"Avrupa, dışsallaştırılmış sınırları normalleştiriyor"

-
Aa
+
a
a
a

Waseem Ahmad Siddiqui araştırmacı ve mekânsal tasarımcı Phoebe Walton'la Avrupa’nın mülteci ve göçmenlere yönelik politikalarını konuşuyor.

""
Avrupa’nın Dışsallaştırılmış Sınırları: Libya gözaltı merkezlerinde insanlıktan çıkışın anatomisi
 

Avrupa’nın Dışsallaştırılmış Sınırları: Libya gözaltı merkezlerinde insanlıktan çıkışın anatomisi

podcast servisi: iTunes / RSS

Waseem Ahmad Siddiqui: Herkese merhaba. Berlin'den bir konuğumuz var, Phoebe Walton. Merhaba, Phoebe. Bize katıldığın için teşekkürler. Hoş geldiniz.

Phoebe Walton: Merhaba, beni ağırladığınız için teşekkür ederim. Burada olmak benim için bir zevk.

W. A. S: Rica ederim, Phoebe. İzniniz olursa sizi kısaca tanıtmak isterim. Phoebe, araştırmacı ve mekânsal tasarımcı olarak “Forensic Architecture”ta (Adli Mimarlık) çalışıyor; göçmenlere ve mültecilere yönelik polis şiddeti ve diğer şiddet vakalarını odağına alan birçok projesi bulunuyor. Aynı zamanda bağımsız bir araştırmacı olarak hukukun performansını ve yapay zekâ ile ilişkisini inceliyor; sistemin önyargılarını, yani yasal performans yoluyla cereyan eden ırkçılığı sorguluyor. Son saha çalışmaları arasında “Libya'nın Gözaltı Endüstrisinden Kaçış”, “Sami Baker'ın Öldürülmesi” ve “Moria Mülteci Kampı’ndaki Yangın” gibi projeler yer alıyor.

Bugün Phoebe ile konuşurken öncelikle yeni yayımlanan ‘UNITED List of Refugee Deaths’ (BİRLEŞİK Mülteci Ölümleri Listesi) hakkında konuşmanın çok önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. Biz de üç hafta önceki programımızda bundan bahsetmiştik. Avrupa Kalesi’nin kısıtlayıcı politikaları nedeniyle mültecilerin ve göç eden göçmenlerin belgelenmiş 66.519 ölümünün listesi, Mültecilerin Ölümüne Karşı Birlik tarafından yayımlandı. Bence bu çok önemli ve çarpıcı bir rapor. Çok geç olmadan bu konu hakkında konuşmanın elzem olduğuna inanıyorum. Buradan başlayalım. Phoebe, Avrupa ile ilgili önümüzde duran bu çıplak gerçek hakkında ne söylersiniz? Bu raporla ilgili düşünceleriniz nelerdir? Tekrar teşekkür ederim.

P.W: Evet, bence bu rapor; denizde ölenleri, hareket halindeki insanları ve Avrupa'nın onlara karşı uyguladığı politikalar sonucunda hayatını kaybedenleri belgelemek için büyük bir çaba ortaya koyuyor. Yine de resmin tamamını göstermediğini söyleyebilirim, değil mi? Bu, bir araya getirilmiş farklı medya kuruluşlarının haberlerinden oluşan bir derleme. Ve bence bu “bir araya getirme” gerçekten önemli, çünkü bu bilgiler genellikle son derece parçalı olur. Ya da belgelemek için ortak bir çabanın bulunmadığını da söyleyebiliriz. Ancak yine de bu rapor, denizde ölenlerin yalnızca küçük bir bölümünü yansıtıyor. Bilinmeyen, çok ama çok büyük bir sayı var. Hareket hâlindeki insanlar oldukları için bu kişilere herhangi bir statü, tanınma ya da hak verilmediği gibi, denizde öldüklerinde de belgelenmiyorlar.

