Forensic Architecture'ın kurucusu Eyal Weizman Depo İstanbul'da yer alan Üç Kapı sergisi için İstanbul'daydı. Weizman'la soykırım ve adli mimariyi konuştuğumuz ilk bölümün ardından, Gazze'deki ekokırımı, Tahir Elçi cinayetini ve Sednaya Hapishanesi'ni konuşuyoruz.
B. E: Apaçık Radyo iklim ve çevre haberciliğiyle ünlenen bir radyo. Araştırma Mimarlığı Merkezi'ndeki öğrenciler arasında da, mekânsal bilgi edinme yollarını, mekânsal teknolojileri kullanarak ekolojik krizi ve çevresel şiddet örneklerini algılama konusunda artan bir ilgi var. Yani bu durum her zaman doğrudan insana yönelik şiddetle ilgili değil, insan dışı varlıklara yönelik şiddetle de ilgili. Bu konuda eklemek isteyebileceğiniz bir şey olup olmadığını merak ettim. Çünkü dinleyicilerin çoğu muhtemelen bu konuya özellikle dikkat edeceklerdir.
E. W: Evet. Sanırım insan hakları ile çevre haklarını birbirinden tamamen ayrı düşünme biçimimiz değişiyor. Dünyayı, bir tarafta Uluslararası Af Örgütü gibi kuruluşlar ve diğer tarafta Greenpeace gibi kuruluşlar olarak ayırmak isterseniz, her birinin çok farklı bir alanı olduğunu düşünebilirsiniz. İnsan ve insan dışı arasındaki bu ayrım giderek bulanıklaşıyor. Artık insan hakları ihlallerinin bazen çevresel yıkım olarak tezahür ettiğini daha iyi anlamaya başlıyoruz. Savaşlar, hem kullanılan yöntemler açısından hem de sonuçları itibarıyla çevresel felaketlerdir. Gazze'ye geri dönersek; örneğin, tarım arazilerinden geçen tanklar, toprağa sızan petrol ve yakıt miktarı zehirlidir. Yıkımın ta kendisi...
Ö. Ö: Atlar, eşekler ve hatta sokak köpekleri bile İsrail ordusunun hedefi oluyor. Yakın zamanda Knesset yeni bir yasa çıkardı. Gazze'deki sokak köpekleri, İsrailliler ve ordu için tehdit olarak görülüyor çünkü bu köpeklerin bazen İsrail askerlerine saldırdığı söyleniyor
E. W: Evet.
Ö. Ö: Bu yüzden de... Evet, nasıl adlandırıyorlardı? Kelime neydi? Hah ötanazi.
E. W: Evet, evet. Yani bu bir hayvan için de geçerli. 7 Ekim’de çitler açıldığında, bir çit açıksa açıktır, değil mi? Kapalıysa da kapalı. Bunun başka bir yasal okuması yoktur. Ve giderek artan sayıda başıboş köpek Gazze dışına, İsrail yetki alanına geçmeye başladı, vahşi hayata ve çiftlik hayvanlarına saldırmaya başladı, vesaire. Ama bu, insan çatışmaları ile zoolojik ve botanik unsurların ne kadar iç içe geçtiğinin bir göstergesi. Gazze savaşı aslında hem bir soykırım hem de ekokırım. Orada inşa edilmiş her şeyin derinlemesine yıkımı ve bölgenin nesiller boyu kirletilmesi söz konusu. Bir binayı, örneğin şu binayı yıktığınızda, her bina aslında katı bir toksik atık haline gelir. O kadar çok malzeme, o kadar çok toksik malzeme var ki, bunlar sıvı haldeydi, beton ya da alçı gibi, ve katılaşarak bir binayı oluşturdu. Duvarlar ayakta durduğu sürece kimyasallar, kirleticiler duvarın içindedir. Ama o binayı bombaladığınız anda ve toz haline getirdiğinizde, yeniden kontaminasyona sebep olursunuz. Bir bomba bulutu, gaz halinde bir bina gibidir ve yavaşça yere çöker. İçinde asbestten diğer metallere ve kimyasallara kadar her şey bulunur. Yağmur bunu toprağa indirir ve toprağın derinliklerini de bu şekilde yok edilir. Dünyayı insan ve insan dışı olarak ayıramayız. İhlalleri, özellikle yerleşimci sömürgeciliğe dayalı ihlalleri, çevresel meseleler ve ekokırım olarak düşünmeye başlamamız gerekiyor. Çünkü bu ihlaller, çevrenin sömürülmesi ve yerli halkların yaşam alanlarının ve yaşam biçimlerinin yıkımıyla ilgilidir.
