Antroposen Sohbetler'de Utku Perktaş, 'Türkiye’de çevre düşüncesi hep olmuş gibi ama aslında hep olmamış gibi kaldı” tespitinden yola çıkarak, Yeşil hareketin genellikle çevrecilikle, doğa korumacılıkla sınırlandığını ve özerk bir akım haline gelmesi için daha güçlü bir ideolojik hararet gerektiğini ele alıyoruz.
Satırbaşları:
- Türkiye’de çevre düşüncesi hep olmuş gibi ama aslında hep olmamış gibi kaldı.
- Yeşil hareket genellikle çevrecilikle, doğa korumacılıkla tutuluyor; özerk bir akım olarak görülmesi için düşünsel ve ideolojik bir hararet gerek.
- Sosyalist düşünce son çeyrek yüzyılda iki büyük dönüşüm yaşadı: Feminist düşünceyle patriyarkal tahakkümün özgün bir sömürü dinamiği olduğunu fark etti; ekolojik problematikle de sermayenin sınırsız büyüme güdüsünün gezegeni yıkıma sürüklediğini gördü.
- Ekoloji, bir bilme biçimi, bir ahlaki sorumluluk ve siyasi ödevlerin birbirini tamamladığı bütünlüklü bir bakış olarak ele alınmalı.
- Gezegenin geleceği için duyarlılık yetmez; eylem gerekir.
Türkiye’de çevre düşüncesi hep olmuş gibi ama aslında hep olmamış gibi kaldı. Bugün çevre hareketinin bağımsız bir ‘cereyan’ olup olamayacağı sorusu, sadece ekolojik kaygılarla değil; siyasetin, ideolojilerin, coğrafyanın ve toplumsal belleğin iç içe geçtiği bir mesele olarak karşımızda duruyor.
Tanıl Bora’nın 1988’de derlediği Yeşiller ve Sosyalizm kitabının ‘sunuş’ bölümünde dile getirdiği gibi, Türkiye’de çevre sorunlarının siyasallaşması ‘az nüfuslu panellerde teknokratlar arasında bir tartışma olmaktan çıkıp toplumsal eylemlere konu olmaya başlaması’ ile ivme kazandı. Bu, çevre meselesinin yalnızca doğa korumacılığın sınırlarında kalmadığını, siyasetin ta kendisi haline gelen bir arayış olduğunu gösteriyordu.
Tanıl Bora’nın çevirdiği Rudolf Bahro’nun Nasıl Sosyalizm? Hangi Yeşil? Niçin Tinsellik? kitabında öne çıkan düşünceler de bu bağlamda anlamlıdır. Bahro, sosyalizmin dönüşümünü ekolojik krizle birlikte düşünmüş ve Yeşil hareketi kapitalist büyüme mantığının ötesine geçebilecek bir siyasal tahayyülün parçası olarak değerlendirmişti. Bu perspektif, çevre meselesinin yalnızca teknik veya korumacı bir mesele değil, doğrudan kapitalizm eleştirisinin ve alternatif bir toplumsal düzen arayışının alanı olduğunu vurguluyordu.
Bugün Antroposen çağında, iklim krizi ve ekolojik yıkımın ağırlığı altında, bu arayış hâlâ güncelliğini koruyor. Fakat Bora’nın yıllar önce işaret ettiği gibi, ‘Yeşil hareket genellikle çevrecilikle, doğa korumacılıkla tutuluyor’ ve bağımsız bir ideolojik akıma dönüşmekte zorlanıyor.
Bu noktada Cereyanlar kitabının girişinde ifade edilen ‘ideolojik akımların serencamı’na dair kavrayış da önemlidir. Tanıl Bora, Türkiye’de ideolojilerin yalnızca teorik çerçeveler değil; aynı zamanda duygulanımlar, imgeler ve sloganlarla gündelik siyasete yön veren ‘cereyanlar’ olduğunu söyler. Çevre fikrini böyle bir bağlama yerleştirmek, onun neden süreklilik kazanamadığını ama neden her seferinde yeniden gündeme gelebildiğini anlamak için kritik bir imkân sunuyor.
