Dünyada bir grubun diğeri üzerinde tahakküm kurabildiği eşitsiz olan bu düzeni değiştirebilmek için bu ayrımcılıkların tek bir tanesi için mücadele etmek yeterli değil, tutarlı da değil.
Son zamanlarda dezavantajlı azınlık gruplarına yönelik bazı şiddet olayları gündemde sıkça yer alıyor. Bunlardan en fazla konuşulan, Kuzey Amerika’da polis şiddetiyle öldürülen Afro Amerikalı George Floyd üzerinden ırkçılık meselesiydi. Ayrıca son zamanlarda Türkiye’de LGBTİ+ bireylere uygulanan şiddet olaylarında bir artış oldu: Bianet haberine göre sadece son bir iki haftada İstanbul'da 3 farklı yerde LGBTİ'lere yönelik nefret saldırıları gerçekleştirildi. Üstelik her türlü cinsiyet, cinsel kimlik ve cinsel yönelim farklılıklarını kutladığımız Onur Ayı içinde bu tür nefret suçlarının arttığını görüyoruz. Geçtiğimiz günlerde, Mısırlı bir LGBTİ aktivisti Ester Hegazi uğradığı şiddet ve ayrımcılık sebebiyle kendi yaşamına son verdi. Kahire’de bir konserde gökkuşağı bayrağı açtığı için tutuklanmış, işkence görmüş ve Kanada’ya gidebilmiş, ama yaşatılan şiddet devam ediyordu ki Kanada’da sürgünde yaşarken intihar etti.
Görsel: Irkçılık karşıtı protestolarda elinde “Bizi öldürüyorsunuz.” pankartı taşıyan protestocu.
Görsel: Mısır’da gökkuşağı bayrağı açan LGBTİ aktivisti Ester Hegazi.
Diğer yandan da navegan ve türcü bir dünyada yaşarken insan-dışı türlere, hayvanlara yönelik çok büyük ölçekte, sistematik şiddetin gün be gün devam ettiğini biliyoruz. Bizce tüm bunlar bağlantılı. Irkçılık, cinsiyetçilik, heteroseksizm, transfobi ve türcülük gibi tüm bu baskı ve şiddet biçimlerinin ortaklaştığı ve kesiştiği noktaların farkına varmak, bu ayrımcılıklarla mücadelenin güçlenebilmesi açısından çok önemli.
Bu ayrımcılıkların hem toplumsal hem de bireysel/ psikolojik sebepleri var. Toplumsal boyutuna baktığımızda tüm ayrımcılıkları ve eşit olmayan güç ilişkilerini besleyen baskı sistemlerinden bahsedebiliriz. Azınlık gruplarına yönelik ayrımcılıkları besleyen her türlü kurum, organizasyon, toplumsal yapı veya ilişkilenme biçimi bu baskı sistemlerini destekliyor ve çeşitli pratiklerle yeniden üretiyor. Bu pratikler olağanın dışındaki şiddet olayları değil sadece, her günümüzün parçası olan, alıştığımız için fark etmediğimiz ama ayrımcılıkları yeniden üretmeye sebep olan ve “normal” algıladığımız pratikler. Dilimize yerleşmiş ırkçı, cinsiyetçi ve heteronormatif söylemler gibi veya her gün sorgulanmadan üç öğün yenen hayvansallar gibi.
Ancak zararsız görünen bu pratikler, tam da yaşanan şiddet olaylarının esas sebebi oluyor. Özetle diyebiliriz ki toplumlarda baskının kaynağı olan, bir grubun belli bir kimliğinden veya özelliğinden dolayı diğer bir grubun üzerinde bir tahakküm kurabildiği bir güç hiyerarşisi söz konusu.
Görsel: Baskı formları piramidi: En alttan yukarıya doğru: Hemen göze çarpmayan önyargılar, önyargı ve yobazlık eylemleriı, ayrımcılık eylemleri, şiddet eylemleri, bireylere yönelik aşırı şiddet eylemleri, soykırım.
