Hüsnükabul'de Üç Kapı sergisini, kurumsal ırkçılığı, kötülüğün sıradanlığını ve oğlunu Hanau katliamında kaybeden bir babayı dinliyoruz.
Waseem Ahmad Siddiqui: Merhaba herkese, günaydın. 95.0 Açık Radyo burası. Ferhat Kentel ve ben Waseem Ahmad Siddiqui ile birliktesiniz.
Ferhat Kentel: Herkese merhaba, günaydın.
Özdeş Özbay: Merhabalar, hoş geldiniz.
W. A. S: Hoş bulduk. Bugün esas bir konumuz da var. Başak Ertür. Merhaba Başak, hoş geldin.
Ö. Ö: Merhaba.
Ö. M: Merhabalar. Merhaba Başak, hoş geldin.
F. K: Merhaba, hoş geldiniz.
W. A. S: Dilerseniz Başak Ertür’ün çok kısaca bir özgeçmişine göz atalım. Londra Üniversitesi’nde, Birkbeck’te eleştirel hukuk alanında doktora yapıyor. En son, Depo’da Üç Kapı sergisinde yer aldı. Esas benim dikkatimi çeken, Edward Said’in Barbarları Beklerken’inde yer aldı, 2010 yılında Müge Gürsoy Sökmen’le Metis Yayınları’ndan çıktı bu çalışma.
Bugün aslında pek kolay bir gün değil. 95.0 frekansında, 95.0 Açık Radyo’dasınız dedim başta. Ama bugün saat birde, bu frekans -umuyoruz ki kısa bir süre için- hayatımızdan gidecek.
Bir şey aklıma geliyor tam da burada, bir şiir. Onu okumak istiyorum. Bertolt Brecht’in 1939’da yazdığı bir şiir: “For those who follow in out eake”, “Bizi takip edenlere”.
Şöyle diyor Brecht: “Nasıl bir zamandandayız? Nasıl bir zamandan geçiyoruz? Ağaçları konuşmak neredeyse bir suç…”
I
Gerçekten, karanlık zamanlarda yaşıyorum!
Beceriksiz bir söz aptallıktır. Pürüzsüz bir alın
Duyarsızlığa işaret eder. Gülen kişi Henüz korkunç haberi
almamıştır .
Hangi zamanlardayız ki,
Ağaçlar hakkında konuşmak neredeyse bir suç
Çünkü bunu yaparken çok fazla yanlışa karşı sessizliğimizi koruyoruz!
Ve sokakta sessizce yürüyen,
Arkadaşlarının erişemeyeceği bir yerden geçiyor
Tehlikede olanlar kim?
Doğrudur: Geçimimi sağlamak için çalışıyorum
Ama inan bana, bu bir tesadüf.
Yaptığım hiçbir şey bana doyma hakkı vermiyor.
Tesadüfen kurtuldum. (Şansım yaver gitmezse, kayboldum.)
Bana diyorlar ki: ye ve iç. Sahip olanlar arasında olmaktan mutlu ol!
Ama nasıl yiyip içebilirim?
Açlardan yediğimi aldığımda
Ve susayanların benim bir bardak suyum olmadığında?
Ve yine de yiyorum ve içiyorum.
Mutlu bir şekilde bilge olurdum.
Eski kitaplar bize bilgeliğin ne olduğunu öğretir:
Dünyanın çekişmelerinden uzaklaşmak
Senin olan kısa zamanı yaşamak
Korkusuzca
Şiddet olmadan yolunu yapmak
Kötülüğe iyilikle karşılık vermek —
Bilgeler arzularını tatmin etmeye çalışmazlar,
Ama onları unuturlar.
Ama ben buna kulak veremem:
Gerçekten karanlık zamanlarda yaşıyorum!
II
Kargaşa zamanında şehirlere girdim
Açlık hüküm sürerken.
Kargaşa zamanında insanların arasına girdim
Ve onlarla birlikte ayağa kalktım.
Ve böylece geçti
Bana yeryüzünde verilen zaman.
Katliamlar arasında yemeğimi yedim.
Katillerin arasında uyumak için uzandım.
Terk edilmiş bir şekilde sevmeye eğilimliydim.
Doğaya sabırsızlıkla baktım.
Ve böylece geçti
Bana verilen zaman Dünyada.
Benim zamanımda sokaklar bataklığa çıkıyordu.
Dilim beni kasabın eline teslim etti.