İşte bu söyleşide, Tanıl Bora ile birlikte çevre düşüncesinin Türkiye’deki izlerini geçmişten bugüne sürüyor, ideolojilerle kesişimlerini, yerel direnişlerle bağlarını ve yeni bir düşünsel cereyan olma ihtimalini ele alıyoruz.
Utku Perktaş: Merhabalar, Antroposen Sohbetler’e hoş geldiniz, ben Utku Perktaş. Bugünkü söyleşimizde çevre düşüncesinin Türkiye'de bağımsız bir cereyan olup olmayacağı sorusu merkezde. Bu mesele yalnızca çevre hareketinin siyasal ve toplumsal varlığıyla ilgili değil; aynı zamanda Türkiye'de düşünce hayatının farklı ideolojik gelenekleriyle nasıl kesiştiğine, nerelerde ayrıştığına da temas ediyor.
Bu noktada Tanıl Bora’nın Cereyanlar kitabını hatırlatmak istiyorum. ‘Çevre düşüncesi bu kitapta yer alabilir miydi’ sorusu bana önemli geliyor açıkçası. Türkiye’de ekoloji fikrine dair ilk izleklerden biri de Tanıl Bora’nın 1988 tarihli Yeşiller ve Sosyalizm kitabı ve onu takip eden Rudolf Bahro çevirileri. Bu erken çabaların o dönemin siyasal ve düşünsel ortamına nasıl bir karşılık bulduğunu ve neden süreklilik kazanmadığını anlamak, bugünkü tartışmalar için de değerli bir zemin sunuyor esasen.
Bugün de bu zemin üzerinde ilerlemeye çalışacağız ve geçmişten bugüne çevre düşüncesinin izini sürerek, özellikle farklı coğrafyalarda - Anadolu’yu düşündüğümüzde, Türkiye’yi düşündüğümüzde, batıdan doğuya, kıyılardan iç bölgelere, duyarlılıkların nasıl farklılaştığını konuşmaya çalışacağız. Böylece hem çevre fikrinin Türkiye’deki yerini, hem de yeni bir düşünsel cereyan olma ihtimalini değerlendirmeyi umuyoruz.
Bu sohbeti bugün ben kiminle yapacağım anlamında heyecanlı olduğumu söylemeliyim; zira Tanıl Bora konuğum. Benim için hem kişisel, hem de düşünsel açıdan çok kıymetli bir buluşma bu. Program hazırlanırken niyetim bu çerçeveyi kurmaktan ziyade Tanıl Bey’in düşüncelerinin akmasına alan açmaktı. Hazırladığım sorular daha çok yönelimler ve çıkış noktaları gibi ve Tanıl Bey hangisine girmek isterse sohbet oradan akıp gidecektir. Çok da lafı uzatmak istemiyorum. Tanıl Bey, hoşgeldiniz. Öncelikle burada olduğunuz için çok teşekkür ederim, zaman ayırdınız, çok kıymetli benim için, eksik olmayın. Nasılsınız?
Tanıl Bora: Çok teşekkür ederim, sağolun. Benim için de inanın daha az kıymetli değil, ben de her zaman üzerinde çok fazla yoğunlaşmadığım bir konuda fikir alışverişine girmekten memnun olacağım.
U.P.: Eksik olmayın, çok teşekkürler. Kitaplar da yanımda benim, hazırlanmaya çalıştım. Bugün özellikle Türkiye’de çevre düşüncesini konuşmak istiyoruz esasında ve bu mesele yalnızca bir ekoloji meselesi değil; aynı zamanda siyasetle, ideolojilerle, coğrafyayla, hatta toplumsal bellekle, hafızayla da çok yakından ilgili.
Şu sıralar ben de biraz hafızaya kafa yoruyorum birçok anlamda. Cereyanlar kitabınızdan yola çıkarak çevre fikrinin Türkiye’de bağımsız bir cereyan olma ihtimali üzerine düşünmek bana çok anlamlı bir başlangıç gibi geliyor. Benim için asıl heyecan verici olan da erken dönem tecrübeleriniz; Yeşiller ve Sosyalizm ve Rudolf Bahro çevirileri. Bunlar üzerinden ve sonrasında neden yazarlığınızda da ‘hep olmaması’ üzerine düşüncelerinizle —yani çevre fikrinin sanki hep olmuş ama aslında hep olmamış gibi kalışıyla— Türkiye’de çevre fikrinin neden süreklilik kazanamadığını tartışabilmek.
