2000'de, depremin birinci yılında radyomuzda yayınlanan "Yer Yarıldı İçine Girdik: Bir Felaketin Ardından" kaydını ve deşifresini 22 yıl sonra tekrar paylaşıyoruz.
16 Ağustos 1999 Pazartesi gecesi, bir daha huzurlu bir uykuya kolay kolay dalamayacağımızı bilmiyorduk.
Sonra Pazartesi Salı'ya döndü, birkaç saat daha geçti ve deprem oldu...
17 Ağustos 1999 Salı, saat 3.02.
Uyuyanlar, uyumayanlar, yatmaya hazırlananlar, yollarda olanlar... Türkiye'nin kuzeybatısında yaşayan hemen herkes sallanmaya başladı. Açık Radyo'da tam o saniyede, âdeta şeytanî bir raslantı sonucu Hindemith'in Daemon, yani İblis adlı bale müziği çalınıyordu. İblis yerin altından fışkırıp üzerimize çullanmıştı. İblisin balesiyle sallandık, sallandık, sallandık. Tam kırk beş saniye sürdü deprem. Yerkürenin en uzun kırk beş saniyesi. Hiç bitmeyecekmiş gibiydi. Gözümüz kapalı geçtiğimiz koridorlardan, odalardan, salonlardan, mutfaklardan, kapılardan geçemedik bir türlü. Tanıdığımız mekânlar kırk beş saniye içinde tabutlarımız haline geldi. Tanıdığımız mekânlar tanınmaz hale geldi. Sokaklara çıktık, bahçelerde toplandık, komşularımızın, yakınlarımızın yanına gittik. Transistörlü el radyolarında yardım isteyen çığlıkları duyduk. Şaşırdık, irkildik, ürperdik. Başımıza gelenin farkında değildik henüz.
Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, ama daha bunun farkında değildik.
O kadar farkında değildik ki, Anadolu Ajansı'nın Salı sabahı, depremden tam üç saat elli dakika sonra geçtiği üç satırlık ilk bültende ölü sayısı üç olarak belirtiliyordu. Depremin büyüklüğü ise Kandilli Rasathanesi tarafından 6.7 olarak bildirilmişti. "Şiddet" yerine "manyitüd" ya da "büyüklük" demek gerektiğini de daha sonra öğrenecektik. O sabah, önümüzdeki yıllar içinde depremin hepimiz için kaçınılmaz bir "yan uğraş" hâlini alacağını da bilmiyorduk.
Kandilli Rasathanesi öğlen saatlerinde depremin büyüklüğünü 7.4 olarak değiştirdi. Yabancı kaynaklarda büyüklük 7.8 olarak bildiriliyordu. "Merkez üssü"nün tam neresi olduğunu öğrenmek de mümkün olamadı. Ölü sayısıysa üçten fazlaydı elbette. Hem de çok fazla. Ama bu sayıyı da asla tam olarak öğrenemedik. İngiliz Observer gazetesinin ölü sayısını en az otuz bin olarak verdiği haber hiçbir zaman yalanlanmasa da, basın ve devlet önce on beş, sonra da on sekiz bin sayısında mutabık kaldı. Dünya yüzünde, yaralananların sayısının zaman içinde azaldığı ilk deprem de Türkiye'de olmuştu! Aynı günlerde hükûmetin yurtdışına kırk beş bin "ceset torbası" sipariş ettiği öğrenildi. Resmî rakamlar esas alındığında, ceset başına resmen üç torba ısmarlandığı hesaplanabiliyordu.
Ölü sayısını hiçbir zaman tam olarak öğrenemedik, ama güvenilir kaynaklar âfetten etkilenenlerin sayısının 110 bin olduğunu belirtiyordu. Yüzyılın belki de en büyük felâketi ayrıca beş milyar dolarlık zarar vermişti Türkiye'ye.
