"Alırken de haklıydık, kovarken de haklıyız. Zaten biz ne yapsak haklıyız" ahlakını kabullenmek zorunda değiliz.
(Murat Belge'nin bu yazısı T24 internet sitesinden alınmıştır.)
Kelimeler anlatmaları gereken şeyi anlatmaz oldu. Çünkü bir kör döğüşü var. Ya da "sağır döğüşü" diyelim. Kimse karşısındakinin ne dediğini dinlemiyor, sadece, ondan daha yüksek ses çıkarmaya bakıyor. "Demos" kelimesi "demokrasi"nin de etimolojik kökeni, "demagoji"nin de. Bunlar da zaten birbiriyle iç içe girdi.
Bu "yüksek volümlü" kavganın bir fayda getirdiğini sanmıyorum. Saflar büyük ölçüde belirlenmiş durumda, yani kimse kimseyi ikna edemiyor. Şu vakıf ve vergi konusunda adam "Kaçınmak başka, kaçırmak başka" dedi de insanlar ikna mı oldu? "Ha, meğer kaçırmamış, kaçınmış" mı dedi? Ama kendi cephesinden olanlar beğenmiştir: "Ne zekice bir formül buldu" demiş olabilirler. Bu başarıysa, iyi, demek "başarılı" oldu.
Şu günlerin yakıcı konusu bence Batı sınırına yığılan göçmenler. Onların orada neler çektiğini düşünmek bile çok acı. Neler umuyorlar, neler oluyor? Ama bu facia da buradaki, bu düzeydeki polemik savaşında kalemşorlara zekâ gösterisi yapma fırsatı tanımaya yardımcı oluyor.
Tayyip Erdoğan’dan nefret ettikleri için Tayyip Erdoğan ne yapsa onu eleştiren kötü niyetli kişiler varmış. "Suriyeli göçmenleri niçin kabul ettin?" diye eleştirmişler; şimdi de "Suriyeli göçmenleri niçin gönderiyorsun?" diye eleştiriyorlarmış. Bu ne tutarsızlık!
Tayyip Erdoğan’dan nefret eden ve ne yapsa uzun boylu düşünmeden eleştirenler vardır mutlaka. Nefret etme kapasitesini sonuna kadar kullanmakta Tayyip Erdoğan’ın da kimseden aşağı kalmadığını görüyoruz. Onun nefretinin sonuçları da öyle soyut şeyler değil. Kimi hayatını, kimi yıllarını kaybediyor Tayyip Erdoğan’ın duygularının sonucu olarak.
Dünyanın her yerinde siyasette böyle şeyler olur. Siyasette Erdoğan’ın durduğu yerde duran biri de buna hazırlıklı olmalı.
Bu kadar kalabalık göçmenleri niçin buyur ediyorsun? Diye soranlar varmış. Bu soru sorulamaz mı? "İki yüzlü" diye Avrupalıları suçluyoruz. Bu konuda bence hiç de ikiyüzlü değil, tam "tek yüzlü"dürler. Servetlerine ortak çıkacak birilerine hiç tahammülleri yoktur. Suriye olayında da bundan farklı davranmadılar.
Peki, büsbütün anlamsız mı, "Avrupalı" milletinin memleketinde göçmen istememesi? Öyle ise, bundan çekinmek için neden yoksa niçin biz şimdi onları göndermeye bakıyoruz?
Bu memlekette her türlü insan var -olmalı da. Erdoğan’ı sevmediği için ya da gelen Arapları sevmediği için ya da her neyse onun için değişen şiddet derecelerinde itiraz edenler oldu. Ben kendi hesabıma kaçanların buraya alınmasını doğru buldum ve eleştirmedim. Yıllar önce Saddam’dan kaçan Kürtler’e kapıların açılmasını desteklediğim gibi bunu da destekledim.
Ben bulunduğu yerden olanları gözlemleyen bir yurttaşım. Memleketin gidişatı üzerine şöyle ya da böyle sorumluluk almış biri değilim. Öyle biri olsam, "Bu işin sonu nereye varır?" diye düşünmem gerekir. Tayyip Erdoğan öyle sorumluluklar yüklenmiş biri. Ama böyle bir şeyi o zaman düşündüyse de belli etmedi. Kıvançla, "Ben göçmenleri bağrıma bastım, basıyorum" dedi.
Yükü reddetmek değil ama paylaşmak için ciddi bir uğraşa girdiğini hatırlamıyorum. Girmiş ve başaramamış olabilir, çünkü kolay iş değil. Ama, öyle yapılmış olsa, şimdi de "Şunu denedik ama olmadı" denirdi. Erdoğan öyle bir şey söylemedi ama gelenleri yurttaş yapma planlarından bile söz edildi o günlerde.
Şimdi de gönderiyor diye cart curt ediyorlarmış. Burada durum çok daha belirgin: her gün bu son derece acıklı durumu televizyonda seyrediyoruz. Göçmenlerin buraya gelişine, kabul edilişine şiddetle karşı çıkan biri olsam dahi, şimdi buradan gönderilmeleri sahnelerine itiraz edebilirdim. Ederdim. İnsanlık dışı manzaralar. . . Dayanılır gibi değil.
"Gidin" dememişiz de "İsteyen gidebilir" demişiz falan filan. Bunlar da "kaçınmak"la "kaçırmak" kıvamında lakırdılar. Ne olduğu besbelli. Bu arada, "göçmen kabul etme insanlığı" ne oldu, nereye gitti, o da meçhul!
Yani, "Bu göçmen yığılması ülke için altından kalkılması güç bir yük. Buna bir çözüm bulunmalı" diye düşünen biri ("çözüm" de AB’nin bize bu insanları burada tutmak için ödediği haraçtan farklı, daha insani bir şey olmalı), şimdi ekranlarda sergilenen durumları görünce, "Yahu, durun! Bu ne biçim iş?" diye feryat edebilir. Birileri bize "İşte çözüm" diye bu manzaraları seyrettiriyorsa, biz de bu eziyete karşı çıkarız.
"Alırken de haklıydık, kovarken de haklıyız. Zaten biz ne yapsak haklıyız" ahlakını kabullenmek zorunda değiliz.
Uluslararası siyasetten söz ediyoruz. Bu düzeyde "siyaset yapmak", kabul edilebilir ortalamalar üzerinden bir şeyler yapmak demektir. Aşırı uçların birinden öbürüne savrulmak değil. "Devlet adamı" diye anılan kişi de meydanı bu uçlara ve birinden öbürüne savrulmaya bırakmayan kişidir.
Birlikte tatil yaptığın, el ele kol kola poz verdiğin kişi akşamdan sabaha "kanlı katil" olursa, derhal kafası ezilecek bir yılana dönüşüyorsa, dediğim ılımlı ve "makul" yürüme alanı yok demektir. Erdoğan’ın Suriye ziyaretiyle "Arap Baharı" arasında Beşar Esad melekken zebani olmadı. Şimdi her ne ise, o zaman da oydu. Hiçbir zaman iyi bir yönetici olduğunu düşünmedim ne onun ne babasının.
Gidip sarmaş dolaş olanın adam hakkında farklı fikirleri olmalı, diye düşünüyorsunuz. Ne oldu da oradan buraya geldik, anlayamıyorsunuz. Ama anlayamamak da nedense sizin kabahatiniz oluyor.
O düzeyde o yalpalar anlaşılır, kabul edilebilir şeylerse, şu anda göçmenlerin başına gelenler de normal, her şey olması gerektiği gibi yürüyor. Normal olmayan bir tek "Bunlar niçin böyle oluyor?" diye sormak.