Bu sohbetin hem kişisel, hem de toplumsal düzlemde katmanlı ilerleyeceğini umuyorum ben. Dilerseniz sorularıma geçebilirim.
T.B.: Tabii.
U.P.: Biraz bu coğrafi varyasyon fikrinden yola çıkarak bugün ilk sorum şöyle aslında; sizce bugün Türkiye’de çevre düşüncesi bağımsız bir cereyan olma adayı mı? Önce bunu sormak isterim. Bir de bu soruya sosyo-coğrafi bir perspektiften bakmak mümkün olabilir mi, ne dersiniz?
T.B.: Evet, dediğiniz gibi aslında benim birçok arkadaşım da bilir; ilk kalem tutmaya başladığımdan itibaren yazdığım ilk yazılar, yaptığım ilk çeviriler Yeşil Hareket ile ilgiliydi ve hakikaten laf olsun diye değil; candan ve heyecanla ilgilenerek yönelmiştim o konuya. Fakat daha sonra daha çok uzaktan izledim, bu konuda fazla yazıp çizmedim.
Cereyanlar’da da ekolojizm ya da yeşil düşüncenin bağımsız bir bölüm olarak yer almaması üzerine hayret eden ve sitem edenler oldu ve “Neden yok ve olmaya aday mıdır?” sorunuza buradan bağlanayım. Neden yok? Çünkü dikkat ederseniz Cereyanlar’da alt başlıklar ‘düşünceler’den çok ‘ideolojiler’dir yani illa çok bütünlüklü bir felsefi sistem olması gerekmez ama günlük hayata yön veren, siyasal-toplumsal bakışı belirleyen sloganlarla, duygulanımlarla, imgelerle etkili bir ideolojik yönelime işaret eder. Orada müstakil bir akım konumuna gelmek için çevrecilik/ekolojizm o dönemde bana yeterince özerk ve bütünlüklü görünmüyordu.
Şimdi üzerinden sekiz yıl geçti ve bugün tekrar böyle bir işe girsem, yapar mıydım? Yapabilirdim çünkü bu alanda düşünsel bir birikim ve aynı zamanda ideolojik bir hararet oluştu - en azından özerk bir akım olarak anılmaya aday hale geldiğini söyleyebiliriz. Özellikle iklim meselesi başta olmak üzere, artık hayatî bir aciliyet taşıyan meseleler bu düşünceyi öne çıkarıyor ve hatta bizzat bu aciliyet ve vahamet bile çevreciliği, ekolojizmi, Yeşil Hareket’i özerk bir akım olarak hesaba katmayı gerektiriyor bence.
Burada bir ayrım yapmak da bana önemli geliyor: Çevrecilikle ekolojizm ya da Yeşil Düşünce arasındaki ayrım. Çevrecilik, çevreyi biraz dışsallaştırıyor: insanın kontrolünde, müdahalesine açık bir dışsal varlık gibi ve ayrıca daha sistem içi yani kapitalist sistemi problematize etmeyen, apolitik veya korumacı bir eğilimi var. Ekolojizm ya da benim daha çok tercih ettiğim ad ile ‘Yeşil Hareket’ ise insan–doğa ilişkisini farklı kuruyor: insanın mutlak hükümran olmadığı, karşılıklı etkileşim halinde biçimlendiği bir canlı dünya tahayyülüne açık. İkinci fark ise sisteme yönelik eleştiri; meseleyi kapitalizmle ilgili bir mesele olarak görmesi.
Bugün baktığımızda bu alanın kendi içinde de çok çeşitlenmiş olması önemli. Ekososyalizmden ekofeminizme, farklı yeşil yönelimlerden sistem içi çevreciliğe kadar geniş bir yelpaze var. Bu çeşitlilik de aslında özel bir akım olarak düşünülmesini teşvik eden bir zenginlik.