Eşit olmayan güç ilişkilerini ve bunun sonucu olan ayrımcılığı ve şiddeti araştıran disiplinler çoğunlukla sadece insan türünden bahsediyor çünkü insan-dışı türleri toplumun bir parçası olarak kabul etmiyorlar. Ama hayvanları toplumun dışına almanın geçerli hiçbir bilimsel veya etik dayanağı yok. Onlarla birlikte yaşıyoruz ve aynı hayati güdülere sahibiz. O nedenle bir yandan ırkçılık, cinsiyetçilik, heteroseksizm gibi ayrımcılıklara karşı çıkarken ve hatta mücadelesini verirken; diğer yandan, aynı insanlar gibi duyarlı varlıklar olan, acı çekebilen, yaşama arzusu hisseden insan-dışı türlerin uğradığı şiddeti ve zulmü görmezden gelmek çelişkili, tutarsız bir duruş, ayrıca etik açıdan da son derece problemli. O nedenle ayrımcılık biçimlerinden bahsediyorsak mutlaka insan-dışı hayvanların uğradığı zulmü de “tanımak” yani kabul etmek ve konuya dahil etmemiz gerekiyor. Zira hayvanlara uygulanan şiddet aynı baskı matrisinin içinde yer alıyor.
Peki baskıcı sistemler nasıl baskı kuruyorlar? Baskı kurdukları grupların farklılığından bağımsız olarak aynı taktikleri ve araçları kullanırlar. Ekofeminist aktivist yazar Pattrice Jones bu taktiklerden bazılarını söyle sıralıyor:
İlki; İnsan, insan dışı hayvanlar ve dünyanın kendisi olmak üzere yaşayan tüm canlıların bütünlüklerinin bozulup, parçalara ayrılarak metalaştırılması. Bir şeyi metalaştırdığınızda, mülk ve sahiplik ilişkisi yaratmış olursunuz. Bu mülk ve sahiplik ilişkisinde de metaya sahip olan taraf, metanın tüm haklarına da sahip olmuş olur. Bu sahiplik ve mülk ilişkinin devamı ve dünyanın bu şekilde işlemesi de birilerinin birileri tarafından sürekli olarak sistematik baskı görmesi sonucunu doğuruyor. Örneğin bugün, hayvanlar ve doğanın kendisi; dokunulmaz hakları olan özneler değil, parçalara ayrılarak, alınıp satılan, sahiplerinin menfaatleri doğrultusunda akıbetlerine karar verilen nesnelerdir. Bu yüzden hayvanlar bir eşya gibi alınıp satılıyor ve bütün hakları ihlal ediliyor. Bu yüzden Kazdağları’nda bir ekosistemin göbeğine “ben burayı satın aldım” diyen bir altın şirket gelip istediği faaliyeti gerçekleştirme hakkını kendinde görüyor.
Görsel: Her şeye etiket koyarak metalaştıran sistemi anlatan bir çizim.
İkinci taktik; üremenin kontrolüdür. Eğer bir grubun üreme dinamiklerini kontrol ederseniz; onların varlıkları üzerinde söz sahibi olabilirsiniz. Örneğin, bir hükümet o “ülke” toprakları içinde yaşayan insanların ne kadar çocuk yapacaklarını / yapmaları gerektiğini söylüyorsa; ya da toplumun bazı kesimleri bir kadının doğurganlığı üzerinden söz söylüyorsa; bu bedenlerin ve üreme davranışının kişisel hak ve özgürlükler üzerinden değil; politika ve kitle kontrol mekanizmaları açısından ele alındığını gösterir. Üremenin kontrolünü hayvanlar açısından çok çarpıcı şekilde görebiliyoruz. Bugün özellikle çiftlik hayvanlarının doğal olarak üremediklerini sanırım hepimiz biliyoruzdur. Hayvanlar yapay yollarla bu dünyaya doğurtulmakta ve hatta daha duruma daha uygun bir tabirle söylemek gerekirse; insanlar için üretilmektedirler. Bunun kontrolünün insanlarda olması; insanların hayvanlar üzerinde kurduğu korkunç hegemonyanın en önemli ayaklarındandır.
Görsel: İnsan eliyle hayvanları rızaları dışında yapay döllemeyi anlatan bir çizim.
Üçüncü taktik, hiyerarşik ayrıcalık dinamikleridir. Ayrıcalıklardan hiç imtiyaz verilmemesi, eşitsizliklerin sürekli yeniden yaratılması demek. Şu çok önemli, eğer biri ya da bir grup ayrıcalıklıysa; bu büyük olasılıkla bir başkası bu ayrıcalığa sahip olmadığı içindir. Kapitalizm ve sınıf kavramı üzerinden bir örnek verebiliriz. Ekonomik sınıfların var olmasının sebebi; birinin diğerinden daha ayrıcalıklı olması, daha ayrıcalıklı olduğu için ondan daha fazla kaynağa sahip olması, daha fazla kaynağa sahip olduğu için yine daha ayrıcalıklı olması demek. Yani bu 1’ler ve 0’lar sisteminde birinin 1 olması için diğerinin 0 olması gerekiyor... Yani diğer bir deyişle, birinin kazanması için birinin kaybetmesi gereklidir.
