilecektim fakat işletmeci olup çıktım. Bu da bana aslında işletme okumasaydım ne olurdum sorusunu her zaman düşündürür. Yani bir mimar olsaydım nasıl bir mimar olurdum? Çünkü mimarlık benim bir yandan edebiyat ile bir yandan sanatta çok ilişkili olduğunu düşündüğüm, bakış açımı çok değiştireceğini düşündüğüm bir şey. Dolayısıyla şu anda da çok dikkatimi çeker mesela binalar, binalarda yaşanmışlıklar. Bu yüzden mesela en büyük seçimim odur ve bir de anne olmak.
A.K.: Olmamayı seçseydin?
F.B.: Olmamayı seçebilir miydim diye çok düşünürüm çünkü annelik çok zor bir şey hepimizin yaşadığı gibi ve çok sıkıntılı anıları da var. Anne olduğum için çok mutluyum.
A.K.: Tabii, şüphe yok.
F.B.: Ama bazen... Bu nereden aklıma geliyor? Şuradan aklıma geliyor. Zaman zaman anne olmamayı seçmek konusu tartışmaya açılıyor ve o zaman kendimi sorgularım ben. Anne olmamayı seçme şansınız olabilir miydi ve o zaman nasıl bir karakter olurduk?
A.K.: Bu bana aslında bir de Gabriela Mistral'i hatırlattı. Kendisi Şilili bir şairdi ve aynı zamanda Nobel ödülü de almıştı galiba. Onun da gidilmeyen yolunda sahip olamadığı çocuk var ve dolayısıyla şiirlerinde de kollektif annelik vardır. Bunu her düşündüğümde başka hayat olabilirdi ama olmadı duygusu benimle de ilgili bir şey söylüyor diye düşünüyorum.
F.B.: Bunu özellikle söylemek istedim çünkü biraz önce beni etkileyen kadınlardan biri olarak Pauline Boty'den bahsettik. Kendisi çok erken yaşta kaybettiğimiz bir pop art sanatçısı. Hamile kaldığını öğrendikten hemen sonra kanser teşhisi konuyor kendisine ve çocuğunu doğurabilmek uğruna hayatından vazgeçiyor. Tedaviyi reddediyor ve bu yüzden ölüyor çok erken yaşta. Bu o kadar büyük bir şey ki… O yüzden bu da sıklıkla kafama takılan konulardan biridir.
A.K.: Bunlar da mutlaka bizimle ilgili bir şey söylüyor. Fatmacığım çok teşekkür ederim.
F.B.: Ben teşekkür ederim.
A.K.: Çok keyifli bir sohbet oldu bence. Daha önce başka bir programda da hikayesini anlatmaya söz verebileceğimiz. Sting'in “I'm an Englishman in New York” şarkısıyla kapatalım çünkü orada da isteklerinin ve gitmesi gereken yolların peşinden giden bir adamın hikayesi anlatılıyor diyelim. Önümüzdeki hafta görüşmek üzere.