Sorunuzun ikinci kısmı, coğrafi boyuta gelirsem; Türkiye’de Yeşil Hareket’in son 15–20 yılda ciddi bir halk hareketi dinamiği kazandığını söyleyebiliriz - HES karşıtı mücadeleler, madenlere karşı muhalefet, anti-nükleer hareket… Bunların hepsi halk tabanına dayandı. Kimi zaman ideolojik bir bağ kurmaksızın, kendiliğinden patladı, deneyim içinde öğrenildi, dili geliştirildi ama aynı zamanda farklı yeşil hareketlerle karşılıklı etkileşim içinde oldu. Şehirden gelenlerin ahaliden öğrendiği, ahalinin de onlardan öğrendiği bir karşılıklı öğrenme yaşandı. Bu çok önemli bir toplumsal hareket boyutu. Fakat bir eksik var; yerel hareketler yerel kalma eğilimi taşıyor. Hukuki bilgi alışverişi ve bazı dayanışma ağları var ama güçlü, bütüncül bir etkileşim ağı hâlâ yok. Bölgesel farklılıklar da göze çarpıyor; mesela Doğu Karadeniz, özellikle Karadeniz geneli önemli bir odak ama kendi içinde bile dayanışmanın ne kadar güçlü olduğu tartışmalı. Orta Anadolu daha sessiz. Akdeniz ise bir dönem çok canlıydı - özellikle anti-nükleer mücadelede ama uzun süredir öyle değil; kıyı yağmasına karşı da güçlü bir hareket göremiyoruz.
Özetle, yerel inisiyatifler çok önemli ama bunların interkonekte hale gelmesi konusunda ciddi bir açığımız var.
U.P.: Anlıyorum, çok teşekkür ederim bu ilk cevap için. Siz anlatırken aklıma şöyle bir şey geldi; mesela farklı ideolojiler çevreyi farklı şekillerde tanımlıyor gibi ve bu da biraz ikinci sorum ile bağlantılı aslında ki yanlış düşünüyor da olabilirim.
Örneğin, milliyetçilik dediğimizde çevre ‘vatan toprağı’ olarak görülüyor. İslamcılıkta ‘toprak ana’, ‘topraktan geldik’ gibi anlatılar öne çıkıyor. Sol ya da sosyalist perspektiften baktığımızda ise çevre hareketi doğrudan kapitalizme karşı bir direnç olarak algılanıyor.
Coğrafi varyasyona da bakınca; mesela Akbelen Ormanları’ndaki direniş yalnızca ormanları değil aynı zamanda madenciliğe karşı kapitalizme karşı verilen bir mücadeleyi temsil ediyor. Kıyı bölgelerinin yoğun imara açılması, Karadeniz’de HES’lerin yapılması da bu çerçevede okunabiliyor ama sizin de dediğiniz gibi, iç bölgelere, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya doğru gittikçe bu tür direnişleri pek görmüyoruz ya hiç olmuyor gibi ya da olsa da basına yansımıyor, sosyal medyada duyulmuyor. Bu da bana bir varyasyon gibi görünüyor: iç bölgelere, doğuya doğru gittikçe çevre hareketlerinin görünürlüğü ve direniş gücü azalıyor. Buradan da şu soru aklıma geliyor; Türkiye’de çevre kavramı ideolojik anlamda ne ölçüde bağımsız bir söylem inşa edebilir acaba?
T.B.: Bence bu andığınız büyük akımlarla —milliyetçilik, sol ya da sosyalist düşünce ve İslamcılıkla— çevre fikrinin tamamen geçirimsiz olmasını bekleyemeyiz; ister istemez bir etkileşim var ve hatta etkileşimsizlik varsa bile orada bir tansiyon demektir.
Özellikle milliyetçilik için söyleyeceğim; Türk milliyetçiliğinin coğrafi duyarlılığının, coğrafya ilgisinin çok güdük olduğunu düşünüyorum. Türk milliyetçiliğinde vatan, daha çok bir arsa gibidir yani bir yüzölçümü, bir mülk, milletin sahibi olduğu, şehitleriyle kendine mal ettiği bir toprak fakat o toprağın içindeki ırmaklar, dereler, ormanlar, bozkırlarla ilgili bir romantizm ki birçok milliyetçi akımda vardır Türk milliyetçiliğinde çok zayıftır yani vatanın muhtevasıyla ilgili, bir coğrafya olarak vatanla ilgili yüksek bir hassasiyet yoktur; bir mülk, bir yüzölçümü olarak kalır. Türk milliyetçiliğinde ekolojist diyebileceğimiz bir açılım teorik olarak mümkündür ama çok zayıftır. Oysa güçlense iyi olur; bu milliyetçiliği daha medeni kılar, çağın problemleriyle baş edebilir hale getirir yani vatanı içindeki ormanıyla, tüm canlılarıyla sevmek…
U.P.: Tabii ki bu çok daha çağın problemleriyle baş edebilir kılacaktır büyük ihtimalle.