Dolayısıyla bu raporun önemli olduğunu düşünüyorum. Bahsettiğimiz ölçeği vurguluyor ama aynı zamanda yaşananların gerçek boyutunu da tam olarak ortaya koymuyor. Bu da aslında bu insanları anlamayı gerçekten zorlaştırıyor; çünkü çoğu zaman sadece isimsiz bir insan görürsünüz, menşei bilinmeyen bir bölgeyle anılır. Ayrıca raporda bir tür basitleştirme, düzleştirme ve anonimleştirme de söz konusu. Bilirsiniz, bu kişinin kim olduğunu, hikâyesini ya da gerçekten büyük miktarda bilgiyi görmezsiniz. Dolayısıyla ölçeği göstermek önemli olsa da, bunun neyi göstermediğinin farkına varmak da aynı derecede önemlidir.

W. A. S: Evet, ilginçtir ki o raporda, sizin de söylediğiniz gibi, ne isimler yer alıyor ne de ait oldukları ülkelere dair bilgiler veriliyor. Ancak, nasıl öldüklerine ve olayın nasıl gerçekleştiğine dair bir ya da iki cümle bulunabiliyor. Bunun büyük bir trajedi olduğunu düşünüyorum. Bu raporda gördüğümüz şey, gerçekten çok büyük bir trajedi. Ve sizin de belirttiğiniz gibi, bu trajedinin boyutu ya da ölçeği son derece geniş.

Peki, gerçekten ne oluyor? Bence şu anda pek görünmeyen, hatta yeterince sorulmayan asıl soru bu: Gerçekte ne oluyor? Bu soruyla ilgili konuşmanın hayati öneme sahip olduğunu düşünüyorum. Belki sizin de çalıştığınız Libya’daki gözaltı tesislerini örnek alarak, en azından bu görünmeyeni; yani gerçeği, gerçekten ne olduğunu açmaya çalışabiliriz. Belki de bu, görünmeyeni görmemize yardımcı olabilir.

P.W: Evet ve sanırım bizim araştırmamız, yani Libya'nın Gözaltı Endüstrisinden Kaçış, benim çalıştığım Forensis’in bir araştırması. Forensis, Forensic Architecture’ın Berlin’deki kardeş kuruluşudur ve aynı zamanda Forensic Architecture ile Libya’da Adalet için Avukatlar organizasyonu ile iş birliği içindedir. Bu araştırma, rapordan farklı bir başlangıç noktasını ele alıyor. Avrupa’ya gitmeye çalışan hareket halindeki insanlara yönelik korkunç şiddet olaylarının kapsamlı bir haritasını çıkarmaya çalışmıyor. Bunun yerine yalnızca birkaç kişinin özel hikâyelerinden, tanıklıklarından ve deneyimlerinden yola çıkıyor; sadece belirli birkaç bölgeye odaklanıyor. Ve bu sayede, bu ihlallerin nasıl gerçekleştiğini, bir insanın bakış açısından gerçekte neye benzediğini anlamaya başlayabiliyoruz.

Bence, neler olup bittiğine dair daha geniş ölçekli bir analize sahip olmak ve bu ölçeği görmek kadar, yaşananları bir mağdurun ya da tek bir tanığın perspektifinden kavramak da önemlidir. İşte bizim araştırmamız da tam olarak bunu yapıyor. Kamerun’dan ayrılan, Eritre’den yola çıkan, Avrupa’ya ulaşmaya çalışan ve sonrasında Libya’da nasıl sıkışıp kaldıklarını anlatan hayatta kalanların hikâyelerinin izini sürüyor.

Bu araştırma aynı zamanda oldukça uzun bir zaman dilimini kapsıyor. Soruşturma, 2016 yılında hayatta kalan bir kişinin ifadesiyle başlıyor; ardından 2019 ve 2020’de yine Libya’da mahsur kalan iki başka kişinin deneyimlerine uzanıyor. Bu süreçte, Libya’daki gözaltı merkezlerinin gelişimini gözlemleyebiliyorsunuz. Aynı zamanda, Libya ile Avrupa arasında giderek büyüyen sınır altyapısını da görebilirsiniz. Avrupa tarafından yürütülen politikaların bir sonucu olarak, Libya’da mültecilere ve göçmenlere karşı uygulanan artan şiddeti ve bu şiddet sisteminin nasıl büyüdüğünü izleyebiliyorsunuz.