Ö. Ö: Şimdi konuyu değiştirmek istiyorum, her ne kadar bu konu çok önemli ve belki de şu anda en önemli konu olsa da, davalarınızdan biri özellikle Türkiye ile ilgili, Türkiye’den, ve bu da Tahir’in cinayet davası. Bu dava nasıl önünüze geldi ve mahkemelerin tepkisinden bahsediyordunuz; bu davada mahkemenin tepkisi nasıldı?
E. W: Öncelikle şunu söylemeliyim ki, hiçbir olayın bu kadar çok kamera tarafından kaydedildiğini görmemiştim. O birkaç saniyede gelişen durum sanki bir film stüdyosundaydı. Bir basın toplantısı vardı, Tahir Elçi dört ayaklı minarenin önünde duruyordu. Orada çekim yapan sözde gazeteciler vardı ve tabii ki olay başladığı anda bu gazetecilerden bazılarının polis memuru olduğu ortaya çıktı. Bu da başlı başına ilginç. Yaklaşık 42 el ateş açıldı. Kaç saniye sürmüştü Başak?
B. E: 9 saniye ve 10 kare civarı mıydı?
E. W: Evet, 10 saniyenin bile altında. Ne biçim bir çatışma? Hayır, 42 el ateş edildi ve hepsi çok yakın mesafeden. Bu kurşunların hiçbiri kimseye isabet etmedi, yalnızca bir tanesi Tahir Elçi’nin başının arkasına saplandı. Türkiye'de bulunanlar için bu belki tanıdık gelebilir. Başın arkasından sıkılan bir kurşun, Türkiye’de insan hakları savunucularının ölümünde oldukça yaygın bir nedendir. Ve elbette bu olay, Türkiye tarihindeki pek çok olayla yankılandı. Tahir Elçi’nin çalıştığı Diyarbakır Barosu bize ulaştı. Dediğim gibi, biz sadece yakınları, hayatta kalanlar bize başvurduğunda ve siyasi bir mobilizasyon olduğunda davaları üstleniyoruz. Bu iki koşul gerçekten de yerine getirildi çünkü büyük bir siyasi mobilizasyon vardı. Bu dava, Kürtçe konuşan Türkiye'nin birçok bölgesi ve ötesindeki insanlar için çok önemli bir sembol haline geldi. Devletin birini öldürebileceği ve hiçbir sürecin işletilmeyeceği gerçeği ortadaydı. Ve biz açıkça gösterdik ki, Tahir Elçi’nin vurulduğu kurşun bir polis silahından geldi. Fakat hiçbir süreç işletilmedi, bir süreç başlatılmadı. Bazen paralegal bir çerçeve kullanırsınız; yani, meseleleri kamuoyuna taşır ve dolaşıma sokarsınız. İnsanlar görmeye başlar ve devlet bunu görmezden gelemez. Eğer sadece başvuru yaparsanız devlet bunu görmezden gelebilir ama medyaya taşır ve herkesin gözleri önüne sererseniz, dava açmak zorunda kalırlar. Ve inanıyorum ki yaptığımız video sayesinde dava açıldı. Davanın sonucunun ne olacağı belliydi; polis memurları beraat etti, oradan başlayalım. Ancak dava açılmış olması bile, bence her polis memurunu bir değil, iki, üç, hatta dört kez düşündürecektir. Bir süreç vardı, bir alan, delillerin ortaya konduğu bir sahne vardı. Diyarbakır Barosu avukatları o mahkemede kamuya açık bir şekilde konuşabildiler. Bu dava, orada olmayacak bir yasal mücadele alanı açtı. Ve bana kalırsa, bu durum, mahkeme kararından bile daha önemli. Çünkü hafıza, yani Tahir Elçi’nin hatırası, yaptığı işler ve bıraktığı miras olmalı. Ama onun ölümü, halının altına süpürülebilecek bir şey olmamalı. Ve biz, Diyarbakır Barosu’yla, Başak’la ve birçok diğer kişiyle birlikte elimizden gelen her şeyi yaptık. Bu videoları büyük bir dikkatle, yoğunlukla ve gerçekten bu tür vahşetlere neredeyse her gün maruz kalan insanlarla dayanışma içinde izledik. Çok az hesap verebilirliğin olduğu bir ortamda, bu tür olaylardan herkes dava açma hakkına sahip olamıyor.