T.B.: Vatanı içindeki ormanıyla sevmek.
U.P.: İçindeki tüm canlılarıyla sevmek.
T.B.: İslamcılık açısından ise doğayı da tıpkı insan gibi, Allah’ın yarattığı bir kıymet olarak görmek ve ona değer vermek cephesi var; İslamcılığın bir okumasından buraya ulaşabiliriz. Nitekim 1980’li yıllarda Türkiye’de İslamcı düşüncede ekolojist sayılabilecek bir ilgi daha güçlüydü. Modernlik ve endüstriyalizm eleştirisiyle el ele, yeşil düşüncenin yeni bir çığır olarak ortaya çıkmasına eklemlenmeye çalışan bir yönelim vardı ama öte yandan pratikte baskın olan görüş, insan için her şeyin helal olduğu fikriydi. Çok kabalaştırarak söylüyorum ama zaten düşünce dünyasında da bu indirgenmiş haliyle vardı; muazzam bir serbestlik. Madenler, ormanlar, hepsi ‘en şerefli yaratık’ olan insan için. Burada teorik olarak bir gerilim var ama pratikte güçlü bir gerilim yoktu çünkü bahsettiğim ilk yönelim zamanla çok zayıfladı. 1980’lerde örneğin Deniz Gürsel - Erol Gökhan’ın yazar adıdır o - ilginç metinler üretmiştir; Çevre Sizsiniz adlı kitabı mesela, hem ekolojik tahribata işaret ediyor, hem de çevrenin bize dışsal olmadığını söyleyen, kelime oyununa dayanan bir başlıktı ama bunlar çok geride kaldı, İslamcı akım içinde çok zayıfladı.
Sol açısından ise ben ekolojiyi, özellikle yeşil hareketi, dar anlamıyla korumacı ve sistem içi çevrecilikten ayırdığım haliyle, zaten solun geniş ailesi içinde görüyorum. Esas olarak bir sol akımdır, Sol düşünceyi etkileyen ve onu dönüştürmeye zorlayan bir kaynaktır. Sosyalist düşüncenin ekonomizmini eleştirmesini sağladı yani materyalist tarih görüşünde ‘madde’yi düz anlamıyla ekonomiye indirgeyen, sınırsız kalkınmacı, endüstriyalist bakışı sorgulattı, Kapitalizm eleştirisini ekolojik düşünceyle tahkim etti.
Bence sosyalist düşüncenin son 20–30 yılda, son çeyrek yüzyılda yaşadığı iki büyük dönüşüm var; birincisi, feminist düşüncenin etkisiyle patriyarkal tahakküm ve sömürünün, emek sömürüsüyle iç içe ama ondan farklı, özel bir dinamik olduğunu tespit etmesi. İkincisi ise ekolojik problematik yani sermayenin sınırsız büyüme ‘güdüsünün’ eninde sonunda gezegeni yıkıma götüreceğini fark etmesi, ‘gölgesini satamadığı ağacı kesen’ kapitalist mantığın içerdiği bu dinamiği görerek, eleştiri ve mücadeleyi kendi bünyesine katmak zorunda kalması. Bu yüzden ekoloji problematik sol açısından vazgeçilmezdir ve buna bağlı olarak ben, ekolojizmin eninde sonunda solun geniş ailesi içinde bir aile ferdi olduğunu düşünüyorum.
U.P.: Ben burada şimdi aklıma gelen bir şey eklemek istiyorum ki aslında bunu program öncesinde Nazım Hikmet Kampı’ndan söz etmiştik, Gündüz Vassaf ile de konuşmuştuk; insanın merkezde olduğu dünyada, bu baskın ideolojiler içinde solu burada dışarıda bırakıyorum çünkü solda insanın merkezde olmadığını düşünmüyorum, empati kurulabildiğini görüyorum. Bu empatiyi kurduğumuzda, insanın aslında bir arıdan, bir çiçekten ya da başka bir türden farklı olmadığının anlaşılması üzerine bir temel oluşuyor. Bu da gezegeni yalnızca insan için değil, bütün canlılar adına onarmak, geleceğe yönelik kurtarmak için önemli bir bakış açısı. Ben kendi adıma, bu empatinin sol içinde yerinde bir şekilde kullanıldığını düşünüyorum. Bizler bunu sürekli dile getiriyoruz.