Bu da seyahatin yönünü gösteriyor: Günümüzde Avrupa’dan, Libya gibi yerlere yönelen mülteci ve göçmenlere karşı giderek artan sayıda politika uygulandığını görüyoruz. Sınırların dışsallaştırılması yönünde büyüyen bir süreç ve uygulama söz konusu. Mültecilere ve göçmenlere karşı medyada yükselen retorik ve bu politikaların giderek daha fazla kabul gördüğü bir ortam içindeyiz. Her geçen gün daha fazla Avrupa ülkesinin, mülteci ve göçmenleri üçüncü ülkelere sınır dışı etmeye çalıştığını; Avrupa kıyılarında gözaltı merkezleri kurulması için artan sayıda anlaşma yapıldığını gözlemliyoruz.

Libya bağlamında, 2016’dan 2021’e uzanan bu görece kısa tarihsel süreci izlediğimizde, çok daha uzağa yayılan bir model ortaya çıkıyor: Avrupa tarafından yürütülen sınır dışsallaştırma uygulamalarının bir tür normalleşmesine tanık oluyoruz.

W. A. S: Peki, bu bahsettiğimiz örneklerin canlı olduğunu hissediyorum -çok canlı. Ve bence ölüm de burada çok canlı bir hale geliyor. Tam da bu noktada, bu örnekler hakkında konuşmanın; yalnızca şu anda gerçekleşmekte olan çıplak gerçekleri ortaya çıkarmanın değil, aynı zamanda bunların sürekliliğini vurgulamanın da çok önemli hale geldiğini düşünüyorum. Bence bu olaylar artık gizli değil. Bu çok ilginç, Phoebe yanılıyorsam lütfen düzeltin, ama bence bu olaylar artık gizli değil. Hepimiz bunu görüyoruz; hükümetler de görüyor. Ancak yine de mülteciler için açık ve net bir politika göremiyoruz.

Bunun arkasındaki sebep ne olabilir? Bunca trajediyi, bunca geri itmeyi görmemize rağmen ki hatırlarsanız, geçen hafta konuşurken geri çekilmelerden de söz etmiştiniz; hâlâ nasıl oluyor da bu durum devam ediyor? Belki çok büyük bir soru olabilir ama yine de düşünmeye çalışıyorum, özellikle Avrupa örneğini ele alarak: Nasıl oluyor da orada hâlâ devam eden trajediler yaşanıyor?

P.W: Evet. Yani, bu çok büyük ve çok yönlü bir soru ve açıkçası elimde tam bir cevap yok. Ancak şunu söylemekte fayda var: Çok haklısınız. Özellikle geri itmelerle ilgili çok sayıda belge ve kayıt bulunduğunu söyleyebilirim. Demek istediğim, küçük bir teknenin denizi geçmeye çalıştığı görüntüler artık pek çok insan tarafından biliniyor. Bilirsiniz, medyada defalarca paylaşıldı. İnsanlar, denizde küçük bir teknenin karşıya geçmeye çalıştığını ve bazen de durdurulduğunu görmeye alışkın hale geldi.

Bu görüntüler ilk kez, ya da en azından ilk olarak, sivil toplum grupları tarafından ortaya çıkarıldı. Bu gruplar, neler olup bittiğinin tanınmasını sağlamak ve başka türlü gizlenen bu sınır uygulamalarını dünyaya göstermek için çalıştılar. Bir tür hesap verebilirlik yaratma çabası, adalet duygusunu harekete geçirme girişimiydi bu. Ve bence bazı durumlarda bunda başarılı da oldular. Ancak şu anda öyle bir noktadayız ki, bu görüntülerin bir tür silaha dönüştüğünü görüyoruz. İnsanlar bu görüntülere o kadar alıştı ki, Avrupa ülkeleri; sağcı, aşırı sağcı ve hatta bazı durumlarda merkez ya da merkez sol hükümetler bile bu görselleri bir korku duygusu yaratmak amacıyla kullanmaya başladı.

