Su Biterken: Avrupa’dan Türkiye’ye Yanılsama

-
Aa
+
a
a
a

Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, Avrupa’da uydu verileriyle görünür hâle gelen su kaybının ne anlama geldiğini, kuraklığın neden artık geçici bir sorun değil yapısal bir krize dönüştüğünü konuşurken; bu tabloyu Akdeniz havzası ve Türkiye üzerinden okuyarak, yeraltı sularından sulak alanlara, tarımdan su politikalarına uzanan ortak kırılganlıkları ve yanılsamaları masaya yatırıyor.

""
Su Biterken: Avrupa’dan Türkiye’ye Yanılsama
 

Su Biterken: Avrupa’dan Türkiye’ye Yanılsama

podcast servisi: iTunes / RSS

Avrupa’nın kuraklık haritası artık yalnızca meteoroloji raporlarında değil, uyduların yerçekimi ölçümlerinde de görünür durumda. 20 yılı aşan veriler, özellikle Güney ve Orta Avrupa’da yeraltı ve yüzey su kaynaklarının sistematik biçimde azaldığını; buna karşılık kuzey ve kuzeybatının görece dirençli kaldığını gösteriyor. Bu tablo, kıtanın daha önce “iklimsel güven bölgesi” olarak görülen kesimlerinde bile kırılganlığın hızla arttığının işareti.

University College London (UCL) bünyesinde yürütülen hidrolojik ve uydu veri analizleri, İspanya’dan İtalya’ya, Fransa’dan Polonya’ya ve İngiltere’nin doğusuna uzanan geniş bir kuşakta yeraltı suyu depolarının istikrarlı biçimde zayıfladığını ortaya koyuyor. Daha dayanıklı olduğu varsayılan gözenekli ve geçirgen yeraltı su depolarının (aküferler) bile aynı eğilimi göstermesi, sorunun mevsimsel dalgalanmaların ötesine geçerek yapısal bir krize dönüştüğünü teyit ediyor.

Yağış toplamı bazı bölgelerde çok değişmiyor olabilir; ancak yağışın zamanlaması ve dağılımı değişti. Daha kısa sürede yağan yoğun yağışlar ve ardından gelen uzun kurak dönemler, yeraltı suyu beslemesini zayıflatıyor. Bu, artık 1,5 derece hedefinin fiilen aşıldığı ve 2 derece eşiğine hızla yaklaşılan bir iklim rejiminin hidrolojik imzası. “Uzak gelecek” denilen senaryolar bugün Avrupa’nın gündelik gerçekliğine dönüşmüş durumda.

Avrupa Kuruyor!

Nehirler, aküferler, toprak nemi ve buzullar son iki on yılda belirgin biçimde azaldı. Su kaybının en yoğun hissedildiği Güney ve Orta Avrupa, kıtanın tarımsal omurgasını oluşturuyor. İklim krizi burada artık yalnızca bir çevresel tehdit değil; gıda zincirleri, bölgesel ekonomi ve kırsal yaşam açısından sistemsel bir kırılma.

Bu noktada Avrupa’nın deneyimi, Akdeniz havzasının bütününü de kapsıyor. Çünkü Akdeniz, küresel ölçekte iklim değişikliğine en hızlı yanıt veren bölgelerden biri. Avrupa’nın güney kuşağı ile Türkiye arasındaki hidrolojik bağ, aynı kuraklık rejiminin farklı halkaları olarak düşünülmeli.

Akdeniz Kuraklık Kuşağı ve Türkiye

Türkiye, Avrupa’nın kuraklık haritasında kenarda bir istisna değil; tam tersine, Akdeniz iklim kuşağının en kırılgan bölgelerinden biri. Meteorolojik kayıtlar ve iklim projeksiyonları özellikle Akdeniz, Ege ve İç Anadolu’da uzun yaz kuraklıklarının uzadığını, yağışların ise daha düzensiz hale geldiğini gösteriyor.