Dünya ayağa kalktı. Yunanistan'dan, Rusya'dan, Japonya'dan, İsrail'den, Britanya'dan, İspanya'dan, Amerika Birleşik Devletleri (ABD)'nden sayısız arama ve kurtarma ekibi âfet bölgesine geldi. "Uzak komşu" Yunanistan, birden yakınlaştı, "komşu" oldu. Zaten, tam üç hafta sonra, deprem Atina'yı vurunca, bu sefer de burası oraya yardıma koşacaktı. O kadar ki, Yunan büyükelçisi, "Babamdan hemen sonra AKUT aradı," diyecekti. Bu arada, iki ülke depremlerle fiziki olarak da iki santim kadar birbirine yakınlaşmış oldu.
17 Ağustos'a dönersek, uluslararası sivil yardım ülkeye akarken Türkiye'nin resmî ekiplerinin depremden en çok etkilenen bölgelere intikal etmesi üç gün sürdü. Yani, o "kritik yetmiş iki saat" içinde bütün felâket bölgelerinde sadece siviller vardı. Tabii, geri çevrilmeyenleri. Depremi izleyen uzun saatler boyunca, dönemin Cumhurbaşkanı Demirel'in Etiler'deki evinde de elektrik kesilmişti ve o, kimseyle haberleşemiyordu. Başbakan Ecevit ise, yaraların sarılacağı mesajını vermekte gecikmemiş, ancak bunun nasıl yapılacağını açıklamak için acele etmemişti.
Zaman içinde, Türkiye'nin neredeyse tamamının fay hatları üzerinde bulunduğu bilimsel gerçeği ilk kez kabul edilecekti. Daha önce "takdir-i ilâhî" diye semavî bir açıklama yapan Cumhurbaşkanı Demirel, daha sonra gözlerini gökten yere indirip "Altımız beşik gibi," diyecekti meselâ. Buna rağmen, riskli bölgelerde herhangi bir âcil durum planı olmadığı da aynı anda ortaya çıkacaktı.
Binlerce kişi, sivil-asker tüm yetkililerin atâletinden yakınıyor, yardım gelmediği için protestoda bulunuyor, basında "resmî ihmalkârlık"tan bahsediliyordu. Zaten yıllar önce tüm uyarılara karşın fay hattının tam üzerine kurulmuş dev tesis İzmit TÜPRAŞ Rafinerisi'nin, içindeki 700 bin litre petrolle tutuşması karşısında da ne yapılacağı tam olarak bilinmiyordu. Rafineri, söndürüldükten sonra bile çevre için büyük bir felâket olmaya devam edecekti. Sonuçta, Türkiye'de sanayi üretiminin üçte birini sağlayan bir bölge yerle yeksân olmuştu; Devlet ve onunla beraber hepimiz çaresiz kalmıştık. Ankara'da deprem sarsıntısı pek duyulmamıştı.
Türkiye'de hayat bir anlamda durmuştu. Arabasına, motosikletine atlayan, bagajını yiyecek ve giyecekle dolduran, eli fener, kürek ya da enjektör tutan, çadır kurmasını, çivi çakmasını, yara sarmasını bilen herkes, kanın yaralı bölgeye hücum etmesi misâli deprem bölgesine gidiyordu. Devletin harekete geçmesi beklenmeksizin dev bir yardım eylemi başlamıştı. Elbette koordinasyonsuz ve örgütsüz bir sivil seferberlikti bu: Neredeyse bütün yarık ekmek ve sütle doldurulacaktı! Ama, dünya tarihinde belki de ilk kez bir "tersine göç" olayı yaşandığı da açıktı. Ülkenin dört bir yanından Marmara'ya "göç" edildi. Kulağı küpeli, at kuyruklu, uzun saçlı delikanlılar, kısacık saçlı, sırt çantalı kızlar, belki de hayatlarında ilk kez ceset gören bu gencecik insanlar, günden geceye çalışarak, kurtlanmış cesetleri kireçleyip imamsız, cemaatsiz gömdüler...