Aynı zamanda bu görseller, günah keçisi ilan etmek için de kullanılıyor: “Bakın, şu anda mülteciler ve göçmenlerle ilgili asıl sorun bu küçük tekne geçişleridir” deniyor. Tekneleri durdurmaya, sınırlarını korumak adına bu teknelerin Avrupa kıyılarına ulaşmasını engellemeye çalıştıklarını sık sık duyuyorsunuz. Bu görseller, ilk başta mültecilerin, sığınmacıların ve göçmenlerin haklarını görünür kılmak için kullanılıyordu; ancak şimdi tam tersine çevrilmiş durumda. Artık, mülteci ve göçmenlerin ülkelere girişini ve her türlü hizmete erişimini engellemeye yönelik politikaları desteklemek için bir araç haline geldiler.

Geri itme ve giderek artan bir şekilde uygulanan geri çekme politikaları da bu yönde kullanılıyor ki bu konuya ayrıca değinebilirim. Mültecilerin ve göçmenlerin bu şekilde “silahlandırıldığını” ve Avrupa’ya erişmeye çalıştıklarını görüyorsunuz. Bu, farklı Avrupa ülkelerinin ulusal siyasi tartışmalarında da sıkça karşımıza çıkıyor. Bu durum, büyük bir “günah keçisi yaratma” siyasetine ve politik bir tartışma alanına dönüşmüş durumda. Ve evet, tüm bunlar gerçekten çok korkutucu. Ayrıca dikkatleri, bu geri itmelerin, geri çekmelerin ve küçük tekne geçişlerinin gerçekleştiği politikaları analiz etme yönündeki acil ve umutsuz ihtiyaçtan da uzaklaştırıyor.

Geri çekmelere gelince, bunun giderek büyüyen bir uygulama olduğunu düşünüyorum.

Yani geri itme, Sahil Güvenlik ya da farklı bir Ulusal Muhafız'ın mülteci ve göçmenleri sınırdan geri itmesi iken, geri çekme ise diğer tarafta bir Sahil Güvenlik ya da Ulusal Muhafız'ın onları geri çekmesidir. Yani geçmişte Yunan Sahil Güvenliği mülteci ve göçmenleri Türkiye'ye geri iterken, şimdi örneğin Libya'da Libya Sahil Güvenliği'nin mülteci ve göçmenleri Libya kıyılarına geri çektiğini görüyorsunuz. Ve bu her zaman oluyor. Bu geri çekme işlemi genellikle geri çeken ülke, yani yola çıkan ülke ile mülteci ve göçmenlerin kendi kıyılarına ulaşmasını engellemek isteyen ülke arasında yapılan anlaşmalarla gerçekleşiyor. Bunu Libya örneğinde, Libya ve İtalya arasındaki anlaşmalarda görebilirsiniz. İtalya, Libya Sahil Güvenliği'ni bir dizi mali ve lojistik kaynakla destekliyor. Bunu yaparken de Libya Sahil Güvenliği'nin İtalya'ya ulaşmak için Libya kıyılarından ayrılmaya çalışan mülteci ve göçmenlerin Libya kıyılarına geri çekilmesini sağlayacağına dair bir anlaşmaları var.

Araştırmamızda da bunu gösteriyoruz. Biliyorsunuz, hayatta kalan iki kişinin Libya’dan İtalya’ya geçmeye çalıştıklarını ve bu sürecin defalarca başlarına geldiğini görüyoruz. Libya Sahil Güvenliği, İtalya tarafından sağlanan botlarla onları durduruyor. Daha sonra bu kişiler, Libya’daki devlet destekli gözaltı merkezlerine götürülüyor. Libya Sahil Güvenliği aslında bir dizi şiddet yanlısı milis tarafından yönetiliyor. Dolayısıyla, İtalya savunmasız insanları Libya kıyılarına geri çekmek için bir grup şiddet yanlısı milise fiilen sponsorluk yapıyor.