Yapabileceğim pek bir şey yoktu. Ama ben olmadan
Hükümdarlar daha güvenli oturuyorlardı, ya da ben öyle umuyordum.
Ve böylece geçti
Bana verilen zaman yeryüzünde.
Güçler o kadar sınırlıydı ki. Hedef Çok
uzaktaydı.
Açıkça görülebiliyordu, her ne kadar ben bile
Ona ulaşmayı umamıyor olsam da.
Ve böylece geçti
Bana dünyada verilen zaman.
III
Sen, helak olduğumuz tufandan sonra yeniden yüzeye çıkacak olan ,
Düşün —
Zayıflıklarımızdan bahsettiğinde, Ayrıca kurtulduğun
karanlık zamandan .
Çünkü biz yola çıktık, ayakkabılarımızdan daha sık ülkemizi değiştirdik,
Sınıf savaşının içinden, umutsuzluk içinde
Sadece adaletsizlik vardı, hiç öfke yoktu.
Ve yine de biliyorduk:
Sefaletin nefreti bile
Kişinin yüz hatlarını bozar.
Adaletsizliğe karşı öfke bile
Sesi kıstırır. Bizler
ki yumuşaklığın temellerini atmak istedik,
Kendimiz yumuşak olamazdık.
Ama siz, sonunda
insanın insana yardım edebileceği zaman geldiğinde, Bizi hoşgörüyle
anmalısınız.
“Pek çoğumuz böyle bir zamanda, bu yanlışlar hakkında sessizliğimizi koruyoruz. Ve sokağın köşesinde, sessizce yürüyoruz. Kim tehlikede?”
Neden bu şiiri okuduğumu anladınız aslında. Açık Radyo açık kalmalı diyoruz. Neden? Bizim için burası bir yuva açıkçası. Biraz duygusalım bu konuda ama. Aynı zamanda, Açık Radyo birlikte öğrenmenin, birlikte düşünmenin, birlikte nefes almanın, canlı ve cansız tüm varlıkların farkındalığının yeri ve aynı zamanda hak temelli seslere, hiç tereddütsüz, açık olan bir yer. Bunun özellikle altını çiziyorum: Hiç tereddüt olmadan açık.
Yani… Tereddüt keliemesi çok önemli burada. Çünkü bizi diğerlerinden, diğer canlılardan tam olarak ayıran yer bu gibi geliyor. Bir tür çizgi, bir sınır aslında. Ortalıkta, nedense, bir inanmama ve güvenmeme hali var. Tereddüt derken tam olarak bu güvensizlikten bahsediyorum. Bize güvenense Açık Radyo.
Ö. M: Elbette. Tereddüt bile yok.
W. A. S: Evet. Şimdi… Çok uzatmadan hemen bir ses kaydı dinletmek istiyorum. Depo’daki Üç Kapı sergisinde, bir ses kaydı almıştık, ufak bir röportaj, onu dinlememizi istiyorum.
Ö. Ö: Evet, daha önce Türkiyeli ailelerle konuşmuştuk. Türkiyeli olmayan ailelerden birisiyle de sen röportaj yaptın.
W. A. S: Evet, evet. Bir fikir olur diye. Şimdi o ses kaydını dinliyoruz.
W. A. S: Tekrar merhaba. Bugün serginin ikinci günü. 2020’de, 19 Şubat'taki olayla ilişkili bir misafirimiz var: Niculescu Păun. Kendisi Romanya'dan. Vili Viorel Păun, 22 yaşındaki oğlu, 19 Şubat’ta öldürülmüş. Oğlunuzla ilgili, Willie Viorel’le ilgili ne anlatmak istersiniz?
19 Şubat, hem zor hem de çok önemli bir gün konuşmak için. Anlatmak ister misiniz, neler oldu o gün?
Niculescu Păun: Vili bizim istediğimiz bir çocuktu. Bizim sadece bir çocuğumuz vardı, Vili. Vili bizim her şeyimizdi. Vili... Vili'nin annesi Yulia, ben, babası. Biz Vili'yle... Bizim hayatımız Vili'yleydi. Anaokulundan bugüne kadar ben Vili'ye hep karakteri için teşekkür ettim.
Bilmiyorum, benim oğlum özel bir insan mıydı? Belki değildi. Ama bizim için, bizim ailemiz için öyleydi.
Benim oğlum 19 Şubat gecesi işten eve dönüyordu ve yolda maalesef katille karşılaştı, faille karşılaştı.
