Louvre’un çiçekleri

Botanitopya
-
Aa
+
a
a
a

Louvre müzesinin koridorlarında dolaşıyor; müzede sergilenen kimi eserlerdeki çiçeklerin hikayelerinin izini sürüyoruz. Rehberimiz, müzenin yayımladığı Michel Lis ve Beatrice Vingtrinier’in kaleminden çıkmış, “Flowers in the Louvre” kitabı. 

Louvre Müzesi'nden çiçek hikayeleri
 

Louvre Müzesi'nden çiçek hikayeleri

podcast servisi: iTunes / RSS

Antik Mısır’dan iki eserle başlıyor turumuz: Biri 18. Hanedanlık (MÖ 1550- 1295) dönemine ait “Lotus çiçeğini koklayan” kadın adlı bir fresk; diğeri de 20. Hanedanlık dönemine ait ahşap üzerini boyama Lady Taperet’in Steli.

Burada betimlenen çiçek -programımı takip edenler tahmin edecektir- tahmin edeceğiniz üzere Lotus. Duvar resminde Lotus çiçeğini koklayan bir kadın figürü görüyoruz; stelde ise bir cenaze merasimi betimlenmiş. Mısır’da iki lotus türü var, güzel kokulu mavi lotus (Nymphaea caerula) ve beyaz lotus (Nymphaea lotus). Botanikçilerin verdiği bilimsel adıyla Nelumbo. Güneşin ve yeniden doğumun simgesi. Nil sularında bolca yetişen Lotus, sabah güneşiyle açılıp akşam sulara gömüldüğü için güneşle arasında böyle bir bağlantı kurulmuş olması doğal. Hermepolis’te dev lotus çiçeğinin ilk olarak, güneş tanrısı Nun’dan doğduğuna inanılıyor. 

Yeniden doğuşun sembolü olan lotus, cenaze kültü ve Osiris kültü ile yakından ilişkili. Ölüler Kitabı’nda başka bir dünyaya geçiş anlatılırken “kendisini lotusa dönüştürmek”ten söz edilir. Bir cenaze merasimini anlatan bu stelde de olduğu gibi. Şöyle bir sahne var: Lady Taperet, güneşi simgeleyen şahin başlı Ra-Horakhty'nin önünde duruyor ve Tanrının ona attığı çiçek ışınlarını karşılıyor. Diğer tarafta batan güneş Atum, Taperet'in dualarını kabul ediyor. İki taraflı evrenin şematik bir görüntüsü var: Siyah şerit biçiminde hiyeroglif "toprağı” simgeliyor. Solda Aşağı Mısır’ı temsil eden papirüs bitkileri ve sağda Yukarı Mısır’ı temsil eden Lotus çiçekleri var. Her iki toprağın, bir olduğunu vurgulamak için çizilir bu Mısır sanatında…

Sonraki eserde, MÖ yaklaşık 710 yılına Asurlular dönemine geliyoruz. Asur Kralı II. Sargon zamanına ait sarayın kalıntıları arasında, Irak’ta, Asurluların başkenti olan bugün Horsabad olarak bildiğimiz Dur-Sharukkin’de bulunmuş bir kabartma bu. Asurlularda sıkça karşımıza çıkan bir temayı anlatıyor kabartma.  Evrenin dengesini simgeleyen kutsal bir ağaç, iki tarafında da ona şükranlarını sunan cinler var. Kabartmanın sağ kısmı eksik; soldaki figür bir eliyle niyaz ederken bir elinde de üç haşhaş kapsülü tutuyor.

