Millî ve ekonomik çıkarlar söz konusu olduğunda, ne suyun ne de insanın sesini dinleyen oluyor. Bu ekolojik adaletsizliğe ses veren fotoğraflar, medeniyetlerin beşiği Mezopotamya’nın nehirlerinin ve insanlarının başına gelenleri bize aktarıyor.
Yaşam suyla başladı. Yağmur toprağa değdi, damlalar damlalara eklenip nehir oldu. Nehirler birleşti göl oldu, deniz oldu, okyanus oldu. İki nehrin arasında, Mezopotamya’da uygarlıklar doğdu, insanlık oldu. Nehirler aktıkça su döndü. Su döndükçe geçtiği toprakların özünü taşıdı başka topraklara. Su bereket oldu. Su döndükçe kirini pasını aldı toprakların, şifa oldu. Kültürleri taşıdı su, insanları birbirine yakınlaştırdı. Bazen önüne set çekildi suyun, akmaz oldu. Tutsak su irin doldu, hastalık doldu. Biriktikçe birikti su, bastığı toprakları yuttu, ölüm oldu. Akmayan su, gidemediği topraklarda kuraklık oldu, açlık oldu. Kurak topraklar verimsizleşti, göçe maruz kaldı, insansızlaştı. Göç edenler toprağından uzaklaştıkça yalnızlaştı. Nehirler barajlarla çevrildikçe, su bir verilip bir verilmedikçe devletlerin elinde silah oldu.
İnsanlar binlerce yıl boyunca barajlar kurdu ve kullandı. Zira su yolları, borular ve çeşmelerle birlikte barajlar susuz yerlerde bile yerleşim alanları kurulmasını mümkün kıldı. Sanayi Devrimi ile birlikte taşlar yerinden oynuyor, insan doğaya başka gözlerle bakmaya ve onu hammadde olarak kabul etmeye başlıyordu. Artan enerji, su ve doğal kaynaklar ihtiyacı, daha çok sayıda ve daha büyük kapasitede barajlar inşa edilmesini zorunlu hale getirdi. Üretimin her aşamasında gerekli olan su, artık bulunduğu yerde tutulması ve kullanıma hazır hale getirilmesi gereken bir nesneydi. İnsan “dur” dediğinde su duracak, “ak” dediğinde akacaktı. İnsan suyun efendisi olacaktı. Artık insan suya değil, su insana uyacaktı.
Barajlar, yeni kurulmakta olan ulus devletlerin önemli yapı taşları da olacaktı. Dev duvarlarının yüceliği, doğaya meydan okuyuşları ve insan azminin aşılamazlığıyla barajlar yeni anlamlar kazanıyordu. Onlar artık susuz yerlere su sağlama amacının dışında devletin halkını oluşturma ve modernleştirme araçlarıydı. Barajsız kent de, devlet de olamazdı. Barajların sadece sel kontrolü, elektrik, içme ve sulama suyu sağlama gibi amaçlara hizmet etmekle kalmayıp aynı zamanda sosyal adaletsizlik, işsizlik ve geri kalmışlık gibi sorunları da beraberinde kendiliğinden çözebileceği iddia ediliyordu. Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) gibi bölgesel kalkınma projelerinde birbiri ardına kurulan barajlar, akarsuları akmayan sulara dönüştürüyordu.
Peki, su neydi? İki hidrojen ve bir oksijen atomundan oluşan bir bileşik mi? İnsanın emrine amade bir nesne mi? Ya da zapt edilmesi gereken tehlikeli bir doğa varlığı mı? Sahi, su neydi? Mesela Fırat Nehri’yle Dicle’nin içinden akan şey aynı mıydı? Ya da musluktan akanla dereden akan su bir miydi? Su nehirde, gölde ve denizde miydi sadece? Havada, toprakta ve insanın içinde su yok muydu? Su doğada hangi haldeydi? Suyun rengi neydi? Heraklitos’un da dediği gibi aynı nehirde ikinci kez yıkanılmaz mıydı?