Bu eğilim, baraj doluluklarının tarihi düşük seviyelere gerilemesi, sıklaşan su kesintileri ve tarımda artan yeraltı suyu bağımlılığıyla zaten görünür hale geldi. Konya Ovası’nda sayıları binleri bulan obruklar, yeraltından çekilen suyun jeolojik dokuyu nasıl boşalttığını somut biçimde gösteriyor. Kısacası Avrupa uydularında görülen “ağırlık kaybı”, Türkiye’nin yeraltı boşluklarında fiziksel bir şekle bürünüyor.

Bu boşalmanın en çarpıcı örneklerinden biri ise Tuz Gölü. Son 37 yıllık uydu analizleri, “SPEI ve yeraltı suyu depolama değerleri düşerken Tuz Gölü’nün yüzeyindeki tuzla kaplı alanın hızla genişlediğini; artan kuraklık şiddeti ve azalan yeraltı suyu rezervlerinin gölün geleceğini giderek daha fazla tehdit ettiğini” gösteriyor.

Türkiye’nin su krizini yalnızca “azalan yağış” ile açıklamak, Avrupa’da da görülen asıl yapısal sorunu (yönetim rejimini) görünmez kılıyor. Vahşi sulama, kaçak kuyular, yüksek kayıp-kaçak oranları ve havza ölçeğini gözetmeyen planlama anlayışı, iklim sinyalini büyüterek toplumsal kırılganlığı derinleştiriyor. Bu noktada Türkiye, Avrupa’daki tartışmalardan çok şey öğrenebilir: Sorunun merkezinde eksik altyapı değil, yanlış su siyaseti bulunuyor.

Uzun yıllar boyunca “su krizi”, küresel güneyin görüntülerini çağrıştırıyordu. Ancak bugün aynı dinamiklerin Avrupa’nın tarım bölgelerini, gıda zincirlerini ve suya bağımlı ekosistemlerini sarstığını görüyoruz. Bu değişim, Akdeniz havzasındaki ülkelerin birbirine benzeyen kırılganlıklarını daha görünür kılıyor.

Kıtanın güneyindeki su açığı yalnızca tarımı veya kırsal alanları etkilemekle kalmıyor; ekosistemlerin dengesini bozarak, gıda fiyatlarını ve kentlerde su güvenliğini etkileyerek, hatta enerji-su döngüsü üzerinden tüm Avrupa’nın gündelik yaşamına uzanıyor. Bu kırılganlık alanının Türkiye’yi de içine alan Akdeniz ölçeğinde ele alınması artık kaçınılmaz.

Politik Yanılsamalar

Avrupa Komisyonu su dayanıklılığı stratejisinden, hükümetler yeni baraj ve rezervuar projelerinden söz ediyor. Türkiye’de de benzer bir eğilim var: Büyük projeler yoluyla “güvence” yaratma siyaseti. Oysa hem Avrupa’da, hem Türkiye’de kayıp-kaçak oranlarının yüksekliği, tarımsal sulamada yeraltı suyuna bağımlılığın artışı ve suyun hâlâ sınırsız bir kaynak gibi fiyatlandırılması bu politikaların sınırlarını gösteriyor.

Devasa rezervuarlar siyasi takvimler için cazip olabilir; ancak onlarca yıllık inşaat süreçleri bugünün kuraklık dalgalarına yanıt değil. Asıl eşik, altyapının betonunda değil; talep yönetimi, adil tahsis ve ekosistem temelli çözümler konusunda siyasal irade gösterilip gösterilmemesinde.

Yeni Su Siyaseti Kaçınılmaz

Gerek Avrupa’da, gerek Türkiye’de ihtiyaç duyulan şey yalnızca daha fazla su değil; suyun anlamını değiştiren yeni bir siyaset. Yağmur suyunu atık değil, kaynak sayan, suyun yeniden kullanımını merkeze alan, içme suyunu diğer kullanımlardan kurumsal olarak ayıran radikal bir yeniden düzenleme kaçınılmaz.