Yayın kuruluşları da alarmdaydı. NTV'den Fuat Kozluklu, canlı yayın yapmak yerine kameranın projektörüyle enkazdaki kurtarma çalışmalarını aydınlatmaya karar verdiğini anlatacaktı çok sonraları. Açık Radyo da depremin ikinci gününden itibaren bir "telsiz alıcı-verici"ye dönüşmüş, sayısız gönüllünün katılımıyla bünyesinde bir "Deprem İletişim Merkezi" oluşturmuş; ihtiyaçlarla imkânları buluşturmaya çalışıyordu. İnternet üzerinden gelen mesajların, telefon ve faksların haddi hesabı yoktu. ARDİM, daha sonra, NTV, ATV, Kanal 7 ve bazı radyolarla geniş bir iletişim ağı oluşturulmasına katkıda bulundu ve radyoda altmış gün altmış gece böyle çalışıldı.
Televizyon ekranlarında ve gazete fotoğraflarında yıkıntıların altından fışkıran cesetlere, grayder paletleriyle taşınan ölülere, birbirinin üstüne yıkılmış evlere, hepimizin üstüne yıkılmış hayatlara, sayısız enkaz manzaralarına, telaşlı ve çaresiz insanlara alışacaktık artık. Kokuya da. Yere-göğe-insana sinmiş ölüm kokusuna…
Oturuyor ve büyük yıkıntıyı seyrediyorduk. Ona sürekli oyun ettiğimiz Toprak Ana son büyük oyununu oynamıştı bize. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı ve biz neye güveneceğimizi şaşırmıştık.
Şaşkınlık, çaresizlik ve yalnız bırakılmışlık, büyük bir psikolojik travmaya da neden oluyordu. Uzmanlar, yakınlarının gömüldüğü yeri bilemeyen insanların matem tutmaya başlayamayacaklarını söylüyorlardı meselâ. Britanyalı psikolog Lorraine Sherr, "Yas unutmakla değil, sevdiğiniz insanları hatırlamakla ilgilidir," diyordu. "Bunu yapabilmek için de bir başlangıç noktasının, bir mezarın bulunması gerekir." Pek çok kişi için böyle bir başlangıç noktası yoktu. Başlangıç noktası olmayınca, bitiş noktası da olmuyordu tabii. Üstelik, bu büyüklükte bir deprem, tren, uçak kazası veya yangın gibi, etkisi gelecekte kontrol altına alınabilir bir felaket izlenimi uyandırmıyordu. Savaştaki ölümler için bile bir açıklama bulunabilirken, toprağın yarılmasının getirdiği ölümlerse sadece büyük bir umutsuzluğa, kendimize ve zaten mahvetmekle meşgul olduğumuz doğaya güvenimizin kaybolmasına neden oluyordu.
17 Ağustos Depremi, bedeli çok ağır olmasına rağmen, üzerinde zaman zaman durduğumuz kimi soruları da olanca ağırlığıyla gündeme getirdi: Birey olmadan devlet olabilir miydi? Devlet bizim dışımızda, üstümüzde ve icraatı sorgulanamaz bir varlık mıydı? Biz mi devlet içindik, yoksa devlet mi bizim içindi?
Depremin, hayatın her yönüne yeni gözlerle bakmamıza vesile olan bir tür milat olarak kabul edilmesinin nedeni de bu sorulardı aslında.
Devlet, söylediğinin aksine, tüm yaraları şefkatli eliyle saramıyordu bu sefer. Deprem gerçeğini tanımıyorduk, hazırlıklı ve eğitimli değildik. Bunların yanı sıra cehalet, düzensizlik, organizasyon eksikliği ve koordinasyon kopukluğu da hayatta kalma çabasının karşısına dikilmişlerdi. Geçen sene bugünlerde Milliyet gazetesinde yayınlanan bir haber şu cümlelerle başlıyordu: "İstanbul'da cumartesi ve pazar günü, Kızılay'ın hemen hemen tüm şubeleri ve dispanserleri kapalıydı. Depremzedeye yardım göndermek isteyen vatandaşlar, Kızılay kapılarında kaldı." Şefkat ve fedakârlık simgesi Kızılay, ağır yolsuzluk ve kötü yönetim skandallarıyla da çalkalanacaktı daha sonraları. Bölgeye on dokuzuncu yüzyıl savaşlarında kullanılan "sahra çadırları" sevk edilirken, depolarda yirmi birinci yüzyıl teknolojisiyle imal edilmiş araç gereç satışa hazır bekliyordu...
