İstanbul'dan New York'a bir yolculuk

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

The Beach Boys’un kurucularından, efsanevi müzisyen Brian Wilson'ın aramızdan ayrılmasının ardından, Ömer Madra'nın "Akıntıya Kürek" kitabından 2000 tarihli bir parçayla İstanbul'dan New York'a The Beach Boys konserine gittikleri yolculuğa eşlik ediyoruz.

""

NEW YORK NEW YORK - I

"Brian Wilson, Pet Sounds albümünün tümünü senfoni orkestrası eşliğinde çalıp söylüyor. 10 Eylül New York konserine bir fazla biletim var. Bana eşlik eder misin? Sevgiler. Sedat."

Geçen Ağustos ayı sonunda aldığım elektronik mesaj. “Fazla biletim var. Eşlik eder misin?”... Hepsi bu.

Brian Wilson! The Beach Boys! “Pet Sounds”!

İlk gençlik. Kaybolan gençlik. Kaybolmayan çocukluk. Kaybolan masumiyet... Vay canına!

“Nasıl olur,” diyor karım. “Bir günlük konser için 8.000 kilometre gidilir mi?”

“Asıl nasıl olmaz? Hem bu kilometre meselesi değil ki; yıl meselesi. 39 yıl. 40 diyelim.”

“Peki, o zaman,” dedi karım.

Onu kucakladım.

“Geliyorum,” diye “telledim” Sedat’a, elektronik olarak tabii.

***

Bilet? Yedekte beklemeye alındım.

Yazılar? Beklemeye alınamazdı.

Beklerken bir yedek yazı yazdım, ertesi gün halam öldü, ressamdı, ondan sonraki gün bir torunum oldu, ne mesleği olacağı belli değildi, daha sonraki gün RTÜK’ten Açık Radyo’nun 15 gün kapatıldığı haberi geldi, onun durumu hiç belli değildi, aynı gün uçakta yer vardı ve bir ek yazı, güzergâh, otel, yer bulunması, Sedat’a yer yok, peki New York’un yeni sakinlerinden Âri, onun evinde olur mu, telefon, olurmuş ama küçücük tek bir odada tek bir yatak, bir de kedi: “Abla”, peki ama aynı yatakta nasıl olur, neden olmasın, iki kişilik bir yatakta, zaten Brian’la bir ruh akrabalığımız yok mu, peki, ama ikinci yazı sabaha kalır, ne yapalım sabahın köründe kalkmaya alıştık artık beş yıldır, ikinci yazı da hukuk yerine “guguk”lu olsun bari, TV başında geçen paralel hayatlar, üff, ne ruh karartıcı, onu ben yolda olacağım, geride kalan karîlerin ruhu sıkılsın, ben ruhen şimdiden New York’a uçtu bile, saçma sapan konuşmaya devam ederken gece kalacaksın, uçağı kaçıracaksın, olsun, her şeye geç kaldım zaten, şaka şaka, bitiriyorum, bazı kelimeleri siyahlaştırıyorum, bazı cümleleri bitiriyorum, son noktayı da koyuyorum işte, para, bilet, pasaport, sigara, sigarayı yoldan alırız, orada ateş pahasıdır, radyoyu da yolda konuşuruz, konuştuk işte, bir sonuç çıkmadı, sonuçta radyocuyduk, kırk yılın bir başı hayatının adamlarından biriyle gidiyorsun, radyoyu dönüşte düşünürüz, her şeyi dönüşte düşünürüz, gideriz hiçbir şey düşünmeyiz, geldik işte, gazete de almadım, ama az gazeteciliğe semer, New York’a az haber taşımayacağım, o sloganı içime içeceğim, aman ağzını hayra aç, ama 10 saati sağım solum da geçecek, gümrükten geçerken bilmiyorum, sayat çabuk geç-çek, bavul geç-çek, hızlı çek, peki dönüş yazıları, onlar kolay, müzik yazarım, rock ‘n’ roll, uçakta uyuma da yaz, hayatımın son kırk yılının muhasebesini 10 saatlik uçak yolculuğunda mı kaleme almamı istiyorsun yani, üstelik sigarasız, inşallah kahveleri iyidir, öpücük, “check-in”, “check-out” da var mıdır, rötar rötar rötar, viski viski viski, dinleyici Vahe Bey, iş gezisine çıktığınızı söylemiştiniz son programınızda, ama doğru, iş gezisi sayılır bu da, sizin işinize gıpta ediyorum, e, bizim işlerimiz böyledir işte Vahe Bey, hadi girelim artık uçağımıza, benim şimdiden “jet-lag”im geldi de, bir de Wilson çalışacağım ev ödevi olarak, pardon “uçak ödevi”...