Aynı zamanda akarsu yataklarına, sulak alanlara, toprağa hareket alanı tanıyan doğa temelli çözümler, Akdeniz’in tamamında su yönetimini yeniden düşünmek için en gerçekçi zemin. Uyduların “ağırlığını kaybeden kıta” olarak tarif ettiği Avrupa, siyasetini ve ekonomisini hafifletmediği sürece kendi kuraklık haritasının içine sıkışacak. Türkiye ise bu haritanın güney ucunda, aynı risklerin hızlanmış bir versiyonuyla karşı karşıya.

Avrupa ölçeğinde uydu verileriyle izlenen bu “su kaybı”, Türkiye’de yalnızca baraj dolulukları ya da tarımsal verim üzerinden değil, doğrudan doğruya yaşam alanlarının yok oluşu üzerinden okunuyor. Çünkü suyun çekilmesi, en önce gölleri, bataklıkları ve sulak alanları vuruyor; yani krizin ekolojik yüzü, sayısal verilerden çok daha önce sahada görünür hale geliyor.

Sulak Alanlarımız Hızla Yok Oluyor: Tek Neden İklim Değil

Paris İklim Sözleşmesi'ne katıldığımız bugünlerde yakaladığımız ivmeyle sadece iklim krizi değil, aynı zamanda ülke olarak sahip olduğumuz biyoçeşitlilik ve kaybettiğimiz habitatlar hakkında da farkındalığımızı da artırmalıyız. Örneğin; kuraklık yaşadığımız gezegen için artık bir sonraki pandemi olarak tanımlanıyor. Kuraklığın getirdiği en önemli maliyet ise kuruyan göl, gölcük ve iç sulak alanlarımız.

Türkiye, 1971 yılında imzalanan ve sulak alanların korunması ve sürdürülebilir kullanımını sağlamayı amaçlayan uluslararası Ramsar Sözleşmesi’ne göre önemli sulak alanları sınırları içinde bulunduran bir coğrafya. Sadece gölleri düşündüğümüzde 7170 kilometre karelik yüz ölçümüne eş değer göl varlığımız bulunmakta.

Sulak alanlar için önemli olan bu coğrafya elbette su kuşları ve farklı biyoçeşitlilik bileşenleri için de önemli. Sadece üreyen kuşlarını düşündüğümüzde Avrupa’da öncelikli olan 102 kuş türünün değişmez yaşam ortamı bu alanlar.

Derin veya sığ göller, bataklıklar, sazlıklar büyüklüğüne bakılmaksızın sulak alan olarak tanımlanabilir. Fakat, Ramsar Sözleşmesi sulak alan tanımını geniş̧ tutmuş ve daha kapsamlı bir tanım yapmış. Bu tanıma göre, derinliği 6 metreyi geçmeyen (deniz kıyısındaki yerler dahil) az veya çok tuzlu su kütleleri ile tatlı su, durgun veya akan sular, sulak çayırlıklar, bataklık alanlar, deniz kıyısındaki tatlı ve tuzlu suyun buluştuğu acı su ortamları sulak alanlar olarak tanımlanır. Türkiye, iç ve kıyı sulak alanları bakımından komşularıyla karşılaştırıldığında oldukça zengindir. Hatta Türkiye’nin bu alanda tek rakibi Rusya’dır. Fakat Rusya’nın geniş yüzölçümünü düşündüğümüzde karşılaştırmanın da çok adil olmayacağını söyleyebiliriz.

Türkiye’de mevsimsel olarak kendini gösteren geçici gölcükler ve bataklıklar hesaba katılmasa bile sürekli suyun bulunduğu alanların sayısı 300’ü bulmakta. Bu alanlar toplam olarak 10 bin kilometre kare ile neredeyse Marmara Denizi’nin yüzölçümüne ulaşıyor; yani Türkiye yüzölçümünün yüzde 1,2’sine.

Türkiye’de 13 sulak alan Ramsar Sözleşmesi ile koruma altında. Koruma eylemlerine karşın Türkiye’de son 50 yıl içinde toplam 1,3 milyon hektar, yani Van Gölünün üç katı kadar sulak alan kayboldu.