Görsel: “Eğer adalet için aç değilseniz; bu muhtemelen ayrıcalıklarla kuşatılmış olmanızdandır.”
Baskı ve ayrımcılıklar, aynı taktikleri kullanmalarının yanı sıra kökende aynı zihniyetten beslenirler. Bu zihniyetlerden biri de ikili dünya görüşü; yani dualizmdir. İkili dünya görüşü, dünyayı ikili zıtlıklar aracılığı ile algılayan zihniyettir. Bu zıtlıklar yalnızca olasılıkları 2 seçeneğe indirmekle kalmaz, aynı zamanda bu seçeneklerden bir tarafın diğerinden daha üstün olduğunu iddia eder. Örneğin; Erkek-Kadın Mantık-Duygu Kültür-Doğa, İnsan-Hayvan ikililikleri bunlardan bazılardır. Baskıcı sistemler ile mücadele ederken; en temelde bu zihniyetin kendisi ile mücadele edildiğinin unutulmaması gerekiyor. Baskının ortaklıklarını ve aynı kökenden çıktığını anlamazsak; bir alandaki ayrımcılık ve baskı ile mücadele ederken; başka bir alanda baskıcı pozisyonda olma ihtimalimiz artabilir. Bu da şiddeti ve baskıyı tüm alanlarda yeniden yaratıyor olabiliriz demek.
Bu bağlamda benim son zamanlardan akıllara gelen bir örnek: Amerika’daki ırkçılık karşıtı protestolarda, bazı protestocular tarafından polise karşı bir sembol olarak domuz kafası taşınması oldu. Bu kafanın silikon bir maske olduğunu söyleyenler de oldu. Polislerin domuzlarla özdeşleştirilmesinin çok eskiden gelen bir durum olduğunu söyleyenler oldu. Ancak esas nokta bu değil. Esas nokta, bir eşitsizliğin, başka bir eşitsizliğe uğrayan grup tarafından, eşitsizlik karşıtı bir protestoda kullanılıyor olmasındaki çelişki. Ve bunu yaparak, kendi mücadelemiz de dahil tüm mücadele alanlarına ket vurmuş oluruz.
Görsel: Irkçılık karşıtı protestolarda polise yönelik mesaj verme amacıyla domuz kafası taşıyan protestocu
Bu yüzden de farklı ayrımcılık alanların tekil ve birbirinden bağımsız olduğunu düşünmek; kendi öznesi olduğumuz alanlar dışına çıkmamak, güç hiyerarşisinde ayrıcalıklı olduğumuz konumları hiç sorgulamamak; bizi asla istemeyeceğimiz bir pozisyona: yani baskıcı pozisyona sokabilir. Bu yüzden de mücadele alanlarının kesişimselliğini anlamak çok önemli.
Her birimiz bu baskı matrisinin bir yerinde duruyoruz ve kimliklerimize göre hem baskı gören hem de baskı uygulayan konumundayız. Sadece baskı gören kimlikle özdeşleşerek baskı uyguladığımız yani içine doğduğumuz ayrıcalıklı kimliklerimizi dikkate almadığımız zaman, tam da değiştirmeye çalıştığımız sistemin kendisiyle gizli bir iş birliği, bir anlaşma yapmış oluyoruz. Pattrice Jones bunu vurguluyor; örneğin bir kadın olarak hiyerarşinin baskı gören tarafında dururken, bir beyaz Türk olarak ve navegan bir aileye doğup hayvansallar kullanmaya başlayan biri olarak kazanılmamış bu ayrıcalığın içine doğmuş olunuyor ve ayrımcılığın herhangi bir türüne karşıysak kendi ayrıcalıklarımı fark edip olabildiğince geri çekmek zorundayız.
Ayrıcalık öyle bir şey ki, sahip olduğundan dolayı yaşadığın avantajları anlamak; üzerine düşünmediğin sürece çok mümkün olan bir şey değil. Pattrice Jones, bir konuşmasında şöyle diyor: “Başvurduğunuz iş görüşmesi sonucunda işe alınmanızın, Özgeçmişinizde adınızın Leikisha Jones yerine Mary Smith olmasından dolayı olabileceği ihtimalinin ne kadar yüksek olduğunu fark ettiğinizde, aslında bu işe girmiş olmanızın altında yatan sebebin ırksal ayrıcalığınız olduğunu anlayacaksınız. Ve özellikle bir beyaz olarak; ne kadar çok alanda ayrıcalıklarla kuşatıldığınızı anladığınızda mideniz bulanacak ve gerçekten hasta hissedeceksiniz...”