Ben olay yerinden başlamak istiyorum, eve varmasına iki dakika kala karşılaştı Vili adamla. Ve olayı kabul etmedi, faili takip etmeye başladı. Ve polisi aramaya başladı. Oğlum, olayın başlamasından sonra polisi arayan üçüncü kişiydi.
Üçüncü kişi ne demek? Yani, olay başladıktan hemen sonra polisi arayan, acil numarasını aramaya çalışan üçüncü kişi. Oğlum polisi o sırada beş defa aradı. Ama maalesef, o acil numara dediğimiz polis numarası çalışmadı.
Üç defa doğru numarayı arıyor takip sırasında, iki defa da yanlış numarayı arıyor. Normalde acil çağrı numarasını bir defa aramanın yetmesi gerekiyor. Bunu biraz açmak istiyorum. Acil çağrı numarasına dair, Hanau’daki acil çağrı numarasına dair sorun 19 Şubat’ta başlamadı. Sorun 2001’de başladı.
2001’de New York’ta olan terör saldırısı sonrasında Almanya’da bütün polis istasyonlarında bir kontrol yapılıyor. Bu kontrolden sonraki belgelerde şu sonuç ortaya çıktı: Hanau acil çağrı merkezi yenilenmeli ve yetersiz.
Ve 19 Şubat 2020’ye kadar bu sürdü. Bütün polisler, Hanau polis şefinden eyalet polis şefine dek, hepsi bizim bu sorundan haberimiz yoktu diyor. Ben İstanbul’dakilere soruyorum, siz böyle bir şeyi kabul edebilir misiniz? Bizim çocuklarımız, annelerimiz, kardeşlerimiz polisin bu hatası yüüznden öldü. Hanau’daki 16 Şubat’ın sorumlusu sadece o katil, o fail değil.
Hataları saymaya başlarsak… 18 sene değişmemiş bir acil çağrı telefonu. 19 Şubat gecesi ailelerle, yaralananlarla ilgilenmeme. Ben 20 Şubat günü eşimle beraber polise kendim gittim, sordum, “Benim oğlum nerede?” diye.
—
W. A. S: Evet.
Evet. “Oğlum nerede?” diye sonlandırıyor. Şimdi, Başak’a söz verelim. Depo’daki sergide kurumsal ırkçılık üzerinde duruluyor sık sık, değil mi Başak?
Başak Ertür: Teşekkür ederim beni davet ettiğiniz için. Bu benim için özellikle ilginç bir gün. Çünkü ben Açık Radyo'nun açıldığı gün ofisteydim, Açık Radyo'nun geniş ailesinin bir parçasıyım. En başta ofiste biraz gönüllü emek vermiştim. Sonra bir dönem programcı oldum. Hep dinleyicisi oldum. Açık Radyo'nun şu ya da bu şekilde yayın hayatına devam edeceğinden eminim ama yine de karasal yayın lisansının iptal edilmesinin çok vahim olduğunu düşünüyorum.
Tuhaf, yasal tekniklere başvurarak bunu yapanlar, bunu yaparak ne kazandıklarını sanıyorlar bilmiyorum ama herhalde ne kaybettiklerinin ve İstanbul sakinlerine ne kadar büyük bir kötülük yaptıklarının farkında değillerdir diye tahmin ediyorum. Çünkü 99 depreminin ardından mesela, sivil koordinasyon çabalarında Açık Radyo'nun kilit bir rol oynadığını daha dün gibi hatırlıyorum. İstanbul deprem bekleyen bir şehir. Deprem olmasa da önümüz felaketler çağı, Açık Gazete dinleyicilerinin gayet iyi bildikleri gibi.
Radyo'nun karasal yayın lisansını kapatmak demek, hayati önemdeki bir mecrayı, bir kapasiteyi, örgütlenme aracını İstanbulluların elinden almak demek. Ve kötülük nedir diye sormuş olsaydınız ancak böyle bir şey tarif ederdim herhalde. Ama tabii siz başka bir soru sordunuz. Depodaki Üç Kapı sergisindeki kurumsal ırkçılık vurgusunu sordunuz.
Sergide olduğu gibi, kamusal programda da -ben kamusal programı düzenlemeye yardımcı oldum Depo’daki sergiyle alakalı olarak- öne çıkan temalar göçmen düşmanlığı, ırkçılık ve devlet şiddeti. Ve tabii özel bir vurgu, sizin de belirttiğiniz gibi kurumsal ırkçılık.