***

Dünya liderleri New York’u terk ediyor ve ben New York’a gidiyorum.

NEW YORK NEW YORK - II

Kaybolan masumiyetinin peşinde koşan bir dede: Bu ben. The Beach Boys’un “Surfin’ Safari” adlı ilk plâğını, çıktığı tarihte, 1961’de dinlemiştim nasılsa. Tam 39 yıl önce yani. Bana sadece iyi ve güzel şeyler hatırlatan bir müzik. Bugüne kadar hiç görmediğim, ama kendimi her şarkıyla oraya ışınladığım California’nın güneşli, masum havası şimdi, gene bugüne kadar hiç görmediğim New York’a taşınmış oluyor bir günlüğüne ve ben de bir günlüğüne oraya taşınmış oluyorum...

Pasaport kontrolüne girmek üzere bekleyenler için yere çizilmiş o çizginin birkaç santim gerisinde durmaya başladığım anda, farkı farkediyorum: O çizgi başka bir çizgi aslında: Pasaport ve sınır çizgilerinin bu dünyada en fazla muğlaklaşacağı bir çizgi. Yalnız Manhattan adasında 160’tan fazla dil konuşulduğunu bir gün sonra öğreneceğim, ama o yerdeki çizgi üzerinde beklerken de böyle bir şeyi sezmek mümkün: “Yabancı” olmanın, farklı bir dile ve farklı bir kültüre ait olmanın olumsuz yönüyle en az hissedilebildiği yer New York olmalı dünyada. Çoğu New York’ludan daha iyi İngilizce konuşabildiğini farketmenin verdiği tuhaf bir rahatlama... Dolayısıyla, zaten yüksek uyum yeteneğine sahip bir ülkenin evladı olarak, dördüncü dakikadan itibaren adaptasyonum tamamlanmış sayılır.

Beni karşılayan İstanbullu Ermeni–Yahudi–Rum karması –ve dolayısıyla da gerçek bir New York’lu sayılması gereken– sanatçı ve “işadamı” genç dostum Âri ile, zaten İstanbul’dan iyice alışık olduğumuz yapış yapış “bağıl nem” içinde sürekli terleyerek, sürekli terlemekten de garip bir keyif duyarak yürümeye başlıyoruz. 19:00 sularında çıktığımız bu “uzun yürüyüş” kentin Batı yakasından başlıyor, küçük bira–margarita–campari–campari–bira–margarita duraklarıyla sabaha karşı 3:00 sularında Doğu yakasının sefil mahallelerinde bitiyor. Kentin sert Belediye Başkanı Giuliani’nin tüm hapishaneleri suçlularla doldurma yolundaki radikal tedbirleri işe yaramış olmalı ki, “şiddet dolu” New York efsanesinin yerinde epeydir bir esmekte olduğu gözleniyor. (Daha yolun başında, sokağın birine öylece parkettiğimiz arabanın içinde bırakılmış olan pasaport ve bavullarıma “hiçbir şey olmayacağı garantisini ‘Stingy Lulu’ adlı ilginç bardaki Türklerin tümü verince, ben de endişelenmekten geçtim, ve gecenin sonunda onlar haklı çıktı.) Tabii, gelir dağılımındaki uçuruma rağmen, büyük ekonomik refahın da bunda payı olmalı.

Çin Mahallesi, “Küçük İtalya”daki panayır, Polonyalılar mahallesi, Soho, Greenwich Village, Halil Turhanlı’nın tavsiye ettiği eski Bowery... Crack filan alışverişçilerinin hüküm sürdüğü iyice ara ve arka sokaklara girmemekle birlikte, şiddetin göz çıkarıcı bir örneğini görmeden yapılan ağır yürüyüşte ise, gündelik İstanbul’lu gözlerimi yadırgattı: Karartılmış pencereler dizisi içinden geçip gitmesi neredeyse dakikalarca süren inanılmaz uzunluktaki limuzinler (“limo”lar), siyah ve beyaz... Bir de, kalçaları “ters dönmüş” izlenimi veren, yalpalı yürüyüşleri ile hemcinsiniz olduklarına inanmakta güçlük çektiğiniz görülmemiş şişmanlıkta bedenler, her yaş ve cinsten, siyah ve beyaz. Bilinen ölçü ve tanımların tümüyle yeniden ele alınmasını gerektiren bir durum sayılabilir. “Çöplük” hazır yiyeceklerin insan bedenini böylesine deforme edebileceğini, hayal gücünü genişçe sayan benim gibi birinin bunları görmeden düşünmesi bile zor. Su içiyor ve onlar adına da terliyoruz. 80 blok yürüdük desem, abartmış sayılmam.