Bu insanlar daha sonra DCIM, pardon, bir saniye yani Yasadışı Göçle Mücadele Departmanı (DCIM) bünyesindeki devlet destekli gözaltı merkezlerine götürülüyor. Bu gözaltı merkezleri Avrupa Birliği ve üye devletler tarafından destekleniyor. Mülteciler ve göçmenler, Libya’da gerçek bir iltica sistemi olmadığı için bu merkezlerde süresiz olarak tutuluyor. Yine bu gözaltı merkezleri, yerel milis grupları tarafından yönetiliyor.

Aslında bu merkezler sadece mülteci ve göçmenleri alıkoymak için değil; aynı zamanda yerel kaçakçılık ve insan ticareti ağlarıyla da birlikte çalışıyor. Dolayısıyla insanlar buraya alıkonulduktan sonra, yeniden gözaltı merkezinden çıkabilmek, İtalya’ya geçmeye çalışmak üzere küçük bir tekneye bindirilmek ve ardından Libya Sahil Güvenliği tarafından tekrar yakalanmak için zorla para ödemek zorunda bırakılıyorlar.

Avrupa'dan gerçekten çok uzaktalar ve kimse onlara gerçekten erişemiyor. Bu gözaltı merkezlerinin çevresinde çalışan sivil toplum gruplarına yönelik şiddet giderek artıyor. Dolayısıyla buralarda neler olup bittiğini takip etmek daha da zorlaşıyor. Ve bu açıkça Avrupa tarafından kasıtlı bir şekilde yapılıyor, sınır uygulamalarının incelenmesinden kaçınmak için onlara hizmet ediyor. Ayrıca bu durum açıkça onların da işine geliyor çünkü orada yaşanan korkunç koşulların sorumluluğundan kaçabiliyorlar. Dolayısıyla, Libya'daki gözaltı merkezlerinde mülteci ve göçmenlere yönelik şiddetin en azından kısmen müsebbibi olmaları bakımından, Avrupa'nın uyguladığı bu çifte şiddet birçok yönden bir tür çifte şiddettir. Ayrıca sorumluluktan kaçıyor ve birçok açıdan sorumluluğu Libya'ya yüklüyorlar. Bence bu geri itmelerden geri çekmelere geçişi yine sorumluluktan kaçma olarak görmekte fayda var, değil mi? Yani artık mültecileri ve göçmenleri sınırdan geri itme sorumluluğu Avrupa sahil güvenliklerine ait değil, bunun yerine Avrupa dışındaki diğer ülkelere para ödeyerek onları geri çektiriyorlar. Böylece tabiri caizse ellerini temizlemiş oluyorlar.

Dolayısıyla, özellikle bu gözaltı merkezlerinde ve bu merkezler ile Libya Sahil Güvenliği arasındaki ilişkide, mültecilerden ve göçmenlerden birden fazla kez kâr eden bir sistem görüyorsunuz. Hem onları denize götürmek için haraç alan, hem de bu merkezlerin muhafızlarının ilişkili olduğu kaçakçılar ve insan tacirleriyle bağlantı kurarak kazanç sağlayan bir yapı söz konusu. Aynı zamanda Avrupa’dan, AB’den ve üye devletlerden gelen paralarla mülteci ve göçmenleri denizde yakalayıp geri getirerek, bu kişileri gözaltı merkezlerinde tutmak suretiyle de kâr ediliyor.

Gerçekte, bunu yaşayan insanlar açısından bu süreç; tamamen gözaltı sistemine sıkışıp kalmak, ardından yeniden denize açılmaya çalışmak, sonra tekrar yakalanmak şeklinde işliyor. Ve açıkçası bu sistem içinde insanlar son derece kötü muamele görüyor; korkunç bir şiddete ve gerçekten insanlık dışı koşullara maruz kalıyorlar. Bu durum da başlı başına, Avrupa'nın inşa etmekte olduğu sınır altyapısının bir parçası.