Sahip olduğumuz ayrıcalıkları; eşit haklara sahip olmayan grupların haklarına kavuşması için kullanabiliriz. Buna İngilizcede “Being an ally” yani Türkçesi “Müttefik olmak” deniyor. Dezavantajlı bırakılmış grupların haklarını savunurken; onlara yer açmak, konunun odak noktasının hep esas özneler olarak kalmasını sağlamak çok önemli. Maalesef bu ırkçılık protestolarında, özellikle sosyal medyada “Black Lives Matter” paylaşımlarında; siyah komünite dışından bazı kesimlerin bu durumu kendi çıkarları için kullandıklarını gördük. Kimilerinin bu paylaşımlarında kendilerini ön plana çıkartma durumları vardı. Kimileri de, “All lives matter” sloganı altında protestolar gerçekleştirerek, ayrıcalıklarını eşitsizliğin yeniden üretilmesi için kullandılar.
Görsel:” Black lives matter” söylemine karşılık “All lives matter” söyleminin; yanan bir ev varken yanmayan bir eve su tutulması gibi olduğunu anlatan çizim.
Aynı şeyi, hayvan özgürlüğü mücadelesinde de görmekteyiz. Veganlık bir kimlikten ziyade bir sömürü ve kölelik boykotu olduğundan ve bizler hayvanlar adına onların haklarını savunduğumuzdan; odağı mutlaka hayvanlar üzerinde tutmak çok önemli. Çünkü, hayvan çiftliklerinde esaret altında olan, hayatları boyunca sömürülen, üzerlerinde deneyler yapılan, bütün hakları ellerinden alınmış ve her gün milyarlarcası öldürülen veganlar değil hayvanlardır. İyi müttefik olmama durumu, meselenin esas mesajını bulandırırlar ve ayrıcalıkların yeniden eşitsiz bir şekilde üretilmesine neden olurlar. Bu yüzden yardım etme amacıyla bir şeyler yapıyor olsak bile bunun esas özneleri nasıl etkilediğini iyi düşünmek gerekiyor.
Intersectionality yani kesişimsellik kavramı; ilk olarak siyahi feminist bir teorisyen tarafından kullanılıyor: Kimberlé Williams Crenshaw’un, 1989 tarihli “Irk ve Cinsiyet Kesişimini Demarjinalize Etmek” adlı makalesinde geçiyor. Crenshaw, siyahi kadınların kesişimsellik deneyiminin, ırk ve cinsiyetin toplamından çok daha güçlü bir şey olduğunu söylüyor. Birden fazla azınlık kimliğinin çarpan etkisi yaptığını, bu kimliklerin toplamı kadar değil, birbiriyle çarpımı kadar etki yaptığını söylüyor. Yani karşılaştıkları ırkçılık ve cinsiyetçilik ayrımcılığı, sadece siyah olmakla veya sadece kadın olmakla değerlendirilemez, hem siyahi hem de kadın olmanın etkileşimini dikkate almak gerekiyor çünkü birbirlerini pekiştirdiğini, arttırdığını söylüyor. Bu kesişimselliği hesaba katmayan gözlemler, bu örnekte siyahi kadınların uğradığı baskı ve şiddeti kavramakta yetersiz kalırlar diyor. Bu örneği tür ayrımcılığı ile de düşündüğümüzde insan olmayan grupların uğradığı baskı ve şiddet, insanların uğradığı şiddete oranla çarpılarak artıyor.
Görsel: “Kesişimsel”
Bu bağlamda, Tür ayrımcılığı yani türcülüğün, diğer ayrımcılık alanlarıyla olan ilişkisine de değinmek önemli. Özellikle sosyal psikoloji alanında yapılan araştırmalar; kişilerin bir gruba yönelik ayrımcılık geliştirmesinin, diğer gruplar için de ayrımcılık geliştirme olasılığını bariz şekilde arttırdığı yönünde. Bunun nedenleri arasında “social dominance orientation” yani Türkçesi “Sosyal baskınlık yönelimi” olduğu belirtiliyor. Sosyal baskınlık yönelimi, bireyin herhangi bir sosyal sistem içinde hiyerarşi ve düşük statülü gruplar üzerinde otorite kurma tercihinin bir ölçümüdür. Sosyal baskınlık yönelimi ile empati ters şekilde ilişkilidir. Bu eğilimi olan bireyler, gruplar arası eşitsizliklerin devam etmesini isterler. Örneğin biraz yukarıda da bahsettiğimiz “Black Lives Matter” söylemine karşılık “All Lives Matter” söylemi gibi. Ya da hayvanların özgür olma hakları vardır denildiğinde “o kadar da özgür olurlarsa, bütün dünyayı ele geçirirler” söylemi gibi.