Sivil hareket, geçen sene ağustos sonlarından başlayarak, sesini hiç olmadığı kadar yükseltti. O günlerde Türkiye, deprem yaralarının yanı sıra bir af yasasını da konuşuyordu. Düşünce suçlularına af getirmezken meselâ Bahçelievler katliamının faili Haluk Kırcı'nın affedilmesine olanak sağlayan yasa tasarısı Meclis'te yirmi saat içinde kabul edildikten sonra Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in onayına sunuldu. Kamuoyundaki rahatsızlığa rağmen, "Tepkilere değil, hukuka bakarım," diyordu Demirel. Necati Doğru, Sabah gazetesindeki köşesinde, "İsyan edelim, Ankara'ya yürüyelim," diye yazıyordu. Tepki verenler arasında Yargıtay Başkanı Doç. Dr. Sami Selçuk da bulunuyordu. "Çıkan af yasasının içeriğini anlamak tam mümkün değil," diyordu Selçuk. "Örneğin düşünce suçlarını kapsamıyor. Kapsayabilirdi."
1 Eylül'de hemen bütün gazetelerde tam sayfa bir bildiri yayınlandı. Dünya görüşleri, amaçları ve inanışları birbirinden çok farklı tam yüz bir sivil toplum kuruluşunun imzasını taşıyan, "Kamuoyuna" başlıklı bir bildiri. Sivil uyanış, sivil toplum kuruluşlarını "ortak bir tepki" için bir araya getirmişti. Kuruluş temsilcileri "Bu, çok farklı kesimlerin ortak akılda buluşmasıdır, uzlaşmanın devamı gelecek," diyor, çağrının "ortak akıl" ürünü olduğunu vurguluyordu: "Türkiye'de her şey devlete bırakıldığı zaman sorunların çözülemediğini gören sivil inisiyatiflerin kendi kendine yaşam alanı yaratması olarak değerlendirilmelidir."
İki temel talebi vardı toplumun:
- AKUT, devlete rakip değil, onun sivil tamamlayıcısı olarak devletten kabul görsün, tanınsın.
- Devlet birey içindir, toplumu kabul etmelidir, sivil katılım ve yönetişim gerekir.
Deprem felaketinde devletin yardım çalışmalarının aksamasına rağmen yardımda etkin rol oynayan gönüllü kuruluşların engellendiğini savunan sivil toplum örgütleri, çalışmalarının önünün açılmasını istiyorlardı. O günlerden bir örnek, Arama ve Kurtarma Derneği AKUT'un bir tür sivil toplum kahramanı olarak görülmeye başladığı sıralarda, İstanbul Valiliği'nin derneğin banka hesaplarını dondurmasıydı. Ama, Milliyet'ten Şahin Alpay'ın "Demokratik Devrim'in nüvesi", Cumhuriyet'ten İlhan Selçuk'un "Türkiye tarihinde bu boyutta ilk hareket" ve Hürriyet'ten Ertuğrul Özkök'ün de "Sivil Toplumun 1 Numaralı Bildirisi" olarak nitelediği bildirinin altına atılan sivil kuruluş imzalarının kısa sürede yüz kırka çıktığı, cumhurbaşkanı ile başbakanın da AKUT temsilcilerini resmen kabul edip teşekkür ettiği görüldü. Sivil katılım talebi ise, günümüzde de devam eden uzun bir sindirim süresi gerektirecekti.
