Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, Çukurova Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Sedat Gündoğdu ile yalnızca ekosistemlerin değil, doğrudan insan sağlığını da tehdit eden mikroplastikler üzerine konuşuyor.
Plastikler hayatımızın neredeyse her alanına; soframızdaki tuzdan evimizin halısına, soluduğumuz havadan içtiğimiz suya kadar sızmış durumda. Bu görünmez parçacıklar—mikroplastikler—yalnızca ekosistemleri değil, doğrudan insan sağlığını da tehdit ediyor.
Bugün yaşadığımız gezegen krizi, iklim değişimi, biyoçeşitlilik kaybı ve kirlilik üçgeninde derinleşiyor. Mikroplastikler bu krizin sessiz ama kalıcı bir boyutunu oluşturuyor; besin zincirine girerek canlı türlerinin yaşam döngülerini tehdit ediyor, ekosistemlerin dayanıklılığını zayıflatıyor ve biyolojik çeşitliliğin geri dönüşsüz kaybına katkıda bulunuyor.
Prof. Dr. Sedat Gündoğdu, bu durumu yalnızca kirlilik boyutuyla değil, aynı zamanda kavramsal bir çerçeveyle açıklıyor: Plastosen1. Antroposen’in ve Kapitalosen’in yanına eklenen bu kavram, plastiğin artık sadece doğayı kirleten bir madde değil; aynı zamanda kültürel, biyolojik ve jeolojik bir çağ belirleyicisi olduğunu ortaya koyuyor. Günümüzde insanın adı ‘Homo plasticus’ ile de anılabilir çünkü yaşamımızın başından sonuna kadar plastikle kuşatılmış bir dünyada yaşıyoruz. Geleceğin arkeologları bu çağı, toprağa, suya ve canlı bedenlerine sinmiş plastik izlerinden tanıyacak.
Peki, mikroplastikler nedir, nasıl ölçülür ve günlük hayatımızda maruziyetimizi nasıl azaltabiliriz? Bu bölümde Prof. Dr. Sedat Gündoğdu ile mikroplastiklerin tanımından Akdeniz kıyılarındaki kirliliğe, küresel çözüm arayışlarından bireysel önlemlere uzanan kapsamlı bir sohbet gerçekleştirdik.
Satırbaşları:
- 5 mm’den küçük ve 1 mikrometreden büyük tüm plastik parçacıkları mikroplastiktir.
- Plastiğin olduğu her yerde mikroplastik problemi vardır.
- Tuz, sigara filtreleri, tekstil ve ev tozu: gündelik hayatın görünmez mikroplastik kaynakları.
- Ülkemizde mikroplastik açısından en kirli bölgeler İskenderun ve Mersin körfezleri; ardından Marmara, Ege ve Karadeniz geliyor.
- İklim, biyoçeşitlilik kaybı ve kirlilik üçgeninde derinleşen gezegen krizinin sessiz aktörü mikroplastiklerdir.
- Plastosen: Plastik çağının içindeyiz; arkeoloji bunu gelecek yüzyıllarda daha da net gösterecek.
Utku Perktaş: Merhabalar, Antroposen Sohbetler’e hoşgeldiniz, ben Utku Perktaş. Bugün mikroplastiklerin görünmeyen yükünden bahsetmeye çalışacağız; bilim, riskler, çözümler… Neler olabilir?
Hayatımızın her alanına sızmış olan bir materyalden söz ediyorum size: Plastikler. Plastiklerin en görünmez hali ise mikroplastikler. Denizde, gölde, toprakta ve hatta soframızdaki tuzda karşımıza çıkan bu parçalar, yalnızca ekosistemleri değil, artık doğrudan insan sağlığını da tehdit eder vaziyete gelmiş durumda.
Geçtiğimiz haftalarda bu konuya bir giriş yapmıştım. Bugün programdaki konuğumu da aslında iki hafta önce programda dile getirmiştim çünkü denizde, gölde, toprakta, soframızda, her yerde mikroplastiklere denk gelebiliyoruz. Türkiye kıyılarında yapılan çalışmalarda özellikle Akdeniz ve Levant bölgesinde kirliliğin alarm verici boyutlara ulaştığını görüyoruz.