Evet, aynı suda iki kez yıkanılmaz. Çünkü ne akan su aynı sudur, ne de o suya giren kişi aynı insan. Su var olduğu zamandan, aktığı ırmaktan, geçtiği topraktan, hayat verdiği canlılardan ve şekillendirdiği kültürlerden ayrı bir varlık değildir. Her ne kadar kardeş de olsalar, Fırat ile Dicle’nin suları da aynı değildir. Su sadece nehirlerde ve denizlerde bulunmaz. O bedenlerimiz de dâhil gezegenin her yerindedir. Onun rengi geçtiği yerin rengidir. Su, dokunduğu ve bünyesinde taşıdığı şeydir. Su gece başka, gündüz başkadır. Su değişendir, dünyayı döndüren ve taşıyandır.
Devletlerin lensinden ise su H2O’dur. Bırakın Fırat ile Dicle’yi, Amazon Nehri’yle Nil arasında bile bir fark yoktur. İçinden H2O akan bütün ırmaklar birbirine denktir. Bu indirgemeci perspektiften bakıldığında bir bölgedeki su kıtlığına önerilecek tek çözüm, daha fazla suya sahip olan yerden barajlar ve kanallar yardımıyla su taşımak olacaktır. Bir bölgede geri kalmışlık sorunu varsa onun da çözümü barajlardır. Barajlar devletlerin sihirli değneğidir.
Su, devlet için diğer devletler veya kendi topraklarında yaşayan halklar üzerinde bir hegemonya kurma aracıdır da. 1960’lı yıllarda, Orta Doğu’nun üç genç ulus devleti Türkiye, Suriye ve Irak arasında barajlar ve su kanalları üzerinden yaşanan kalkınma yarışı tam da bunu ispatlar. Türkiye Keban, Karakaya ve Atatürk barajlarını yaparken, Suriye Tabka Barajı’nı, Irak ise Tartar Kanalı’nı inşa etmekteydi. Sonraki yıllarda Fırat ve Dicle üzerine inşa edilecek 22 hidroelektrik santrali (HES) ve 19 barajı kapsayan GAP, bu yarışa yeni bir ivme vererek üç ülke arasında diplomatik krizlere varan gerginliklere neden oldu. İçinde bulunduğumuz yüzyılda ise Türkiye, PKK’nın hareket yollarını kısıtlamak amacıyla Türkiye-Irak sınırına ‘güvenlik barajları’ inşa etti. Ne sulama ne de içme suyu oluşturma fonksiyonu olan bu barajlar, suyun bir silah ve engel olarak kullanıldığı hidrolik yapılara eşsiz örneklerdir. Türkiye ayrıca 2000’lerin başlarında, Antalya’nın Manavgat Çayı’ndan gelen suyu İsrail’e ‘Barış Suyu’ adı altında satmak için de bir proje geliştirmişti. Bu proje gerçekleşseydi günde 500 bin metreküp su, deniz yoluyla taşınıp İsrail’e satılacaktı. Böylece suyun kısıtlı olduğu Orta Doğu ülkeleri arasında Türkiye önemli bir üstünlük elde etmiş olacaktı ama proje iptal edildi. Ancak Türkiye, bu sefer de 2015’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC) Su Temin Projesi’ni hayata geçirdi. Böylece senede 75 milyon metreküp su, Mersin’in Dragon Çayı’ndan alınıp deniz içine döşenmiş borularla KKTC’ye taşınmaya başladı. Projeye karşı çıkan KKTC’nin muhalif kesimleri, bu antlaşmanın KKTC’yi Türkiye’nin 82. vilayeti yapma projesi olduğunu ve esas amacın su üzerinden bir hâkimiyet yaratmak olduğunu söyledi.