Kamuoyunun her kesiminden yükselen tepkiler, af yasa tasarısıyla ilgili olarak "kamuoyunun tepkisine bakmam," diyen Demirel'in, aldığı sayısız elektronik mesajla da birlikte, fikrini sür'atle değiştirmesinde etkili oldu. "Kuralların yanısıra, kamuoyu reaksiyonunun sistemin itici gücü, pompası" olduğunu vurgulamak ihtiyacını hisseden dokuzuncu Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Ecevit'in de içine sindiremediğini söylediği tasarıyı daha danışmanlarının metni bilgisayarlardan çıkmadan, dört saat içinde veto etti. Demirel, "hukuka, adalete, nesafet kurallarına ve kamu vicdanı ile Anayasanın eşitlik ve genellik prensibine uygunluğunun sağlanması'' amacıyla veto etmişti tasarıyı. Nesafet, hak duygusuna aykırılık demekti. Tarih 1 Eylül'dü. Dünya Barış Günü kutlanıyordu. Sivil toplum kuruluşları da aynı gün yaptıkları duyurularında sistemin itici gücü ve kamu vicdanının sesi olarak yönetişim talep etmişlerdi zaten.
Aynı günlerde, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk'un, yeni yargı yılının açılışında yapacağı konuşmayla Türkiye'yi sarsacağından bahsediliyordu. Sarstı da.
Ama burada, daha önce gelen bir "öncü sarsıntı"dan bahsetmek gerekir. Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer'in depremden dört ay kadar önce, Mahkeme'nin otuz yedinci kuruluş yıldönümünde yaptığı benzersiz ve sarsıcı konuşmadan... Sezer, bu konuşmasında "sınırlanamayan mutlak bir özgürlük" diye tanımladığı düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünü kamuoyunun da, demokratik toplumun da, sosyal gelişmelerin de temeli olarak belirlemişti.
Avrupa İnsan Hakları Divanı kararlarına atıf yapan Sezer şöyle diyordu: "Düşünceyi açıklama özgürlüğü demokratik toplumun temellerinden biridir. Toplumun ilerlemesi, bireyin gelişmesi için zorunludur. Bu özgürlük, sadece yararlı veya sadece ilgisiz ya da zararsız bilgi ve haberlerin alınıp verilmesi değil, Devleti veya halkın bir kesimini düşündüren, sarsan veya onlara aykırı gelen bilgi ve haberleri de içerir. Demokratik toplumun vazgeçemeyeceği çoğulculuk, hoşgörü ve açık düşünce bunu gerektirir." "Dolayısıyla," diyordu yüksek yargıç, "uygarlık düzeyinin bir göstergesi olarak kabul edilen ve uluslararası alanda büyük gelişme gösteren insan hakları hukuku verileri hukukumuza yansıtılmalı, Anayasa ve yasa kuralları gözden geçirilerek, uluslararası sözleşmelerde öngörülen evrensel standartlar hukukumuza kazandırılmalıdır."
İşte, Anayasa Mahkemesi başkanının birkaç ay önce açtığı çığırı, şimdi de Yargıtay başkanı sürdürüyordu. "Haklar ve özgürlükler çağı başlamıştır," diyordu Selçuk. "İnsanlık ve Türkiye, kendilerine buna göre çeki düzen vermek zorundadır. Ülkeme bakıyorum, sırtını birbirine dönmüş iki Türkiye. Cumhuriyeti kuran, onca travmalara karşın demokratik sabır ve erginlik sınavından yüz akıyla çıkan, ekonomik ve kültürel dinamikleriyle dışa doğru patlayan, yayılan, genişleyen bir halk. Dipdiri, capcanlı, hep ayakta... Buna karşılık her şeyi geriden izleyen, halkıyla mahkemelerinde sürtüşen, halkına güvenmeyen, hep içe doğru patlayan, birinci Türkiye'ye yetişemeyen, hastalık irisi hantal bir devlet. Demokrasinin odağında hak ve özgürlüklerle donatılmış, baskılardan arınmış, özgür/özerk birey vardır. Her şey bu odağa göre konumlanır. Devletin