Ö. Ö: Ama delilleriniz mahkeme tarafından kabul edildi, değil mi? Yani bazen sanatçı olarak görüldüğünüzü söylediniz, sadece "Onlar sanatçı zaten" deyip geçtiklerini. Peki ne oldu? Türkiye'deki mahkemenin tepkisi neydi?
B. E: Teknik olarak olan şu: Bizim hazırladığımız deliller başlangıçta savcılığa sunuldu ve kamuoyuna açıklandıktan sonra savcı bu delilleri dikkate aldı ve bizim raporumuzda kimliğini tespit ettiğimiz üç polis memuru hakkında dava açtı. Ama mahkemede olanlar farklıydı. Biz delilimizi sunmadan önce, Adli Tıp Kurumu olayla ilgili bir rapor hazırlamıştı. Bu rapor temelde hiçbir sonuca varmıyordu. Rapordan çıkan sonuç şuydu: Kurşun her yerden gelebilir ve Tahir Elçi’yi herkes öldürmüş olabilir. Bu rapor, davanın yıllarca rafa kaldırılmasına olanak tanıdı. Bizim soruşturmamızın ardından ve iddianame hazırlandıktan sonra, mahkeme, delillerimiz ışığında Adli Tıp Kurumu'ndan yeni bir rapor istedi. Yani mahkeme bizim delillerimizi Adli Tıp Kurumu'na sundu ve önceki bulgularını değiştirip değiştirmediklerini sordu. Adli Tıp Kurumu bunu bir süre beklettikten sonra mahkemeye geri döndü ve hayır, önceki raporumuzun arkasındayız dedi. Önceki raporlarını tekrar ettiler, bizim raporumuzu ve bulgularımızı dikkate almadılar. Böylece delillerimiz mahkeme tarafından esasen kabul edilmemiş oldu. Bu, delillerimizin mahkemede kabul edilebilirliği noktasında bir sorundu.
Ö. Ö: Anlıyorum. Ve son bir soru. Gördüğüm kadarıyla davalarınızdan biri de Sednaya Hapishanesi ile ilgiliydi. Bu hapishane son zamanlarda Batı medyasında ve Türk medyasında popüler hale geldi. Sednaya Hapishanesi'nde ne oldu? Ve bu dava nasıl gündeme geldi? Bu projeye nasıl başladınız, bulgularınız nelerdi ve Sednaya Hapishanesi ile ilgili projeniz nasıl gelişti? Çünkü Sednaya hakkında delil bulmak gerçekten çok zordu; fotoğraflar, tanıklar ya da başka bir şey. Bu gerçekten zordu. Konferansta biraz bahsetmiştiniz. Bu proje hakkında yorumunuzu alabilir miyiz?
E. W: Evet. 2016'da, hayatta kalmayı başaran küçük bir grup, başlangıçta altı, daha sonra beş Suriyeli, Sednaya'dan mucizevi bir şekilde serbest bırakıldılar. Sednaya'dan serbest bırakılmak, gerçekten çok az kişinin başarabildiği bir şeydi. Orası daha çok bir mezbahaya benziyor; çoğu insanın oradan çıkma şansı yok, ölme ihtimaliniz çok daha yüksek. Ama onlar kaçmayı başardılar ve Türkiye'ye ulaştılar. Burada hapishanenin hikayesini anlatmak istediler. Ancak görmediğiniz bir yerin hikayesini anlatmak çok zor. Hayal edin; bir yerde yakalanıyorsunuz, gözleriniz bağlı, bir aracın arkasına atılıyorsunuz, elleriniz, ayaklarınız bağlı, yüzünüzde bir şey var, hiçbir şey göremiyorsunuz. Araç deli gibi hareket ederken her yere çarpıyorsunuz. Nereden yakalandığınızı ve ne kadar uzaklaştığınızı tahmin edebiliyorsunuz belki. Bir ana kapının açıldığını duyuyorsunuz, sonra kapı kapanıyor, otoparkı geçiyorsunuz, bir kapı açılıyor, dövülüyorsunuz, bir binaya alınıyorsunuz ama hâlâ hiçbir şey göremiyorsunuz. Yine dövülüyor, azarlanıyorsunuz. Hatırlayabileceğiniz tek şey; kapıların kaç kez açılıp kapandığı, ayak sesleri, kaç adım attığınız ve sonunda karanlık bir odaya atılıp yıllarca orada aç bırakıldığınız.