Bunu derken ne kastediyoruz? Kurumsal ırkçılık aslında yapısal ırkçılık ya da sistemik ırkçılık gibi terimlerden daha spesifik bir terim. Resmi kurumların, yani devletin kurumlarının geleneği haline gelmiş ya da yerleşikleşmiş bir ırkçılık biçiminden söz ediyoruz.
Yani bu kurumların yapılarına ve düzeneklerine işlemiş olan ve kurumların normal ya da olağan işleyişlerinin bir parçası olarak ayrımcı ve eşitsiz muamele doğuran bir ırkçılık biçimi. Kurumdaki tek türk insanlar değil, genel kurumun kültürüne yayılmış olan Kurumsal ırkçılığa dair araştırmalar esas olarak ceza-adalet sistemine dair, yani polisten savcıya, yargıya ve hapishanelere uzanan düzeneğe odaklanıyor. İngiltere'de bir noktada, 90'ların sonunda, evet, İngiltere'de polis kurumsal ırkçılıktan muzdariptir diye bir resmi bir rapor yayınlanmıştı. Orada az ve öz bir ifadesi var. Onun da bu sergide konu edilenlerle çok ilgili olduğunu düşündüğüm için söylemek istiyorum. Kurumsal ırkçılığın bir yansımasının şu olduğu söyleniyor. Azınlıklaştırılmış toplulukların, yani azınlık olarak görünen ve azınlık muamelesi yapılan toplulukların over-policed ve under-protected olduğu. Over-policed, yani bu polisin kolluk kuvvetlerinin denetim ve gözetimine hem fazlasıyla maruz bırakılıyorlar ama aynı anda bu kurumlar tarafından yeterince korunmuyorlar. HANA'daki katliam ki depodaki serginin giriş ve birinci katlarında buna dair adli mimarlığın çok geniş araştırması var. Kurumsal ırkçılık nasıl bir şeydir, nasıl işler, nasıl eklemlenir? Bunun bence birebir örnek vakasıdır.
W. A. S: Ferhat, sen bir şey sormak ister misin?
F. K: Yok, Başak'ın dediği gerçekten çok etkileyici bir yaklaşım. Bu aşırı polis, çok polis ve az koruma... Türkiye tam bunun memleketi zaten. Bazı konularda polisiye önlemler, anında Türk polisi yakalar meselesi... Sadece bir takım şüpheli olan insanlar, sadece yazdığı bir Tweet'le insanlar çok kolay yakalanabiliyor. Bir yandan kadınlar, işte bir takım şiddete maruz kalan insanlar ve azınlaştırılmış insanlar başının söylediği bu da çok önemli. Yani illaki sayıca az olması gerekmiyor insanların. Sadece bir toplum tarafından, toplumu genel ideolojik, hegemonik vs. söylemleri bakımından birileri, kadınlar örneğin %50 nüfusta sahip olan kadınlar nasıl azınlıklaştırıyorlar ve nasıl onlar kolayca öldürülebiliyor? Arkasına işte birtakım milletvekilleri çıkıp, canı bunun İstanbul Sözleşmesi ile alakası yok demesi falan, tam bunun şeyi galiba yani konsantre olmuş hali. O yüzden Başak'a teşekkürler yorumları için.
W. A. S: Aslında… Başak'ın kötülük kelimesini ilk kullandığı anda. Bilirsiniz, iki dönemdir bizi çok eşlik eden bir isim oldu: Hannah Arrendt. Kötülüğün Sıradanlığı çalışması özellikle bir rutin olarak kötülükten bahseder.
Artık onu göremiyor hale geliyoruz: Yaşanan kötülüğü, her gün, her akşam… Kötülüğün sıradanlığı tam da bu noktada kendini gösteriyor. Bu kötülük denilen şey! İyilik ve kötülük denilen bir şey var.
Burada bir şey daha sormak isterim, Başak’ın tanıklık üzerine de çalıştığını biliyoruz. Uzun uzun konuştuğumuz bir mesele oldu tanıklık. Yani, “tanıklık mümkün müdür?” diye sorduğumuz zamanlar da oldu.
Şöyle bir şeye rastlamıştım, aydınlanma ve adaletten bahsedenler olmuştu bu Üç Kapı sergisinde. Ne tür tanıklıklar böyle sonuçlanıyor? Çünkü… Adalet denilen şey hem çok pahalı, hem çok ağır ve gizli herhalde Başak.