Bu nedenle, Avrupa’nın desteklediği bu sistemin aslında nasıl işlediğini; orada bulunmuş birinin deneyimi açısından, hayatta kalmış birinin bakış açısından görmenin son derece önemli olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu, esasen bir Avrupa sınırı – ama Avrupa’dan uzağa itilmiş bir sınır. Bu sayede dış denetimden uzak tutuluyor ve orada gerçekleşen uygulamalar için sorumluluk üstlenilmekten kaçınılıyor.

Ama özünde burası, Avrupa'nın dışsallaştırılmış bir sınırı. İşte bu nedenle, bizim için orada neler olup bittiğini belgelemek, araştırmak ve görünür kılmak gerçekten önemliydi. Bence asıl sorunuza dönecek olursak; denizdeki insanların görüntüleri artık daha yaygınlaşmış olabilir, ancak Libya gibi yerlerde devlet destekli gözaltı merkezlerine götürüldüklerinde neler yaşandığına dair hâlâ büyük bir bilgi eksikliği var. Bu yerler, kamuoyu açısından hâlâ bir “kara kutu” gibi algılanıyor.

Demek istediğim, Birleşmiş Milletler (BM) gibi kuruluşlar bu konuda çeşitli raporlar hazırladı. Bu raporlar, oradaki ağır insan hakları ihlallerini ve koşulları belgeledi; ayrıca Avrupa’nın ve Avrupalı aktörlerin, bu gözaltı merkezlerinde mültecilere ve göçmenlere karşı yaşanan ihlallerden kısmen sorumlu olduğunu vurguladı. Öte yandan, Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) de 2022 yılında Libya’da mülteci ve göçmenlere karşı işlenen suçların insanlığa karşı suç veya savaş suçu teşkil edebileceğine dair bir uyarıda bulundu.

Yani hem UCM’de hem BM’de, gözaltı merkezlerinde mülteci ve göçmenlere yönelik neler yaşandığına dair üst düzeyde raporlar bulunuyor. Ancak bu meselenin hâlâ kamusal söylemin dışında kaldığını söyleyebilirim. Bence bu durum, geri itme ve deniz geçişlerine dair çok sayıda görsel varken; bu merkezlerin belgelenmesinin hem kasıtlı olarak zorlaştırılması hem de fiziksel mesafe nedeniyle çok daha az görselle temsil edilmesinden kaynaklanıyor.

W. A. S: Evet, kesinlikle Phoebe. Sizi dinlerken tüm bu trajedinin ölçeğine kulak veriyorum. “İlginç” kelimesini sevmiyorum ama yine de bu kelimeyi kullanalım çok ilginç: sizin de gördüğünüz gibi, merkez solun Avrupa’da ya da başka yerlerde nasıl aşırı sağa dönüştüğünü ve nasıl el ele çalıştıklarını gözlemliyoruz. Bu şu anda son derece kırılgan bir konum.

Özellikle Libya örneği ve tüm bu trajedinin bir kanıtı olan bir mültecinin yaşadığı küçük ayrıntılara dair söyledikleriniz… Bence burada, bu trajediyi reddetme ve inkâr etme eğilimi devreye giriyor. Tüm bu hükümetlerin ve parti politikalarının bir şekilde görmezden geldiği yer de tam burası. Bence bugün, “Küresel Güney” sorusu bile artık neredeyse bir soru olmaktan çıkmış gibi ki bunun gerçek bir soru olmadığını söylemek istemem, çünkü hâlâ çok önemli bir mesele. Ama aynı zamanda şunu da sormamız gerekiyor: Küresel Kuzey’de, ya da başka yerlerde neler oluyor?

Siz Libya hakkında konuşurken, bence oradaki durumun artık Avrupa’dan çok da farklı olmadığını düşündüm. Aynı yapılar, aynı şiddet biçimleri orada da geçerli hale geliyor. Özellikle Libya’daki gözaltı merkezlerinde yaşananların insanlık dışı olduğunu düşünüyorum. Aslında bu durumun, dünyanın herhangi bir yerindeki gözaltı merkezleri için geçerli olduğunu da söyleyebilirim. Bu yerler, mülteciler ve göçmenler için son derece aşağılayıcı alanlar.