Diğer ideolojilere baktığımızda ilginç bir soru ortaya çıkıyor: bu tahribat ne zaman bu kadar yaygın olarak başladı? Dünyada tek tanrılı dinlerin ortaya çıkışıyla mı başladı acaba? Çünkü tek tanrılı dinlerden önce şamanlara, Budizm’e bakacak olursak, yerel dillerde ve topluluklarda cansız varlıklara bile canlılık atfeden, çevrenin değerini öne çıkaran anlayışlarla karşılaşıyoruz. Kaynaklara baktığımızda da bu anlaşılıyor ki bu konuda günümüzde de çok sayıda yazar araştırmalar yapıyor.
Dolayısıyla Türkiye’yi ve özellikle Antroposen dönemi düşündüğümde ki belki benim düşüncem biraz sığ kalabilir ama bu düşünce sisteminin solculuğun içine oturduğunu hissediyorum.
T.B.: Rica ederim, ne demek, aşkolsun. En geniş anlamda sol ya da sosyalist düşünce dediğimde, elbette insan merkezci bir eğilim yine vardır.
U.P.: Var, bu kesinlikle böyle. Bizim kültürümüzden de gelen bir şey ama bunu terk etmeye çalıştığımızın farkındayım.
T.B.: Onun için onu bir kenara koyalım ama tarihsel olarak düşündüğümüzde, belki biraz abartarak, biraz da hararet yapmak için söylediğimi düşünebilirsiniz ama gerçekten insan–doğa ilişkisinde tahribat ve yıkımdan söz etmenin tarihini kapitalizmle başlatabiliriz ki ondan öncesinde de kuşkusuz tahribat vardır fakat o tahribatın kapasitesi, sınırsızlığı ve işlemeye başlayan dinamik düşünüldüğünde; kapitalizmi bir milat olarak görmek gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla antikapitalist olmadan bu meseleleri konuşamayız diye düşünüyorum. Sol belki kimisi için çok sahiplenilmeyecek bir kimlik olabilir ama asgari bir antikapitalist kızgınlık olmadan bunları konuşamayız diye düşünüyorum.
U.P.: Çok katılıyorum. Sanayi Devrimi bir şeylerin başlangıcıydı aslında ki ben de genellikle böyle anlatıyorum. Sonra seri üretimin hayatımıza girmesi, Fordizm dediğimiz süreç…
T.B.: Tüketimcilik.
U.P.: Evet, tüketimcilik. Özellikle 1950 yılı da çok önemli bir dönüm noktası çünkü o dönemde plastiğin hayatımıza tüketim anlamında girmesi, tüketimi daha da artırması ve reklamların bizim isteklerimizi sürekli kışkırtan bir hale gelmesiyle yepyeni bir dönem başladı. Ne dersek diyelim ne yazık ki hepimizin bir karbon ayak izi, bir su ayak izi var artık.
Tamam, o zaman üçüncü soruyu da aslında cevaplamış olduk gibi.
T.B.: Evet, onu fark ettim.
U.P.: Üçüncü soruyu birleştirmiş olduk. Şimdi son soruya geçmek istiyorum. Çok teşekkür ederim, gerçekten çok akıcı, çok güzel, çok bilgilendirici bir söyleşi oluyor.
Son sorum şu; ekoloji, bugünün politik dünyasında sizce daha çok bir ahlaki sorumluluk mu, siyasi bir mücadele alanı mı yoksa farklı bir bilgi biçimi mi? Yani epistemoloji olarak alternatif bir düşünsel zemin mi?