B. Ü: Evet. Evet, bu söylediğini iki hafta önce serginin kamusal programında duyduk. İki hafta önceki açılış etkinliklerine katılma fırsatı bulduysanız, orada bu 2020 yılında Hanau'da gerçekleşen ırkçı saldırıda öldürülenlerin aile mensupları bizimleydi. Yaşadıklarını ve mücadelelerini anlattılar ve sergiyi gezdirdiler. Benim için çok özel bir andı bu. Çünkü ben şu anda Londra Üniversitesi Goldsmiths Koleji'nde mimarlık araştırmaları merkezinde ders veriyorum. Bu merkez Forensik Architecture'ı, yani adli mimarlık birimini doğuran araştırma merkezi. Depo’daki sergide tabii adli mimarlığın işlerini görebilirsiniz.
Tanıklığa buradan cevap vereyim diye düşündüm. İki hafta önceki en önemli bilgi, o ailelerin bilgisiyle adli mimarlık araştırmacılarının bilgisinin birleşmesi ve bundan doğan o çok müthiş etkileyici ortak bilgiydi. Çünkü, bildiğiniz gibi bir toplumda ayrımcılığı en iyi bilenler buna maruz kalanlardır. Irkçılığı en iyi bilenler bunu yaşayanlardır, nasıl işlediğini. Ve bu feminist felsefede konumlu bilgi dediğimiz şey, göçmenlerin konumlu bilgisi, yani göçmenlerin göçmen olma deneyiminden doğan bilgisi çok önemli ve normalde azınlıklaştırılmış toplulukların bu tür bilgileri çoğunluk toplumunun duymadığı ya da duyuyorsa da kale almadığı kale alıyorsa da inkar etmek için kale aldığı bilgilerdir. Depo’daki sergide göreceğiniz şeylerden biri aslında o ailelerin o bilginin teşvikiyle yaptığı örgütlenmenin ardından adli mimarinin çok daha teknik yöntemlerle, adli bilimlerin yöntemleriyle gelerek o bilgiyi olumlaması gibi bir şey görüyoruz. Bu açıdan sergilenen tanıklık biçiminin çok özel ve önemli olduğunu düşünüyorum.
W. A. S: Başak, çok teşekkür ederiz. Tekrar yayınımızın sonuna geldik. Aslında geleneksel olarak, haftaya, Çarşamba günü tekrar görüşmek dileğiyle diyesim var. Daha güçlü ve gür sesle.
Ö. M: Kapatmadan önce ben de bir küçük müdahalede bulunayım. İzninle. İzninizle daha doğrusu. Bugün Bertolt Brecht'in bir şiiriyle başladın açılışta, ne halde olduğumuzu duyuran. Bizim radyomuzun da değişmez seslerinden bir tanesi, radyo üzerine Bertolt Brecht'in Sen Küçük Kutu diye başlayan küçük şiiridir, radyoyu anlatan. Onu kullanıyoruz sık sık ve Tilbe Saranı sesinden bir onu dinleyelim istersen.
“Sen küçük kutu, tutun bana kaçalım.
ki taşırken seni evden gemiye, gemiden trene
kırılmasın lambaların.
Düşmanlarım hakkımda atıp tutarken yanımdaydın
hem yatağımın hem acımın.
Onların zaferlerinden benim kulaklarımdan geçen,
Gece en son sen, sabah ilk ses sen
Söz ver bana birden bire susmamak için.”
Ö. M: Evet, Bertolt Brecht böyle diyor. Söz ver bana diyor. Birdenbire susmayacağına dair.
Ö. Ö: Biz de söz verdiğimizi söyleyebiliriz herhalde.
Ö. M: Evet, biz de bu sözü tutmaya çalıştık. Bertolt Brecht olağanüstü bir figür. Hayatımızda hepimizin yer açan ve devam eden. Yer almaya devam eden.
F. K: Şu çoğunluk meselesi, yani çoğunlukların azınlıkta kalıp ezilen, mağdur olan, zulüm gören insanlar karşısında gözlerini, kulaklarını kapamasıyla ilgili aslında çok... Açık Radyo'nun burada inanılmaz muhteşem bir rolü var. Yani bu insanlar birileri, birileri hakkında hiçbir acı, empati vesaire duyamazken, çünkü bu çok sorumluluk getiren bir şey. Yani bu karmaşık, inanılmaz zor bir dünyada Çoğunluğun içinde olmak çok konforlu bir şey. Yani başı derde girenlerin, Filistinlerin, mültecilerin yanında olmak hiç kolay değil. Yani sorumluluk gerektiriyor. Cesaret gerektiriyor. Dolayısıyla bu çoğunluklar işin kolayına kaçıyor. Konforlu alana gidiyorlar. Açık Radyo'da tam da işte buna karşı başka bir şey yapıyor. Tam da bu ağla, bu topluluk oluşturmakla, çoğunlukla... Çok çeşitli insanların gelip burada program yapmasıyla bu cesareti arttıran bir kurum. Dolayısıyla bu kurumun da bu geleneğin devam etmesi için Bu cesaretin, bu sorumluluğun paylaşılması için, biraz bulaşması için galiba açık radyo zihniyetinin devam etmesi lazım. Onun için susturulamaz diyorum, son söz olarak.