Peki, bu konuda ne söylemek istersiniz? Belki şu anda çok kısa bir zamanımız kaldı, Phoebe. Belki bu konuda kısaca bir yorum yapabilirsiniz. Sadece üç dakikamız var.

P.W: Evet, bence “insanlıktan çıkarmak” oldukça doğru ve trajik bir ifade gerçekten yerinde. Çünkü bu, hareket halindeki insanların deneyimlerini yansıtıyor. Bu insanlar reddediliyor; insan hakları birçok yönden inkâr ediliyor. Bilirsiniz, sığınma hakkı, belirli hizmetlere erişim gibi temel haklardan söz ediyorum… Ama aynı zamanda, haklısınız, haysiyet hakkı da pek çok açıdan reddediliyor. Onlara yönelik muamele gerçekten korkunç.

Ve bence bu nedenle, projenin hayatta kalanlar tarafından yönlendirilmiş olması bizim için çok önemliydi. Bu yüzden çalışma yöntemimiz, hayatta kalanlarla yakın iş birliği içinde 3D dijital modeller kullanarak “konumlandırılmış tanıklık” (situated testimony) adı verilen bir metodolojiye dayanıyordu. Sadece gözaltı merkezlerini ya da tutuldukları yerleri değil; aynı zamanda onların deneyimlerini ve buralarda nasıl muamele gördüklerini birlikte yeniden inşa ettik. Böylece, orada yaşadıkları korkunç ve dehşet verici anıları, görsel ve mekânsal bir kanıta dönüştürebildik. Bu kanıtlar daha sonra, en azından bir ölçüde hesap verebilirlik ve adalet adına, hukuki ve siyasi alanlarda kullanılabildi.

Konuştuğumuz kişiler, Stefan, Martin ve Bessa gerçekten olağanüstüydüler. Bu hikâyelerin ne kadar olağanüstü olduğunu yazıyla anlatamazsınız. Hayal bile edilemez. Ve aslında onlar, tabiri caizse, “şanslı” olanlardı. Elbette gerçekte şanslı değillerdi; ama bu gözaltı sisteminden kaçmayı başaran kişiler onlardı. Martin ve Stefan, birçok kez gözaltı merkezlerinden kaçmak ve yine defalarca denize gitmek zorunda kaldılar.

Şimdi gerçekten trajik olan şey şu: Aradan geçen birkaç yılın, bu kişilerin yaşadıkları deneyimlerde nasıl farklılıklar yarattığını görebiliyorsunuz. Sanırım 2017-2018 yılları arasında Birleşik Krallık’a giden büyükelçi (ya da elçilik tarafından yönlendirilen biri) artık tam sığınma hakkına sahip. Evet, hâlâ karşı karşıya olduğu yapısal önyargı ve ayrımcılıklar var, bu çok açık. Ama yine de yasal haklara sahip, Birleşik Krallık’ta hakları tanınıyor. Buna karşılık Martin ve Stefan, İtalya’daki bu son derece trajik ve inanılmaz derecede zorlu yolculuktan sonra oraya ulaştılar ve hâlâ sığınma hakkı elde edemediler. Yani yıllar sonra bile, hakların reddiyle, insan olmanın ve temel ihtiyaçların tanınmamasıyla karşı karşıyalar.

Dolayısıyla evet, şu anda içinde bulunduğumuz gidişat gerçekten çok kötü görünüyor. Sanki halkın bu durumu kanıksadığı, kabullendiği bir hâl aldı. Ve şimdi insanların bu kadar kolay bir şekilde insanlıktan çıkarılması gerçekten şok edici. Bence… evet, elinizde raporlarınız ve rakamlarınız olabilir ama bu gerçeklerin ortaya konmasından rahatsız olan insanları bu tür belgeler pek etkilemez.