Bu arada, günün sokak modası olarak çocukluğumun “trotinet”lerinin geri dönmüş olduğunu görmekse ayrı bir heyecan veriyor bana. Bisiklet gibi gidonu olan, tek ayağınızı üzerine koyup öteki ayakla - ve son derece mâkûl bir sür’atle! - sürüp “tenezziih”te bulunduğunuz bu sevimli âletler (genellikle “Razor” marka), buraya asıl geliş sebebime de tam uygun düşüyor: Beach Boys’un beyni Wilson, genç müzisyenlerle yeniden “moda”, “trotinet”ler gibi... Radyo 101.1 FM’de Fats Domino ve Johnny Ace... Bağıra çağıra İspanyolca konuşan ve o saatte basketbol oynayan çocukların arasından geçip “oda”ya giriyorum, “Abla”nın döküğü tüylerle lebalep dolu yatağa kıvrılıp ânında uykuya geçen New York’lu bir dede oluyorum.

NEW YORK NEW YORK - III

Bir konser için “günübirliğine” New York’a giden birinin hikâyesini kaç gün uzatabilirsiniz ki? Valla belli olmaz. İşte üçüncü yazı ve ikinci gün: Büyük buluşma günü. Önce, kenar mahallede “Verb” kahvesi. İnsanı mahveden kahve kokusu. Sanatçı kılıklı, bol dövmeli genç insanlar arasında kahvaltı. Bagel-somon-kremalı peynirden oluşan tipik bir Yahudi yiyeceği. Üstelik, rahat bir sandalyeye yayılıp bedavadan New York Times’ı kıraat etme imkânı ve sigara serbest!

Sonra şehrin göbeği. Turist olmaktan zerrece sıkılmadan Empire State Binası’na tırmanış: “Dünyanın Başkenti’nin Tapınağı”nın 86. katından “turist-kitsch-adam”ın bakışı: Seyrettiğimiz binlerce Amerikan filminden tanıdığımız görüntü, ama gene de nefes kesici. Bir yıl 45 gün içinde günde 4,000 işçinin emeği ile tamamlanmış görkemli tapınağı terk edilmesi. Başka turizm ve eğlence tapınakları: Broadway: Az önce bitmiş muazzam bir gösteriden arta kalan rengârenk milyonlarca kâğıt parçasının hafif sonbahar esintisinde dalga dalga uçuşması, Time Square, Kara Siyonist hareketinin platforma çıkmış tarih öncesi kıyafetli ve dev cüsseli temsilcilerinin ürkütücü olamayacak derecede çocuksu ve saf hareketlerle verdikleri vaaz: “Yahudiler aslında siyahîydiler; kanıt ister misin? Ahdî Atik’in ‘Ezekiel’ bölümünde bak ne diyor: ‘...Ve onlar siyah’tı.’... Demek ki, neymiş? Siyahmışlar!” Evsizler için politik bir platform kurup arabasını kartonlarla örterek üstüne yazılar yazmış biri: “Delikten içerisini dikizleyebilirsin, ama bir şartla: İçerde gördüklerini kimseye anlatmayacaksın!” Vaazları dinliyorum, dağıtılan broşürleri satın alıyorum, gözetleme deliklerinden bakıyorum ve içerde gördüklerimi tabii ki kimseye anlatmıyorum, en yeni hali - bana bile, olağanüstü teknolojik numaralarla dev binaların üstünde boydan boya oynatılan dev reklam görüntülerini seyrediyorum, yürüyorum, oğlumun tavsiye ettiği biralardan içiyorum, yürüyorum, yürüyorum, hatıra t-shirt’ler satın alıyorum (oğlum için olanı “F...ing City New York” yazısını taşıyor göğsünde, kocaman), verdiğim yüz doları “sahte olmasın” diye ışıkta dakikalarca inceleyerek asık suratlı Çinli dükkan sahibinin neden sonra verdiği para üstünü ışığa tutup incelemek aklıma geliyorsa da, bunu yapmıyorum, yürüyorum, çok uzun limuzinlere ve çok şişman insanlara bakıyorum, abartmasız 40 bloka yakın yürüyorum ve Central Park’ın girişinde bir banka oturup kendi kendime gülümsüyorum sonunda.