Peki, bu alarm verici boyut dediğimizde neyi kastediyoruz? Günlük hayatımızda nasıl bir risk oluşturuyor? Küresel bir çözüm için üretim mi sınırlandırılmalı yoksa geri dönüşüm mü öncelikli olmalı? Ve en önemlisi, bireyler olarak bizler ne yapabiliriz? Çünkü mikroplastik, öyle hayal edilmesi kolay bir şey değil ama son yıllarda anne sütünde, kanda bulunduğuna dair birçok haber çıktı ve biz de bunları konuşmaya çalışacağız.
Bugün çok değerli bir konuğum var; Prof. Dr. Sedat Gündoğdu. İki hafta önce de ismini zikretmiştim programda. Yavaş yavaş sorulara geçmeden önce hocama bir merhaba demek istiyorum. Hocam, hoşgeldiniz, eksik olmayın, davetimi kabul ettiniz, kırmadınız, çok teşekkür ediyorum. Ne var ne yok, nasılsınız?
Sedat Gündoğdu: Merhaba, hoşbulduk. Davetiniz için teşekkür ederim. Adana’da mevsim geçişindeyiz şu anda.
U.P.: Sıcaklar azaldı mı?
S.G.: Evet, sıcaklar azaldı. Çöpler arttı diyelim. Biliyorsunuz, yakın zamanda burada çok büyük bir yangın çıktı.
U.P.: Evet.
S.G.: Bunlar biraz daha rutin meseleler aslında ama bunun yanında tabii bu meseleleri ulusal çapta da anlatmaya çalışıyoruz. O yüzden davetiniz için teşekkürler, gerçekten önemli bir konu.
U.P.: Çok sağolun. Bir de son zamanlarda başarılarınız da EkoEvo’ya yansıdı ve zannediyorum dün de bir mail vardı. Doğru söylüyorum değil mi?
S.G.: Evet.
U.P.: Tebrik ediyorum o yüzden de, bunu da hemen radyoda dile getirmiş olayım.
S.G.: Ben de Pazar günü İstanbul’a taşınacağım. Bir yıl boyunca Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nde plastik atık ticaretinin çevresel etkileri konularında bir araştırma projem kabul edildi. Bahsettiğiniz mail de onunla ilgili aslında.
U.P.: Evet. Ben de dün okuyunca dedim ki yarın nasılsa görüşeceğiz Sedat Hoca’yla, orada dile getiririm.
O zaman ben şöyle başlasam hocam; mikroplastiklerin tanımı konusunda hâlâ bir belirsizlik var yani siz bilimsel açıdan mikroplastikleri nasıl tanımlıyorsunuz ve neden ölçüm ve kıyaslamada bu kadar zorlanıyoruz? Bu konuda neler söylersiniz? Böyle başlayabiliriz zannediyorum.
S.G.: Evet, aslında mikroplastik tanımı konusundaki tartışmalar geçen seneye kıyasla yerini başka şeylere bırakmış değil çünkü artık yavaş yavaş bir consensus oluşuyor, hatta oluştu da denebilir yani mikroplastik çalışan araştırmacıların büyük çoğunluğunun hemfikir olduğu bir tanım var artık: 5 milimetreden küçük ve 1 mikrometreden büyük bütün plastik parçacıkları mikroplastik olarak kabul ediliyor. Temel tanım bu. 2004’te Richard Thompson’ın ilk defa çerçevesini çizdiği bir tanımdı. Ondan önce ‘mikroplastik’ diye bir kavram gündelik hayatta da, bilimsel literatürde de yoktu.
Bunların tespit edilmesinde tabii güçlükler var çünkü her gördüğünüz partikül mikroplastik değil yani mikroskop altında örneği analiz ettiğinizde birçok partikül görüyorsunuz. Mesela dün ben mikroskopta çalışırken onu düşünüyordum; çeşitli göllerden gelen bir grup balığın örneklerini analiz ediyordum ve çok sayıda partikül vardı. Bunların hangisinin mikroplastik olduğunu bilmediğiniz için önce şüpheli partikül olarak işaretleyip ölçüyorsunuz. Daha sonra ise bunun gerçekten mikroplastik olup olmadığını daha ileri enstrümantal yöntemlerle tespit ediyorsunuz.