T.B.: Bunlar birbirine bağlı. Bir kere muhakkak farklı bir bilme biçimi. Şimdiye kadar da konuştuk; insan–doğa–ekosistem–canlı varlıklar arasındaki ilişkiyi başka türlü düşünme biçimi ve önerisi. Böyle düşünmek bir etik, vicdani sorumluluk doğuruyor, buna uygun davranma yükümlülüğü hissetmek gerekiyor ve buradan bir ahlak çıkıyor; bu ahlak da sizi kaçınılmaz olarak sosyal-siyasal mücadele alanına sevk ediyor yani somut meselelerde tavır almak gerekiyor.
Kuşkusuz bu bütünlüklü ve tutarlı konumlanış herkes için geçerli olmayabilir. Ben maksimalist yaklaşımları çok sempatik bulmuyorum. Az önce belki ben de antikapitalizm üzerinden biraz öyle konuştum ama ‘şunu diyorsan bunu da demek zorundasın, bunu demiyorsan bu boştur’culuk bana antipatik geliyor.
Mesela biz burada daha çok eleştirel konuştuk ama daha naif, sistem içi denebilecek, kimi küçük önlemlere özen gösteren, kendini rahatlatmaya dönük ama palyatif sayılabilecek etik tercihlerde bulunan insanları da aşağılamamak lazım. Naylon poşet yerine bez torba kullanmaya çalışan ve bununla en azından elinden geleni yaptığını düşünen kişiyi küçümsememek gerek. Toptancı eleştiri, toptancı bir reddiyeye dönüşmemeli.
Benim açımdan ekoloji, bir bilme biçimi, bir ahlaki sorumluluk ve siyasi ödevlerin birbirini tamamladığı bütünlüklü bir bakış olarak ele alınmalı. Üstelik iklim dönüşümünü biraz dikkatle bakan herkes birkaç yıl içinde bile fark edebilir. Aynı yerde yaz geçiren biri bile görebilir, biraz okuyan herkes zaten görebilir. Gerçekten vahim bir durum söz konusu ama şunu da düşünüyorum: kıyametçi, acilci bir dilin de pek işe yaramadığını gözlüyorum. Evet, bez torba almakla dünyayı kurtaramazsınız ama insanları kıyamet tehdidiyle korkutmak da bir şey kazandırmıyor. Tahlillerimiz radikal olabilir ama ikna ve etkileme yöntemlerimizin daha yumuşak olması gerekiyor.
U.P.: Çok katılıyorum.
T.B.: Gönül indirmemiz gerek.
U.P.: ‘Kişisel olarak ne yapabilirim?’ demek bile bir başlangıç. Küçük de olsa adımlar önemli ve her zaman umutlu olmak lazım, aksi halde felaket tellallığına dönüşüyor. Zaten eko-anksiyete diye bir şey var, insanlar korkmaya başladı ve bu da toplumu kilitliyor, paralize ediyor.
T.B.: Evet. Bu, eylemden alıkoyan bir şey. Oysa eyleme geçirici bir dil ve siyaset tarzı gerek.
U.P.: Gerçekten, şu laf da benim hep hoşuma gitmiştir: “Eylemsiz duyarlılık bir şey ifade etmez.” Duyarlılığı gösterirken, eylem konusunda paralize olmamak gerekiyor. Çok teşekkürler Tanıl Bey.
T.B.: Ben size teşekkür ederim.
U.P.: Sorularımı tamamladım. Çok akıcı, çok da beklediğim bir söyleşi oldu, ne kadar teşekkür etsem az.
T.B.: Sağolun, ben teşekkür ederim. Benim için de bütün bunları yeniden düşünme fırsatı oldu.
U.P.: Eksik olmayın. Bugün Antroposen Sohbetler’de Tanıl Bora konuğumdu. ‘Antroposen’de Türkiye: Çevre Düşüncesi, Bellek ve Yeni Cereyanlar’ başlıklı programımızı gerçekleştirdik. Önümüzdeki haftalarda Antroposen Sohbetler’de tekrar buluşmak üzere hoşçakalın.
Kaynaklar
Bora, T. (Der.). (1988). Yeşiller ve Sosyalizm. İstanbul: İletişim Yayınları
Bahro, R. (1989). Nasıl Sosyalizm? Hangi Yeşil? Niçin Tinsellik? (T. Bora, Çev.). İstanbul: Ayrıntı Yayınları
Bora, T. (2017). Cereyanlar: Türkiye’de Siyasi İdeolojiler. İstanbul: İletişim Yayınları