Grand Central istasyonunun gene filmlerden gayet iyi hatırladığım ferah salonunda saat “kulesi”nin önünde, tam söz verdiğimiz saatte Sedat’la buluşuyorum, sarıldığımız sırada, ikimizin de ortak noktası oluşturan Açık Radyo’nun kapatılması kararının verdiği hüzün 8.000 küsur kilometrenin ötesinden gelip yüreğimi yalıyor bir an, ama hemen geçiyor, rock’n’roll’un kalıcılığı onun yerini alıveriyor ikimizde de. “Sen bile inanmıyordun, değil mi gelebileceğime?” diye soruyorum ona. “Valla,” diye gülümsüyor. “Ben bir olta attım ve bekledim bakalım ne olacak.” Trene atlıyoruz, bir süre gidiyoruz, trenden iniyoruz, otobüse biniyoruz, bir süre daha gidiyoruz ve Long Island’ın meşhur Jones Beach Belediye Plajları’na geliyoruz. Bir tuhaflık daha: İlk gençliğimin gözde yerlerinden Florya Belediye Plajları’ndan en ufak farkı varsa ne olayım. Pırıl pırıl güneşli limonata gibi bir havada, “boardwalk” diye anılan plajüstünde yayılıp, yine oğlumun tavsiyesine uyarak Sam Adams biraları çekip, denizi, güzel Rus kadınlarını ve inanılmaz şişmanlıktaki insanları seyrederken, Sedat’la sohbete koyuluyorum, içimden “Under The Boardwalk” şarkısını mırıldanarak...

Mutluyum, ilk gençliğimin gözde­lerinden Brian Wilson’ı dinlemeye tamamiyle hazırım.

NEW YORK NEW YORK - IV

Dede konsere gidiyor! Dede’nin konserine. Brian Wilson, 60’ına merdiven dayamış biri. Eleştirmenlerce ABD’nin gelmiş geçmiş en baba rock topluluğu sayılan Beach Boys’un beyni olarak 40 yıldır ayakta, ama şimdi olduğu gibi “Zümrüd-ü Ankâ” misali kendi küllerinin içinden sık sık yeniden doğduğu da bir gerçek.

California güneşi, kumsal, dalgalar, kızlar, müzik ve danstan oluşan “Plaj Çocukları” imajının kendisine de itirazım olmadı gerçi, ama meseleyi bundan ibaret sanmak, yanılgıların büyüğü olur. Wilson ve yeni ekibi, temel bir ritme indirgenmiş görünümüne rağmen popüler müzik dünyasında bence eksikliği epey hissedilen melodik ve karmaşık armonilerin çok parlak örneklerini vermeye devam ediyor bir kere. Ayrıca, o eğlence düşkünü apolitik görünüşlü çocukların rock’n’roll devrimi içinde bir devrim daha yaparak, büyük plak şirketlerinin tamamen kontrolündeki prodüksiyonun onların elinden alıp yaratıcı müzisyeni birdenbire özgürleştiren; “senfonik rock”, “psychedelia” gibi akımları başlatan; klasik müzik unsurlarıyla popüler müzik arasında köprüler kuran; siyahî müzisyenlerle birlikte çalışan ilk önemli grup olduğunu ve Vietnam savaşı’na katılmayı reddederek “vicdanî ret”çiliği seçen “plaj çocukları”nı aralarından çıkarttığını da hatırlamak iyi olur.

“Beşinci Beatle” adı verilen efsanevî prodüktör Sir George Martin, “pop müziğin yaşayan en büyük dâhisi” diyor Brian Wilson’a. Bob Dylan, “onun kulağı Smithsonian Müzik Enstitüsü”nde yer almalı,” diyor. Elton John, “prodüktör ve besteci olarak hep dâhi idi” diyor. Philip Glass, Wilson’ın baştan sona bestelediği “Pet Sounds” albümü için, “çıktığı anda klasik oldu” diyor. Sir Paul McCartney, aynı albümü dinlemeden kimsenin müzik eğitimi görmüş sayılamayacağını söylüyor. New Yorker müzik eleştirmenleri Aaron Copland ve Leonard Bernstein’la birlikte Wilson’ı çağdaş Amerikan müziğini en çok etkileyen üç isimden biri olarak niteliyor. Hani, “Amerikan müziğinin Schubert’i, hatta Mozart’ı” şeklindeki birçok nitelemeyi abartı saysak da, yukarıdaki isimlerin hepsi birden yanılıyor olamaz.

Jones Beach’teki Açık Hava Tiyatrosu’nda, limonata gibi bir havada Brian Wilson’ın, çocuğu yaşındaki müthiş yetenekli müzisyenler grubuyla Senfonik Pet Sounds konserini izlerken, hiçbirinin yanılmadığı fikrindeydim zaten. 48 saatlik New York “yıldırım gezisi”ni borçlu olduğum Sedat’ın gözlerine baktım: aynı fikirdeydi.

Açık Radyo’da biz tam 7 yıldır her sabah herkese “iyi titreşimler” saçtığına inandığım o benzersiz Brian Wilson “sadası” ile açıyoruz programımızı ve iki buçuk saatin sonunda gene aynı sada ile kapatıyoruz...

Dinleyicilerin gözlerini görmüyoruz tabii, ama bir şekilde biliyoruz işte: Onlar da aynı fikirde­ler.

Hepinize günaydın!