Haşhaş ve gelincikleri bir programımda anlatmıştım; haşhaşın şifa verici bir bitki olarak yetiştirilmesi Mezopotamya’ya, MÖ 3400’lerdeki Sümer Uygarlığına dek uzanıyor. Sümerlere ait Nippur’da bulunan kil tabletlerde haşhaş, mutluluk verici bitki olarak tanımlanmış; rahatlamak, baş ve mide ağrılarını dindirmek için haşhaş kullanmışlar. Ardından bu şifa bilgisi, Asurlulara, Babillere ve Mısırlılara da yayılmış. Antik uygarlıklar, haşhaşın uyuşturucu, sakinleştirici etkisinin farkındaydı bu yüzden birçok kültürde adını aldığı, Yunan mitolojisindeki düşler tanrısı Morpheus gibi uykuyla ve düş görmeyle ilgili kutsal varlıklarla birlikte anılıyor. Latincesi Papaver somniferum “uyku getiren bitki” anlamına geliyor. Şifa özelliklerinin yanında, kabartmadaki bu sahneden de anlaşılacağı üzere Asurlularda dinsel anlamlara da sahip.  

Evet, devam ediyoruz. Şimdi karşımıza MS 5. yüzyıla ait, mermer ve kireç taşından 6x4.5 metre boyutlarında bir taban mozaiği parçası çıkıyor. Bu taban mozaiği antik kent Daphne’den, yani Antakya Harbiye’den “gitmiş” bir tarihi eser. Helenistik döneme ait büyük bir evin, villanın açık avlusundan bir parça… Başında bir hale olan Zümrüdü Anka kuşu bir kayanın üzerinde duruyor; etrafındaki sayısız gül bir desen oluşturmuş. Bordüründe de birbirine bakan iki keçi figürü tekrarlanmış; aralarında yine gonca ya da açılmış güller var.  Şüphesiz burada antik dönemlerden beri şairlerin ve yazarların methiyeler düzdüğü “çiçeklerin kraliçesi” gül ve onun güzelliği onurlandırılmış. Mitolojik hikayeler bize bahar tanrıçası Flora’nın ölen her bir periyi bir güle çevirdiğini; bunu yaparken diğer tanrılardan yardım istediğini de anlatır. Apollo ona hayata verir; nektarını Bacus, meyvesini Pomona verir ve Cupid de onu arılardan uzak tutmak için oklarını güle atarak dikenlere dönüştürür.

Herodot (MÖ 484-425) güllerin Anadolu’dan Yunanistan’a geliş hikayesini anlatırken, Makedonya seferi için yola çıktığında Frigya’daki bahçesinden birkaç gülü de yanına alan Kral Midas’ın buraya taşıdığını yazmış. MS. 1. yüzyılda Yaşlı Plinius da Doğa Tarihi kitabında 20 yaban gülü varyetesinden söz ediyordu. Gülü Yunanlardan öğrenen Romalılarda da bir festival ya da şölen güller olmadan düşünülemezdi; gül yapraklarını şaraplarına koyar ve banyo sularını kokulandırır; önemli misafirlerinin başından aşağı konfeti gibi gül yaprakları dökerlermiş. Efsaneler de kültürden kültüre aktarılır onla ilgili; Romalıların sefahat düşkünlüğünün bir göstergesiyken, Orta Çağ’da saflığın, masumiyetin ifadesine dönüşür; haseki küpesi ve karanfil çiçeğiyle birlikte Bakire Meryem’in iffetini simgeler. İslam dininde de ilahi güzelliğin ve Hz. Muhammet’in çiçeğidir… 

Şimdi MS 15. yüzyıla uzanıp Pisanello’nun Genç Bir Prensesin Portresi resmine bakalım… Pelerinindeki incilerle süslü kristal vazo, İtalya’da Ferrara ve Modena kentlerini yöneten İtalyan d’Este ailesinin amblemi. Kabarık kırmızı kolları olan, yeşil kemerli beyaz bir elbise giymiş. Kimi tarihçiler, elbiseye takılmış ardıç dalını bunun Ginevra d’Este’nin portresi olduğunu kanıtladığını düşünüyorlar. 15. yüzyıl İtalya’sında bu bitkiye ginevero deniyormuş; bu küçük sürgün bir kelime oyunuyla, prensesin adını temsil ediyor olabilir. Aynı zamanda, ardıç ağacı barışın ve mutluluğun simgesi, adını temsil etmekten daha fazla anlam yükleniyor böylece. Portre resminin cazibesi aslında modelin kim olduğundan daha önemli. 