Ö. M: Evet, ben de son bir şey ilave edeyim. Biraz uzatma pahasına ama özel günlerden, özel anlardan geçiyoruz. Biz normalde, her Pazartesi günkü Açık Gazete yayınlarında Metis ajandasından seçilmiş önemli yazarlardan ve sanatçılardan, felsefecilerden seçilmiş küçük pasajlar okuyoruz. Bu sefer Pazartesi günü bunu yapmaya imkan bulamadık. Ama şimdi izninizle bir de onu ilave etmek istiyorum.
W. A. S: Tabii, lütfen.
Ö. M: Bizim ilk günahımız belki de budur. Kapalı sistem yaratıklarının dış dünyaya karşı beslediği korkudur. Dünyayı bir savaş alanına çevirdikten sonra her yandan düşman saldırısı bekleyenlerin korkusudur. Her davranışın devlete yöneldiğini sanan paranoyak yöneticilerin korkusudur. Kültür korkusudur. Matbaadan, şiirden, resimden, felsefeden, hatta dinden korkmaktır bu. Karşılıklı bir oyundur bu. Bağışlanmayan tek suç, bu oyunu fark etmek, bu oyuna karşı çıkmaktır. Gerçeği aramaktır. Bilim, bunun için tehlikelidir. Felsefe bunun için tehlikelidir. Deneme bunun için tehlikelidir. Roman ve hikaye bunun için tehlikelidir. Taklitçi olmayan batıcılık bunun için tehlikelidir. Gerçeği arayan Doğu bunun için tehlikelidir.
Yazan Oğuz Atay. Günlüğünden. İşte! Böylece bitirelim dedik.
Ö. Ö: Oğuz Atay, Bertolt Brecht diyoruz. Benim de aklıma Bertolt Brecht'in bir sözü geliyor. “Mücadele edenler kazanamayabilirler ama kazananlar her zaman mücadele etmiş olanlardır” diyordu. Şimdi RTÜK’ün bu haksız kararına karşı hukuki mücadeleyi şimdilik kazanmış değiliz. Ama mücadele sürüyor. Yani bu bir dava süreci. Ve hiç kuşkumuz yok. Davanın sonunda biz kazanacağız. Çünkü Açık Radyo’ya yönelik söylenemeyecek belki de tek şey varsa o da halkı kin ve nefrete sevk etmektir. Herhalde. Kâinatın tüm seslerine açık olabiliriz. Böyle bu sloganı kullanıyoruz ama nefrete, ırkçılığa kapalı bir radyo aslında burası.
Ö. M: Evet. Milliyetçiliğe, ırkçılığa.
Ö. Ö: Kesinlikle. Bu nedenle bence Hüsnükabul programıyla bu yayını bitiriyor önemli bence. Çünkü çok özel bir yerde duruyor bence Türkiye'de yayıncılık tarihi açısından. Başka bir örneği var mı bilmiyorum. Varsa da kusuruma bakmayın ama göçmenler tarafından, başlangıçta Taha El Gazi de vardı. Göçmenler tarafından yapılan tek göçmen hakkı programı diyebiliriz. Onlar adına değil, bizzat göçmenlerin öznesi olduğu bir programdı.
Ö. M: Çok teşekkürler hepinize.
W. A. S: Biz teşekkür ederiz. Ferhat, bir şey ekleyecek misin?
F. K: Yok, çok teşekkür ediyorum sana, Başak'a, Ömer'e, Özdeş'e. Açık Radyo’ya ve bütün Açık Radyo katılımcılarına çok teşekkür.
W. A. S: Evet, ve Açık Radyo açık kalmalı diyerek, ben yine gelecek hafta Çarşamba günü tekrar saat 9.30'da görüşmek üzere diyorum.
Ö. Ö: Görüşmek üzere.
Ö. M: Görüşmek üzere, hoşça kalın.