Bu durumda, soruşturma açısından en büyük problem şu: Biz genelde video analizleri yapıyoruz ama Sednaya için elimizde hiçbir video yok. Hafızaya dayanmak zorundasınız, ancak bu hafıza görsel değil. Biz de "konumlandırılmış tanıklık" adını verdiğimiz bir yöntem kullandık. Londra'dan meslektaşım Christina Varvia ve şu anda Earshot adlı başka bir organizasyonda çalışan Lawrence Abu Hamdan, diğer meslektaşlarımızla birlikte Türkiye'ye giderek bu tanıkları bir mimari modelde sorguladılar. Bu mimari model akustik özelliklerle de donatılmıştı. Bunu bir bilgisayar oyununa benzetebilirsiniz ama aslında oyun değil. Bir koridorda yürüyorsunuz, her adımınız yankı yapıyor. Sonra hayatta kalanlara soruyoruz: "Bu yankı böyle miydi?" Onlar da "Hayır, hayır, çok daha fazla yankı vardı" diyorlar. Yazılımdaki yankı ayarını artırıyoruz, ta ki doğru yankıyı bulana kadar. Yankının miktarından yola çıkarak, mekanın uzunluğunu, büyüklüğünü ve ne kadar boş olduğunu hesaplayabiliyorsunuz.
Christina Varvia da aynı yöntemi mekânla ilgili kullandı. Mahkumlar çok küçük bir alanda tutuluyorlardı, ancak oturdukları yerdeki yer karolarının 30 cm x 30 cm olduğunu hatırlıyorlardı. Bazıları inşaat işçisiydi, bu yüzden tam ölçüleri biliyorlardı. 11 karo uzunluğunda ve birkaç karo genişliğinde olduğunu söylediler. Buradan hareketle, akustik verilerimizle birlikte odanın boyutlarını hesapladık. Elimizdeki uydu görüntüleriyle de bu mekânı yeniden inşa etmeye başladık.
Sednaya özgürleştiğinde, birçok kişi bize modelimizi gönderip gönderemeyeceğimizi sordu. İnsanlar orada hâlâ sevdiklerini arıyorlardı ya da orada başka cesetler olabileceğini düşünüyorlardı. Ancak modeli göndermekte tereddüt ettik, çünkü yeterince doğru olup olmadığından emin değildik. Ama çok fazla talep geldi ve sonunda modeli kamuoyuna sunduk. Birçok kişi bu modeli kullandı ve neredeyse mükemmel bir doğrulukla çalıştığını gördük. Mahkumlar, mekânı inanılmaz bir detayla hatırlamışlardı. Bu modelin belirli olaylarda yardımcı olup olmadığını bilmiyoruz, ama birçok organizasyon tarafından kullanıldı. Sednaya, rejimin bir sembolü haline geldi.
Ö. Ö: Harika. Ama maalesef zamanımız doldu.
E. W: Güzel
Ö. Ö: Sizinle tanışmak büyük bir mutluluktu ve çalışmalarınızı gerçekten takdir ediyoruz. Eyal Weizman ve Başak Ertür, bizimle birlikte olduğunuz için teşekkür ederiz. Gelecekteki çalışmalarınızda ve davalarınızda sizinle tekrar konuşmayı çok isteriz ve sizi takip etmeyi umuyoruz. Tekrar görüşmek dileğiyle.
E. W: Harika. Çok teşekkürler.
Bu metin, Eyal Weizman ile gerçekleştirilen söyleşinin ikinci bölümüdür, Nil Sarrafoğlu tarafından, Apaçık Radyo için çevrilmiş ve Türkçesi Özdeş Özbay İlksen Mavituna ve Nazlı Zaman tarafından seslendirilmiştir.
İlk bölümü okumak için buraya tıklayın.