Pisanello, genç kızın hatlarını net, akıcı çizgilerle profilden betimlemiş. Etrafında kelebekler ve pembe haseki küpeleri koyu yeşil zemin üzerinde, -dönemin önemli duvar halılarını anımsatan- dekoratif bir desene dönüşmüş. Burada kullanılan çiçeklerin bir dili olduğunu düşünülürse, bu resmin bir nişan ya da evlilik töreninin kutlanması olarak da kabul edilebileceğini öne sürmüş, elimdeki rehberin yazarları. Karanfil çiçeği evlilik sözünü ya da sadakati simgeliyor. Haseki küpesi aslında İsa Mesih’in çilesini temsil ediyor, bir kadın figürüyle ilişkilendirildiğinde tutkuyu da işaret ediyor olması muhtemel. 

Sıradaki eser, Albrecht Dürer’in Portrait of the Artist Holding a Thistle / Devedikeni Tutan Sanatçı adlı ahşap üzerine yağlı boya resmi. 1493 tarihli bir otoportre bu. Dürer henüz 22 yaşındadır ve kendini, duygularını, düşüncelerini gözden geçirme aracı olarak ömrü boyunca tekrar tekrar yapacağı otoportrelerden biri. Strausburg'da bulunduğu sırada yaptığı bu ilk yağlıboya otoportresinde; sağ elinde bir deniz boğadikeni tutuyor. Bu bitkinin Almanca adı sadakat anlamına gelen “Mannertrau” Dürer seyahatteyken, babası evlilik koşullarını belirlemiş ve onun için uygun bir eş bulmuştur. Resmin Nürnberg’deki nişanlısı Agnes Frey’e gönderilmek üzere yapıldığı yönünde spekülasyonlar da var. Bunun da ötesinde Hıristiyanlık ikonografisinde bu bitkinin İsa’nın çilesi ve günahların affını da simgelediğini biliyoruz; Resmin üst kısmında Dürer’in el yazısıyla "İşlerim, yukarının yazdığı yolda ilerler" ibaresi var. Bu onun “kaderinin tanrının elinde olduğu düşüncesini” bir anlamda görselleştiren bir detay. 

Şimdi yine 16. yüzyıldan, Rafaello Santi, ya da hep söylenegelen adıyla Raphael’in,  Madonna and Child with St. John the Baptist / Meryem, Çocuk İsa ve Vaftizci Yahya (1507-1508)  Piramidal kompozisyonda Meryem, çocuk İsa ve çocuk Vaftizci Yahya var. Resmin odağındaki Meryem’ın dizinde bir kitap var; bir eliyle sağ tarafında duran çocuk İsa’yı tutmuş. Solunda duran Vaftizci Yahya’nın sağ elinde de kamıştan yapılmış bir haç var. Arka planı ise Umbria’nın pastoral manzarası oluşturuyor. Raphael, gerçekçi bir atmosfer yaratmak için zengin ve parlak renkleri, ışık ve gölgelerle güçlendirdiği natüralist kompozisyon yaratmış burada. Ayaklarını bastıkları kırda, ön planda gördüğümüz bitkileri tüm ayrıntılarıyla çizmiş ve her birinin de simgesel anlamı var. Halı gibi yayılmış çiçekler arasında iddiasız, alçakgönüllülük hatta mahcubiyet ile özdeşleşmiş, belli belirsiz görünen bir menekşe var. Burada menekşe, Meryem’in ve İsa’nın tevazusunu anlatıyor bize. Botticelli de Venüs’ün Doğuşu tablosunda kullanmıştır menekşeyi hatırlarsanız burada konuşmuştuk. Simonetta’ya duyduğu aşkı itiraf etmeye cesaret edemeyecek kadar mahcup olan Botticelli, kara sevdasını menekşelerle anlatmıştı bu tablosunda. Yine bu tabloya dönersek, bir haseki küpesi de var. Meryem’in acılarını simgeleyen ve İsa’nın Çilesi ikonografisini tamamlayan bir çiçek… Kırda çocuk İsa’nin ayakları altında çileklerin üçlü yaprakları kutsal üçlüye gönderme yaparken, beyaz çiçekleri masumiyeti, kırmızı meyveleriyse yine İsa’nın Çilesi’ni anlatıyor. 