Tuz Gölü, yer altı suyunun aşırı kullanımı nedeniyle şiddetli tehdit altında. Konya kapalı havzasında toplam 67 bin kaçak kuyu rapor edilmiş durumda. Bu sayı günümüzde artıyor ve Tuz Gölü eşsiz biyoçeşitliliği ile hızla yok oluyor. Türkiye’de sulak alanlarımızı etkileyen en önemli tehditlerden biri hidroelektrik santralleri (HES). Türkiye’de toplam HES projesi sayısı bugün itibariyle 1700’lü rakamlara ulaşmış durumda. Ayrıca, inşaat faaliyetlerini de unutmamak gerekiyor. Artan insan nüfusunun bir ürünü olarak yaşam alanlarının hızla bozulması sulak alanları da etkiliyor.

Peki, tek neden kuraklık mı?

Hayır… İnsan baskısı, drenaj faaliyetleri ve tabi ki küresel ısınmaya bağlı iklim değişimi. Ne acıdır ki bu sebeplerden dolayı yakın geçmişte birçok sulak alanı kaybettik, bunların arasında en dikkat çekici olanlardan biri Kırşehir il sınırları içinde bulunan ve uluslararası öneme sahip Seyfe Gölü.

Bu sorunun şüphesiz birçok yanıtı var. Ben, burada en önemlilerinin kısaca altını çizmeye çalışacağım.

  • Plansız HES ve baraj projeleri geçmişten günümüze süreklilik kazanmış bir tehdit. Akan her damla suyu enerjiye çevirme arzusu bulunduğumuz coğrafyada biyoçeşitlilik başta olmak üzere doğal dengeyi alt üst ediyor.
     
  • Tarımda aşırı su kullanımı, insan nüfus artışı ile birlikte besine duyulan ihtiyacın bir yansıması olarak algılanabilir. Beyşehir Gölü, Tuz Gölü, Kulu Gölü, Eber Gölü drenaj ve aşırı sulama nedeniyle yok olan ve/veya tehdit altına giren sulak alanlarımıza vahim örnekler.
     
  • Kirlilik, evsel, endüstriyel ve tarımsal atıklarla sulak alanların hızlı bir şekilde kirlenmesine neden olmakta. Bu düzeyde yaşanan kirlilik suyun oksijenin azalmasına bağlı olan plankton ve alg gibi besin maddelerinin hızla artması (ötrofikasyon) sürecini hızlandırmakta, su kalitesini ve ortamlardaki türlerin yaşayabilirlik şansını düşürmekte.
     
  • Avcılık dönemi dışında yapılan av ve balıkçılık faaliyetleri sulak alanlarımızın doğal dengesini şüphesiz bozmakta. Beyşehir ve Eğirdir gölleri avcılık faaliyetleri ile bozulan sulak alanlarımıza örnek olarak gösterebilir.

Sulak alanlar Türkiye için bir hazine niteliğinde, biyoçeşitlilik için de kritik önemde. Sadece bu nedenle bile korunması gereken alanlar. Ülkemizde son 50 yıl içinde sulak alanların yarısı ekosistem özelliklerini kaybetti.

Dünya Doğayı Koruma Vakfının (WWF) Yaşayan Gezegen Raporu’na göre, 1970-2012 yılları arasında omurgalı türlerinin popülasyonlarında yaşanan en büyük azalma % 81 ile sulak alan türlerinde meydana geldi. Bu türlerin %25’i ise küresel ölçekte yok olma tehdidi altında. Bu nedenle, acil önlemlerin hızla alınması ülke olarak önceliklerimiz arasında olmalı.

İklim ve biyoçeşitlilik krizlerini yaşadığımız insan çağında kaybettiklerimizi kazanma şansımız ne yazık ki yok. Öyleyse sürdürülebilir bir gelecek için artık elimizde kalanları korumak zorundayız. Paris İklim Sözleşmesini imzalamamızın getirdiği pozitif ivmeyle, su kaynaklarımız ve sulak alanlarımız için de somut adımlar atma zamanı çoktan geldi de geçiyor.