Eğer elinizde bu ileri yöntemler yoksa, bizim ‘aşırı tahmin’ dediğimiz bir durum ortaya çıkıyor yani her türlü partiküle mikroplastik deyip, kısa süre önce yayınlanan ‘insan beyninde kara cevherden daha fazla mikroplastik var’ gibi hatalı sonuçlara ulaşabiliyorsunuz çünkü yöntemine göre değişmekle beraber bizim ‘yanlış pozitif’ dediğimiz tespitler çok yaygın yapılıyor. Bu da bilimsel bilginin güvenilirliğini doğrudan etkiliyor. Biz bu nedenle özellikle tüm süreçleri ve prosedürleri rapor etmeye, çalışmamızın hangi çerçevede geçerli olduğunu net bir şekilde belirtmeye çalışıyoruz. Bu, yavaş yavaş oturan bir durum.
Tabii mikroplastik çok ‘hot topic’ bir mesele. Herkesin içine girip kolayca bir şeyler üretebildiği, akademik niyetle de kolayca yayınlatabildiği bir alan. Dolayısıyla dışarıdan bakıldığında bir karmaşa varmış gibi görünüyor ama işin özüne, konsantre merkezine gittiğinizde aslında resmin gayet net olduğunu görmek mümkün.
U.P.: Anlıyorum. O zaman biraz da günlük hayat ve buradaki maruziyetlerden bahsederek bir soru sormak istiyorum.
Sizin tuz çalışmalarınızda deniz, göl ve kaya tuzlarında ciddi miktarlarda mikroplastik bulunduğu ortaya çıkmıştı, bunlara ben de bakmıştım. Bu sonuç bize günlük hayatımızda maruz kaldığımız görünmez riskleri nasıl anlatıyor? Bunun için neler söylenebilir?
“Plastosen; arkeoloji bunu gelecek yüzyıllarda daha da net gösterecek.”
S.G.: Tuz meselesi tabii ki önemli çünkü hepimizin kullandığı bir gıda. Sadece elimizdeki tuzluğu düşünmeyelim; tüketmeden önce işlenmiş gıdalara eklenen tuzları da hesaba katınca aslında çok ciddi bir maruziyet söz konusu oluyor. Deniz tuzu dediğimizde akla deniz suyunun buharlaştırılması geliyor. Burada mikroplastiğe pek dikkat edilmiyordu çünkü mikroplastik meselesi çok yeni. Artık bazı firmalar buna dikkat ediyor ama tuz hâlâ önemli bir mikroplastik kaynağı.
Mesele sadece tuz değil; plastiğin olduğu her yerde mikroplastik problemi var. Mesela sigaralar; sigaraların filtreleri çok ciddi bir mikroplastik kaynağı. Hatta biz 18’e yakın ülkeden sigara ürünleri toplayıp tütünün içindeki mikroplastiklere baktık ve çok ciddi bir mikroplastik kirliliği söz konusu. İlk defa burada söylemiş olayım; Türkiye ve Bosna’daki sigaralarda çok yüksek miktarda mikroplastik bulduk ve üstelik çok çeşitli polimer türleri içeriyor. Sigara içtiğinizde sadece filtreden mikroplastik solumuyorsunuz. Filtrede kullanılan selüloz asetat da bir plastik türü ve yanarken kimyasallarıyla birlikte solunuyor. Dolayısıyla çok boyutlu bir zehirlenme söz konusu.
Bir diğer kaynak da tekstil ürünleri; tuzda bulduğumuz mikroplastiklerin çoğu fiber tipinde ve bunun ana kaynağı da tekstil. Ama sadece kıyafet değil; ev tekstili de çok ciddi bir kaynak yani halılar, döşemeler, evde kullanılan diğer plastikler… Özellikle halılar büyük bir problem. Artık doğal malzemeden halı üretilmiyor, polyesterden üretiliyor. Hatta geri dönüştürülmüş polyesterden yapılıyor ki bu da dayanımını azaltıyor. Üzerinde yürüdüğünüzde toz kalkıyor. Bir evde yılda yaklaşık 6 kilogram toz oluşuyor ve bunun %50’den fazlasının mikroplastik olduğu tespit edilmiş. Bu çok ciddi bir oran. Evdeyseniz de, dışarıdaysanız da bu maruziyetten kaçış yok.