16. yüzyılın başına ait mille fleur stili- yani birçok farklı çiçeğin düz bir zeminin her tarafını kapladığı- alegorik bir gobleni inceleyelim şimdi… Bir ağacın yanında biri saçını tarayan, diğeri elinde yelpazesiyle iki genç kadın, ortada bir çocuk, tarak ve aynayı eline almış neşeli bir maymun, mutlu mutlu uçan ördekler var. Perspektif kaygısı olmadan betimlenmiş bu sahne, duvarlarla çevrili, kendi içine kapalı hortus conclusus denen Orta Çağ’a özgü “gizli bahçeyi” anımsatsa da bu dokuma, aslında bir Orta Çağ bahçesini bire bir canlandırma amacıyla yapılmış değil. Doğanın ehlileştirildiği -yani bitkilerin, hayvanların ve insanların uyum içinde yaşayabildiği cenneti; merhametin vücut bulduğu, günahlardan arındırılmış mükemmel bahçeyi anlatmak istiyor. Hem güzelliğiyle öne çıkan hem de yendiğinde iyilik veren bitkileri ve tüm bu varlıkları yaratan Tanrı’nın cömertliğine şükranlarını sunuyor. Orta Çağ’da manastır bahçelerinde, çiçek bahçesinin yanında kare biçimli tarhlara ekilmiş aromatik, yenebilen ya da şifalı bitkilerin olduğu bir mutfak bahçesi; daha çok gezinti alanı olarak kullanılan meyve bahçesi ve bir çayırlık vardır.  Sonuncusu, yani yabani çiçeklerle dolu bu çayırlık, “mille-fleur” goblenlerin esin kaynağı olmuş. Yüksük otları, kadifeler, kardelenler, papatyalar, Cezayir menekşeleri, müge çiçekleri, hercai menekşeler, çilekler, mavi kantaronlar ve dahası… Hepsi Orta Çağ’da bilinen yaklaşık 100 kadar bitki türü bu goblende de tüm detaylarıyla görülebiliyor. 

Ve yine bizden bir tarihi esere geliyoruz şimdi; (1540-1555)lere tarihlenen beyaz zemin üzerine mavi tonlarda şakayık desenli İznik işi bir tabak… Batılı gezginler 16. yüzyıldan beri, Osmanlı’da, has bahçelerde yetişen renk renk şakayıklara, lalelere, sümbül, karanfil ve güllere ilgi duymaya başlamıştı, hep bahsediyorum burada. 1546 yılında Anadolu’ya gelen Fransız botanikçi ve kâşif Pierre Belon, bu gezi sırasında İznik çini ustalarını da gözlemlemiş ve “ustaların desenleri nakşederken önlerine hep su dolu vazoların içine canlı çiçekler koyduğunu, böylece doğrudan canlı bitkiyi gözlemleyerek desene aktardıklarını” rapor etmiş. 