görüşler, inançlar karşısında yansız olması gerekir. Görüşler karşısında yansız devlet düşünce özgürlüğünü, inançlar karşısında yansız devlet laikliği güvence altına almış olur. Demokratik toplumun uslu yurttaşlara değil, sorgulama ve eleştirel akılcılık alışkanlığı kazanmış bireylere gereksinimi vardır. Düşünce yasakları her zaman toplumun zararınadır. Özgürlükleri kötüye kullanacakları ya da demokratik sistemi yıkacakları bahanesiyle de düşünceyi açıklama özgürlüğü sınırlanamaz, yasaklanamaz. Demokratik toplum hoşgörüsüz, yıkıcı akımlara, görüşlere bile hoşgörülü olacak kadar cömert olmak zorundadır. Demokrasinin bir özelliği bünyesinde her an bir risk taşımasıdır. Riski göze alamayan rejimlerin adı diktatörlüktür. Demokrasinin biricik sigortası yine ve ille demokrasidir. Demokrasinin özgürlükçülük, çoğulculuk, eleştirel akılcılık, katılımcılık boyutları bir kez benimsenmeye görsün, ardından bütün ilkeler, kavramlar, kurumlar yerli yerine oturacaktır. Türkiye meşruluk debisi neredeyse sıfıra yaklaşmış bir anayasayla yeni yüzyıla giremez, girmemelidir... Düşük yoğunluklu, yozlaşmış, büyük ağabeylerin vesayetindeki icazetli demokrasiyi reddediyorum. Eşit bireylerden oluşmuş özgür halkın, özgür halk tarafından, özgür halk için yönetimi anlamında çıtası yüksek demokrasiyi istiyorum."
Kasım ayıyla beraber Marmara Depremi'nde sağ kalanlar prefabrike evlerin tamamlanmasını bekler ve kışa çadırlarda girmeye hazırlanırlarken 12 Kasım akşamı 18.57'de, Düzce'de 7.2 büyüklüğünde bir deprem daha meydana geldi. Deprem, merkez üssü Düzce ilçesi ile Bolu ve çevresindeki yerleşim merkezlerinde çok sayıda binayı yıkmıştı.
Bu ikinci depremden bir hafta sonra da İstanbul'da AGİT zirvesi başladı. Yerler sarsılıp faylar birbiri ardından kırılırken, Türkiye'nin Avrupa'ya doğru uzanan sarsıntılı yolculuğunda da mesafe alınıyordu. Avrupa'nın neredeyse tüm liderlerinin yanı sıra ABD Başkanı da Avrupa yolunu işaret ediyordu. Clinton'ın hem Ankara'yı ve Meclisi, hem de deprem bölgesini ziyaretine vesile olan AGİT Zirvesi, bir süre sonra gene İstanbul'da toplanacak Helsinki Zirvesi için bir tür prova ve nabız yoklama niteliğindeydi.
Aralık ayında toplanan Helsinki Zirvesi'nde, otuz altı yıldır beklenen oldu ve Türkiye'nin Avrupa Birliği (AB)'ne adaylık süreci resmen başladı. Daha iki yıl önce birbirini tamamen dışlayan bir örgütle bir ülkeden oluşan tablo tamamen değişmişti. İnsanlık tarihinin en cesur ve iddialı bölgesel örgütlenme projesi olan AB böylelikle ilk defa nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman olan bir ülkeye adaylık teklif etmiş oluyordu. Gazetelerimizin bir kısmı ertesi gün "Avrupalıyız" manşetleriyle çıkmıştı, ama gerçek çok daha farklıydı elbette. İşin asıl zor tarafı şimdi başlıyor ve Türkiye ev ödevini bir anlamda sınıfta yapmak zorunda bırakılıyordu. Türkiye yüzbinlerce sayfalık Avrupa "müktesebatı"nı benimsemeye, Kopenhag Kriterleri'yle uyumlu hâle gelmeye çalışacak ve insan haklarından ifade özgürlüğüne, ticaretten bürokrasiye kadar hayatın pek çok alanında büyük reformlara yönelmek zorunda kalacaktı. "Müktesebat", "yol haritası", Kopenhag Kriterleri, "uyum yasaları" gibi terimler, tıpkı fay hatları, merkez üsleri, artçılar, öncüler gibi, toplumsal sözlüğümüze bir daha çıkmamak üzere gireceklerdi.