Dışarıda araç lastiklerinden, endüstriyel faaliyetlerden ya da tarımsal plastik kullanımından kaynaklı mikroplastikler var. Örneğin, Adana gibi hem endüstriyel, hem de tarımsal bir bölgede yaşıyorsanız maruziyet çok daha yüksek. Tarımda kullanılan plastikler güneş ışığıyla parçalanıyor ve fark etmeden soluyorsunuz.
Diyelim ki dünyanın uzak bir ada ülkesinde yaşıyorsunuz ve etrafınızda endüstri yok. Yine de kurtulamıyorsunuz çünkü akıntılarla taşınan plastik çöpler o adaların kıyılarına vuruyor yani plastikten kaçmak neredeyse mümkün değil.
Ben buna ‘plastosen’ diyorum. Aslında Antroposen çağında yaşıyoruz ama bir de plastik çağı eklendi: Plastosen. Bu kavram üzerine Doğu Batı dergisinde bir yazı da yazmıştım, biraz tartışılmıştı da. Antroposen’i bir çatı olarak görüp altında kapitalosen ve plastosan gibi alt kavramlar önerdim çünkü gerçek şu ki biz plastosanın içinde yaşıyoruz.
Önümüzdeki 500 yıl sonra yapılacak arkeolojik kazılarda bu çok daha iyi anlaşılacak. Zaten ‘garbology’ diye bir alan var; çöplerden insanların yaşam biçimlerini ve tüketim kültürlerini inceleyen bir disiplin. Organlardaki mikroplastiklerle birlikte aslında plastik ve mikroplastik yeni bir kültür inşa etmiş durumda.
U.P.: Anlıyorum. Akdeniz, özellikle Levant kıyıları, dünyanın en kirli bölgelerinden biri olarak görülüyor anladığım kadarıyla. Sizin İskenderun Körfezi çalışmalarınızla ulaştığınız sonuçlar bu resmi doğruluyor mu?
S.G.: Kesinlikle.Dün saha çalışmasındaydık. Seyhan Nehri boyunca ölçüm yapıyorduk, bazı noktalarda suyun debisini ölçmek üzere gitmiştik. Bazı yerlerde suyun yüzeyindeki mikroplastikleri gözle görebiliyorsunuz; o kadar yoğun karışıyor çünkü.
Bu bölgedeki geri dönüşüm tesisleri merdiven altı işletmeler olduğu için, plastik geri dönüşümü sırasında ortaya çıkan parçalanmış plastikler olduğu gibi dışarıya deşarj ediliyor. Kanalizasyona bile verilse, atık su arıtma tesisleri bunları arıtamıyor çünkü bu tür parçacıkları filtreleyecek şekilde tasarlanmamışlar.
Birincisi, Seyhan ve Ceyhan Nehirlerinin taşıdığı suyla bu mikroplastikler ciddi şekilde Akdeniz’i kirletiyor. İkincisi, tarımsal plastik kullanımı. Özellikle Adana, Mersin, Antalya ve Hatay’da yoğun bir tarımsal plastik kullanımı var. Yağışlı mevsimlerde bu plastikler sel sularıyla kıyıya taşınıyor. Ama bununla da bitmiyor, Akdeniz’in diğer kıyılarından da geliyor: Mısır, Tunus, Lübnan, Filistin, Suriye, İsrail, Kıbrıs’ın kuzeyi ve güneyi… Buraların çöpleri de bizim kıyılarımıza ulaşıyor çünkü merkezi Akdeniz akıntısı saat yönünün tersine işliyor; Nil Nehri’nin getirdikleri de dahil, bu akıntı bütün kıyılara dolaşa dolaşa lagünlere, tuzlalara, sahillere ulaşıyor. Buna bir de çöp ithalatı ekleniyor. Yasa dışı döküm faaliyetleri var; bunlar nehir kenarlarına, kanal kenarlarına yapıldığı için olduğu gibi Akdeniz’e boşalıyor.
Geçenlerde yaptığımız bir çalışmadan da örnek vereyim; üç ayrı kanaldan Akdeniz’e saatte karışan mikroplastik miktarını hesapladık. Sonuç inanılmazdı: 5.3 milyar mikroplastik partikül, sadece üç sulama kanalından, saatte Seyhan Nehri’ne karışıyor. Yanından geçtiğinizde suyun üzerinde plastiklerin yüzdüğünü görebiliyorsunuz; o kadar ciddi bir kaynak ve bu su aynı zamanda tarımsal sulamada kullanılıyor.