İnsan dışı hayvanlar, insanlar tarafından o kadar uzun zamandır, o kadar fazla ötekileştirilip, o kadar fazla metalaştırılmış durumdalar ki; insanlar için adeta görünmez haldeler. Özellikle yemeğe, giysiye, kozmetiğe, eğlenceye dönüştürülen hayvanlar insan algısında; canlılar grubundan neredeyse cansız objeler grubuna geçiş yapmışladır. Ve hayvanlar, sömürü ve baskı piramidinin en altında yer almaktalar. En fazla sömürülen insan grupları bile hayvanları sömürebiliyor. Hayvanlar kimse üzerinde baskı kurmayan ve sürekli baskılanan tek bilinç sahibi grup.
Görsel: “Hayvanlar nerede? (Kayıp gösterge) Yiyeceğe, giysiye, eşyalara dönüştürülen hayvanlar.
Bazı araştırmalar, türcülüğün insanlar tarafından öğrenilen ilk gruplar arası baskınlık örneği olduğunu ortaya koyuyor. İnsan bir zamanlar, diğer hayvanlardan üstün olabilecek hiçbir özelliği olmayan sıradan bir hayvan iken; kendini grup olarak diğer hayvanlardan ve doğadan yavaş yavaş ayrıştırması ve evcilleştirme süreçlerinin başlaması ile birlikte bu domine etme davranışının başladığı düşünülüyor.
Görsel: Türcülük, diğer ayrımcılıkların kökenidir.
Bu nedenle, baskı mekanizmalarını anlamaya çalışırken mutlaka türcülüğü de işin içine katmamız gerekiyor. İnsan hakları mücadelesinde yer alan bazı kişilerden bazen şu söylemi duyabiliyoruz: “ben yalnızca insan hakları mücadelesini yürütebilirim. Hayvanlara ayıracak vaktim yok.” Bu tıpkı, hayvan hakları mücadelesi yürüten birinin “insan hakları için vaktim yok” diyerek insanlara yönelik ayrımcılıklara katkıda bulunması gibi olur. Odaklanmayı seçtiğimiz mücadele alanına daha fazla zaman ayırmamızda bir sorun zaten yok. Ama bunu yaparken, başka bir alanda şiddeti ve baskıyı yeniden yaratmadığımızdan da emin olmalıyız. Örneğin, insan hakları alanında mücadele veren biri; herkes gibi günde en az 2-3 öğün yemek yiyecektir. Ya da kıyafetler giyecek, belli bir diş macunu kullanacaktır. Bunları zaten yapıyorken; bunun hayvan sömürüsüne destek vermeyenlerini seçmek neden zor olsun?
Dünyada bir grubun diğeri üzerinde tahakküm kurabildiği eşitsiz olan bu düzeni değiştirebilmek için bu ayrımcılıkların tek bir tanesi için mücadele etmek yeterli değil ve tutarlı da değil. Sadece ırka, ulus-kimliğe, cinsiyet kimliğine, ekonomik sınıfa veya sadece insan-dışı türlere odaklanan mücadele biçimleri eksik kalıyor ve sistemi değiştirme amacıyla çelişiyorlar. Dezavantajlı bir grubun, kadınların, siyahların veya LGBTİ’lerin hakkını savunurken, diğer yandan hayvan sömürüsü ile elde edilen peyniri yoğurdu yemek veya sadece insan-dışı türlerin özgürlüğünü savunup bir yandan da cinsiyetçi, ırkçı söylemlere devam etmek, aynı şekilde ayrımcılığa karşı mücadeleyi zayıflatıyor.
-------------------------------------------
Kaynaklar:
https://anthropocenemagazine.org/2018/02/psychology-of-speciesism/
https://humanrightsareanimalrights.com/oppression/
https://www.youtube.com/watch?v=kRrT2H5jXnk
https://www.youtube.com/watch?v=x0FjZQC8gcs
http://bianet.org/bianet/print/225387-istanbul-da-ayrimcilik-ve-lgbti-lara-siddet
https://journals.sagepub.com/doi/pdf/10.1177/1368430218816962
https://tr.wikipedia.org/wiki/Sosyal_bask%C4%B1nl%C4%B1k_y%C3%B6nelimi