Ters laleleri anlatırken bahsettiğim, Balthasar van der Ast’ın Flowers, Shells, Butterflie and Grasshoppers/ Çiçekler, Kabuklar, Kelebekler ve Çekirgeler (1640-1650) resmi. Basit gibi görünse de bu buket, insanın kibrine karşı sert bir eleştiri içeriyor. Nergisin ön planda olduğu bu aranjmanda aslında, kendi suretine aşık mitolojik kahraman Narkissus’a atfen, kendini beğenme ve benmerkezciliğe bir gönderme var. Narkissos çaresizce göldeki yansımasına kavuşamayınca, kendine olan aşkının acısına dayanamayıp oracıkta ölmüş; öldüğü yerde sapsarı onun adını taşıyan nergis çiçekleri açmıştı mitolojik hikayeye göre. Çizgili laleler de var bu bukette; onlar da kibir ve narsisizm anlatımını destekliyor. Lalenin hikayesini hatırlayalım; Kanuni zamanında büyükelçi Busbecq soğanlarını almış ve Leiden’de kralın botanik bahçesinde çalışan Carolus Clusius’a götürmüştü. Anna Pavord lale tarihini anlattığı The Tulip kitabında lalenin Leiden’de başta pek fazla ilgi görmediğini, hatta yemek soğanıyla karıştırıldığını, çok daha sonra çiçek heveslisi kişiler arasında statü göstergesine dönüştüğünü söylüyor.  Ama sonra işler çılgınlık boyutuna ulaşır.   "Kırıklı" bir Semper Augustus soğanının neredeyse bir ev fiyatı olan 10 bin florine el değiştirmesine varan bir delilik halidir bu. Fiyat spekülasyonları ekonomik çöküş yaratır ve ardından gelen panikle bütün Hollanda'ya yayılır. Lale işte bu yüzden, gösteriş budalalığını hatırlatmak için en güzel çiçek buketlerindeki müstesna yerini almış olur.

Evet, Louvre’un galerilerinde dolaşmaya devam edelim…Narkissos hikayesinin bir başka versiyonu da bu kez Nicolas Poussin (1594-1665) Triumph of Flora /Floranın Zaferi resminde karşımıza çıkıyor. Bahar tanrıçası Flora tüm kompozisyona hükmeden bir figür olarak arabasında oturuyor, yanında ona eşlik eden ölümlüler ilahi bir emirle çiçeklere dönüşmüş. Arkası dönük duran, zırhını ve silahlarını kuşanmış olan Aias, kalkanıyla ona çiçekler sunuyor. Truva savaşında Akhalarla birlikte savaşan bu kahraman, bir çılgınlık anında kılıcının üzerine atılarak kendini öldürmüştür. Sophokles, tragedyasında, savaş bittikten sonra ününü ömrünün sonuna dek koruyamayan bu büyük adamın dramını anlatır. Aias’ın kanıyla sulanan topraktan kıpkırmızı bir çiçek çıkar. Resimde, Aias’ın arkasında Narkissus, Tanrıça Flora’ya bir sepet dolusu nergis çiçeği sunarken görülüyor.  Ön planda, su perisi Okeanid diz çökmüş kadife çiçeği topluyor; Apollon’a aşkından kadife çiçeğine dönüşen peri, tüm yaşamını Apollon’un sureti olan güneşe yüzünü dönerek geçirir. Bu sahnenin sol tarafında Venüs dans etmek üzere bir adım atmış, arkasında elinde mızrakla Adonis onu takip ediyor. Adonis, bir yaban domuzu tarafından öldürüldüğünde onun kanından anemonlar açmıştı. Elinde de bir sümbül tutar. 

Ovidius, Metamorphosis adlı eserinde şöyle bahsediyor sümbülden: Hyacinthus tanrı Apollon’un can ciğer arkadaşıdır; iki dost bir gün disk atmada yarışırken tanrının fırlattığı disk Hyacinthus’un başına vurunca, delikanlının boynu bir çiçek sapı gibi kırılır; çimenler de al kana boyanır ve onun öldüğü yerde güzel bir çiçek açar; sümbül çiçeğidir bu. Buradaki bütün floral referanslar, Ovidius’un Metamorphosis /Dönüşümler eserindeki episodlara dayanıyor.  Poussin’ın amacı aslında bu hikayeleri olduğu gibi resmetmek değil, mitlerle ilgili kendi kişisel okumalarını ortaya koymak. Bu resimde görünen çiçeklerin trajik kaderlerine rağmen, sanatçı aydınlık, ışıklı bir kanvas yaratarak, baharla gelen sonsuz yeniden doğuşunu alegorik bir dille anlatmayı seçmiş.