Milâdın Sıfır yılında yerin dibinden yükselen deprem dalgalarının ardından gelen bir başka dip dalga, yani sivil kıpırdanma ve hareketlenme, AB adaylık sürecinin başlamasının da katkısıyla, etkisini günümüze kadar sürdürdü ve bundan sonra da sürdürecek gibi görünüyor.
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in görev süresinin uzatılmaması için kamuoyunun ve milletvekillerinin gösterdiği çaba, siyasal istikrarın Demirel'in görev süresinin uzatılmasıyla ilgisinin bulunmadığının fark edilmesi, beş artı beşin on etmediğinin anlaşılmasıyla Demirel'in otuz yedi yıllık bir süreden sonra siyasal hayatımızdan çıkması, Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer'in Mecliste grubu bulunan tüm partilerin oybirliğiyle Cumhurbaşkanlığına aday gösterilmesi, bütün konuşma ve davranışlarında demokrasi ve insan haklarının yılmaz savunuculuğunu yapmış sivil kökenli bir hukukçunun cumhurbaşkanı seçilmesiyle hukukun üstünlüğü kavramının toplumsal sözlüğe girmesi, Yunanistan'la ezeli husûmetin sona ermeye yüz tutması ve son olarak Akkuyu Nükleer Santral ihalesinin iptal edilmesi, felaketten kimi dersler çıkarılabildiğini, kazanımlar edinildiğini gösteriyor gibiydi.
Türkiye, yüzyılın en büyük felâketini yaşadıktan sonra resmiyeti biraz sıyırır gibi oldu üzerinden, ama tedirginliğimizi, korkularımızı tam anlamıyla bir kenara bırakabilmiş değiliz. Aralarında İTÜ Avrasya Yer Bilimleri Enstitüsü Öğretim Üyesi ve Açık Radyo Deprem Danışma Grubu Üyesi Prof. Dr. Aykut Barka'nın da yer aldığı bilim adamlarından oluşan uluslararası bir ekip, önümüzdeki otuz sene içinde İstanbul'u ve burada yaşayan yirmi milyon insanı etkileyecek büyük bir deprem ihtimalini yüzde altmış iki olarak belirliyor. Saygın uluslararası bilim dergilerinde yayımlanan raporlarla da bu bilgi hayatımızın bir parçası oldu. Olası depremin zamanını bilmiyoruz, ama bunun herhangi bir anda olabileceğini biliyoruz. Deprem olmadan geçirilen her gün ve her saatin, altın günler ve saatler olduğunu da.
Bunları biliyoruz, ama bilmediklerimiz ürkütüyor bizi. Bilgiye ulaşma kanallarımızın eskisine oranla bugün daha açık olduğundan emin değiliz.
Böyle büyük bir ihtimal karşısında yeterli tedbir alınıp alınmadığını, İstanbul'un zeminini, âfetlere karşı merkezi mekanizmanın verimliliğini, sivil örgütlenmenin niteliğini, Kızılay ve Afet İşleri Genel Müdürlüğü'nün yapılanmasını, Afet Fonu'nda toplanan paraların nerelere harcandığını, bilimsel bilginin bizden saklanıp saklanmadığını, gerçek ölü sayımızı, gerçek maddi zararımızı... bilmiyoruz. Çünkü, resmî bir deprem raporu henüz yayımlanmadı.
Ama bir şey biliyoruz; öğrendik: Olumsuzluk, güvensizlik, yakınmacılık ve panik yerine ortak aklın yaratıcılığını seferber etmek zorundayız. Beklenen depremi, iblisler ve "ceset torbaları" çizgisinden çıkarıp, yerine getirmekte çok gecikmiş olduğumuz birçok projeyi içinde barındıran bir "toplumsal silkinme projesi"ne dönüştürmek hâlâ mümkün görünüyor…