Devletin kendini yaratmada, varlığını sosyal ve ideolojik olarak meşrulaştırmasında barajlar önemli güç ve prestij sembolleridir. Yapılmalarına bir kez karar verildi mi tüm ekonomik, sosyal ve ekolojik maliyetlerine rağmen gerçekleştirilmeleri bunun en somut kanıtıdır. Ne de olsa tüm bu maliyetler, milli çıkarlar için ödenmesi gereken bedellerdir. Suyun nerede tutulup kime ne kadar akıtılacağına, kimin bu sudan mahrum bırakılacağına devlet karar verir. Baraj sularıyla hangi köyün sular altında kalıp kimlerin göç edeceği de devletin tasarrufu altındadır. Devlet, bir yerin artan su talebini karşılarken başka bir havzada su açığı ve buna bağlı mağduriyet de yaratabilir. Suyu elinden alınan insan toprağını, o toprakta oluşturmuş olduğu kültürünü ve kimliğini kaybeder. Suyunu kaybeden insan, kentin yeni yoksulu olur daha da yoksullaşır. Suyu gasp edilen insan, yönünü ve geleceğini kaybeder. Göçe mecbur edilen yerel toplulukların, su hakkı ihlâl edilen gelecek nesillerin ve yaşam alanlarını kaybeden canlıların hakkı, devletin çıkarları uğruna ihlal edilir. Bunun adı ekolojik adaletsizliktir.
İşte ‘Yalnızlık ve Suya Dair’ bu adaletsizliği anlatıyor. Suyundan ve toprağından kopartılan insan yalnız kalıyor. İnsanlarından ve aktığı topraklardan uzaklaştırılan su da öyle. Baraja hapsedilmiş suyun da, nehir kenarlarında yaşayan insanların da yalnızlığı aynı aslında. Millî ve ekonomik çıkarlar söz konusu olduğunda, ne suyun ne de insanın sesini dinleyen oluyor. Bu ekolojik adaletsizliğe ses veren fotoğraflar, medeniyetlerin beşiği Mezopotamya’nın nehirlerinin ve insanlarının başına gelenleri bize aktarıyor.
Zeugma’da, Halfeti’de ve daha onlarca yerde baraj sularına bakarak suyun altında kalmış köylerini hatırlamaya çalışırken “burada bir yol vardı” diyen insanların hikâyesi bu. Fırat’ın önemli kollarından Peri Suyu’na yapılan barajların suyu çekildiğinde ortaya çıkan ceviz ağacını tanıyıp ona sarılarak öpen, hasret içindeki kadının sesi bu. Sudan uzaklaştıkça köklerini daha da derine uzatan bir ağaç misali yaşayan göçmenlerin türküsü bu. “Öldürdük, gönderdik, gittiler” ve “onlarla birlikte bereket de gitti” denilen bir halkın su gibi çatlağını bulup sızma rüyası bu. Nehirlerin nereden ve ne zaman akacağına karar verildiği gibi, Anadolu’nun ve Mezopotamya’nın kadim halklarının nerede yaşayıp nereye göçeceğinin emredilmesine tanıklık bu. Ilısu Barajı’nın sularının altında kalacak Hasankeyf’te, geçmişin ve geleceğin yok oluşunun habercisi bu.
Bazen önce su gider topraktan, sonra insanlar terk eder. Bazen de önce insanlar gider bereketi de beraberinde götürerek. Hangisi önce olursa olsun, susuz topraklar ve yalnız insanlar birbirine benzer. Suyun derdiyle insanınki birdir. Birini yaşatmadan öbürünü var etmek zordur. Nehir akacak denize varacak. Akarken toprağa değecek, hayat verecek. İnsanlar kültürlerini koruyup gelecek nesillere aktaracak. Nehirlerle insanlar buluşacak. Nehirler yalnızlara yol gösterecek. Su, toprakları ve insanları ayırmayacak, birleştirecek. Su, taşınan değil taşıyan olacak. Su, savaşa değil barışa varacak. Hayat böyle devam edecek…
Şarkıcı / Yorumcu | Parça Adı | Albüm Adı | Süre |
---|---|---|---|
Islandman | Ağıt | Ağıt | 4:39 |