U.P.: Anladım, çok ilginç gerçekten. Peki o zaman Türkiye’deki plastik kirliliğinin en yoğun hissedildiği ekosistemler hangileri? Akdeniz mi, iç sular mı, karasal alanlar mı?
S.G.: Şu anda çalışmalar denizlerde yoğunlaştığı için en kirli bölgelerin başında İskenderun ve Mersin körfezleri geliyor. Sonrasında sırasıyla Marmara, Ege ve Karadeniz şeklinde gidiyor bu sıralama. Ama bunun yanında toprakta da çok ciddi bir plastik kirliliği var. Ayrıca içsular da aynı şekilde büyük bir problem oluşturuyor. Siz biraz önce ‘nehirler’ dediniz ya, gerçekten de öyle.
Biz şu anda TÜBİTAK kapsamında Türkiye’deki 12–13 göl üzerinde bir proje yürütüyoruz ve dördüncü örneklemeyi henüz bitirdik. Salda Gölü’nden tutun, Köyceğiz, Bafa, Eymir, Eğirdir, Beyşehir gibi birçok gölde yüzey suyunda çok ciddi miktarda mikroplastik bulduk. Yani tüm göller bu plastik kirliliğinden nasibini alıyor.
Ama düşündüğümüzde, en büyük risk akarsular üzerinde çünkü nehirler çok yoğun şekilde kullanılıyor. Örneğin Susurluk Nehri, Nilüfer Çayı, Ergene, Kızılırmak, Yeşilırmak, Seyhan, Ceyhan, Göksu, Menderes… Bunların birçoğu kaynağında elinizi sokup içebileceğiniz kadar temiz sular ama denize döküldükleri yerde hem kimyasal kirlilikten, hem de mikroplastiklerden dolayı elinizi sokmaya bile çekiniyorsunuz, o kadar kirletilmiş durumda.
Böyle bir ortamda ‘temiz bir ortamın varlığı’ artık yavaş yavaş bir mite dönüşüyor.
Toprakta da benzer bir risk söz konusu; en son Ankara Üniversitesi’nden Onur Akçay Hocamız ile beraber yaptığımız bir çalışmada kullanım tipine bağlı olarak Türkiye’deki toprak kirliliğinin çok ciddi boyutlara ulaştığını gördük. Toprakta mikroplastik kirliliği çok yüksek seviyelerde. Bunun kaynağı yine yetersiz atık yönetimi çünkü bir şeyi doğru şekilde yönetemezseniz o çöp haline gelir ve bulunduğu ortamı kirletir. Bu durum hem endüstriyel alanlarda, hem de tarımsal alanlarda böyle.
U.P.: Anlıyorum. Sedat Hocam, son soruya geçmeden bir de şunu sormak istiyorum; küresel ölçekte plastik üretimini sınırlayan bağlayıcı bir anlaşma ihtiyacı dile getiriliyor. Sizce üretim sınırlandırılmazsa geri dönüşüm ya da yerel atık yönetimi tek başına yeterli olabilir mi?
S.G.: Bununla ilgili bir yayın vardı, Science dergisinde yayımlanmıştı. Tüm senaryoları bir araya getiriyorlar. En mükemmel atık yönetim altyapısının tüm dünyada uygulandığı senaryoda bile — yani best case senaryoda — kirliliği ancak %60 azaltabiliyorsunuz çünkü burada plastik üretimini sınırlandırmadan yapıyorsunuz ama en iyi atık yönetimini uygulayıp aynı zamanda plastik üretimini de sınırlandırdığınızda…
U.P.: O zaman %90’lara mı ulaşabiliyoruz?
S.G.: Evet, %90’lara kadar çıkıyor ama atık yönetimi olduğu gibi devam etse, sadece plastik üretimini sınırlandırsanız bile kirliliği %50–60, hatta %70’e kadar azaltmak mümkün çünkü doğadaki plastik kirliliğine neden olan temel kirletici plastikler aslında büyük plastikler: Tek kullanımlıklar, ambalaj atıkları. Özellikle gıda sektörü neredeyse tamamen ambalaj üzerinden işliyor ve dolayısıyla da bu çok ciddi bir problem.
U.P.: Pet şişe sular bile bir problem galiba.
S.G.: Kesinlikle. Yılda milyarlarca pet şişe su tüketiyoruz. Oysa birçok şehirde aslında çeşmeden su içilebilir ancak insanlar buna güvenmiyor. Neden güvenmiyor? Çünkü belediyeler o güveni tesis etmiyor, bunun için bir çaba harcamıyorlar.
Tam tersine, birçok belediye kendi markasını yaratıp şişelenmiş su satma derdinde. Bunu da ‘halkımıza sağlıklı su içirmek için yeni bir marka oluşturuyoruz’ diye sunuyorlar. Ama asıl soru şu: Çeşmeden akan su içilemiyorsa, bir belediye halka nasıl sağlıklı su sağladığını iddia edebilir?
U.P.: Katılıyorum size.
S.G.: Aşırı derecede pet şişeyle su tüketimi yapıyoruz ve bu da doğrudan yönetim biçimiyle, halka neye layık gördüğünüzle ilgili. Avrupa’da birçok yerde çeşmeden güvenle su içilebiliyor. Türkiye’de ise insanlar ‘acaba?’ diye düşünüyor. Çünkü çeşme suyu için gerekli kontroller yapılmıyor ya da gerekli tedbirler alınmıyor. Bu nedenle insanlar doğal olarak o güvene sahip değil ve güven tesis edilmediği için de çeşmeden su içemiyorlar.
U.P.: Katılıyorum size. Son olarak da bireysel adımlardan bahsetmek istiyorum yani soruları tamamladığım gibi programın da sonuna doğru yaklaşıyoruz. Bireysel olarak günlük yaşamda mikroplastik maruziyetimizi azaltmak için neler yapabiliriz hocam?
S.G.: Bireysel alanda mikroplastik maruziyetini azaltmak için plastiğe özel bir duruş sergilememiz lazım. En temel yaklaşım, ihtiyatlılık ilkesinden hareket etmek: ‘Bir şey plastik ise tehlikelidir’ varsayımıyla hareket edip alternatiflere yönelmek gerekiyor.
Birincisi, markete gittiğinizde kendi kabınızı götürün. Et ürünü alıyorsanız kesinlikle markette doğratmayın çünkü markette kullanılan doğrama tahtaları inanılmaz bir mikroplastik kaynağı. Doğratılan etin içine o parçacıklar karışıyor ve siz de onu tüketmiş oluyorsunuz.
İkincisi, streç film kullanmayın, alternatifleri var, bunları tercih edin. Bu tür basit önlemler maruziyeti ciddi şekilde azaltır.
Mümkünse çeşmeden su için. Eğer içemiyorsanız, tezgâh altına takılabilen pasif filtreler kullanın. Bunların rutin temizliğini yaparsanız maruziyeti azaltabilirsiniz.
Evde mümkün olduğunca halı, plastik içerikli mobilya ve ev tekstilinden uzak durmakta fayda var çünkü siz pet şişe kullanmasanız, ambalaj tüketimini azaltsanız bile evdeki halıdan kaynaklanan polimer lifleri soluyorsunuz. Dolayısıyla ev içi de büyük bir kaynak.
Temel kural şu: Plastikten uzak dur.
U.P.: Çok faydalı bir program oldu çünkü mikroplastiklerin hayatımızın bu kadar içinde olduğunu bilmiyordum, meğer her yerdeymiş.
S.G.: Evet, her yerde. Öyle ilginç ki… Mesela bir karton bardak aslında karton değil, içi plastik kaplı. Aynı şekilde içecek kutuları da alüminyum gibi görünür ama içi plastiktir. Biz bazen öğrencilerle deney yapıyoruz; kutuyu erittiğinizde içindeki plastiği görebiliyorsunuz.
Dışarıdan yemek sipariş ediyorsunuz, yemek plastik kaplarda geliyor, o kaplar üretilirken tam olarak temizlenmiyor. Üretim sırasında çeperine yapışan mikroplastik partiküller yemekle beraber size geçiyor. Hele ki sıcak yemek ise bu maruziyet çok daha artıyor.
Kısacası, plastik demek kimyasal demek. Bu yüzden biraz uzak durmakta büyük fayda var.
U.P.: Hocam çok teşekkür ediyorum.