15 Temmuz 2007Evrim Alataş
Vaktiyle SHP vardı. Yaşım Erdal İnönü'ye yetiyor. Bir de Cumhuriyet gazetesi. Orada da İlhan Selçuk ile Uğur Mumcu'ya... Tabii o vakitler Malatya'da, biz Alevi Kürtler, Denizlerin uğrak yeri o köyde pek yakından bildiğimizden "devrimciliği", eldekiyle idare etmesini biliyorduk. Köylülüktendir katık kültürü... Yani İsmet Paşa'nın açılışını yaptığı Köy Enstitüsü'nün öğrencileri köylülere Türkçe ile eşvakit marangozluğu, kitap okumayı ve tarımı öğrettiğinden, daha önce de bahsettiğim üzere, komünist olmuştuk. Her ne kadar "k" yerine hâlâ direnç gösterse de o Kürdi harf "q!" Yani "qominist." Köye her gün bir biçimde Cumhuriyet gazetesi girerdi. Seçim dönemlerinde de SHP arabaları... Köyün tepesinde görüldükleri vakit kadınlar ekmeğin arasına kavurma dizer, yolunu keserlerdi arabaların. Devrimci gençler olurdu arabalardan aşağı zıplayan. Kadınlar onları kucaklarına sararlardı. Gençler de Cumhuriyet gazetesini... Çocuk aklıyla, biz ilkokuldayken dahi "bir şiir ezberleyeceksiniz" ödevi veren öğretmene ertesi gün Nâzım Hikmet'in o upuzun "komsomol" şiirini okur, başımızı önümüze sallar, otururduk yerimize. Ve de iddialaşırdık öğretmenlerimizle Cumhuriyet'in köşe yazarlarından "en iyi" kimin yazdığı üzerine. Bir paketti devrimcilik. Memleketin gidişatından memnun olmayıp Cumhuriyet gazetesi takip edenlerin, kış aylarında Hz. Ali'nin cenk hikâyelerini okuduğu köy odasından arada bir toplanıp ilçenin karakoluna götürülüp hayâlarından elektrik verilmesi, toprağa kitap gömülmesiydi. İşte böyle zamanlardı unutmam, ilkokul öğretmenimle tartışırdım "İlhan Selçuk daha iyi yazıyor" diye. O da "Uğur Mumcu" derdi. Düşünüyorum, aslında mesele ben değildim, öğretmenimin aileme benim üzerimden yolladığı mesajdı ya, varsın olsun. Sonra o Trabzonlu öğretmenime okul sonunda tayini çıktığı için İlhan Selçuk'un "Ziverbey Köşkü"nü armağan etmiştim. Hal bu ya, gördüğü işkenceyi anlatıyordu, iyi anlatıyordu, zira bizim köyün bütün erkekleri İlhan Selçuk'tan daha fazla işkence görmüştü. Ama onlar o kadar iyi anlatamamıştı. Gel zaman git zaman büyüdük. Köyü sürekli basan askerlerin, tarlada çalışan babalarımızı, abilerimizi silahın ucu ile dürtükleyerek sıraya dizmelerini, evleri basıp ne varsa birbirine katmalarını ve bir zaman sonra işin renginin başka olduğunu düşünüp, dağa çıkan gençlerin cesetlerinin köyün ortasına atılmasını görerek büyüdük. Büyüdükçe anladık, orada bir Köy Enstitüsü var yakında, bir karakol var bir saatlik yürüme yolunda, bir dil var toprağa gömülmüş, bir kitap var toprakta çürümüş... Yani demem o ki, iş bildiğimiz gibi değilmiş... İlhan Selçuk'un ve Cumhuriyet gazetesinin son bir haftadır MHP'li tartışmalarını izleyince, çocukluğumun bir kez daha sobelendiği hissine kapıldım. Ne kadar büyürseniz büyüyün, orada, geride bıraktığınız o harikalar diyarında aslında çikolatadan ev falan olmadığını, o evin kanserojen madde barındıran bir plastik türünden inşa edildiğini öğrendiğinizde koşup bir tahlil yaptırmaktan çok, uyumak istersiniz. Uyuma isteği çağımı 1990'ların başında bıraktım. Cumhuriyet, sistemi ve gazetesi ile beraber benim için 1990'ların başında uçup gitti. Şimdi, sol nerede başlar, sağ nerede biter diye düşündükçe kaşlarını çatıp, çatır çatır cümleler kuran bir karakter ile çocukluğu sobelenmiş başka bir karakter arasında sıkışmış hissediyorum kendimi. Zira Cumhuriyet'in Köy Enstitüleri aracılığı ile bize öğrettiği o "aydınlanma" denilen kavramın hangi karanlık ile hangi aydınlık arasında nasıl bir volt icra ettiğini bilmiyorum. Benim ilk bildiğim, elektrik eşittir hayâlara verilendir İlhan Selçuk! Çarpar! Öyle anlatmıştın benim çocukluğumdaki Ziverbey Köşkü'nde.
İşkenceciyle barışmak Şimdi çocukluktan çıkıp, titreyip kendime geliyorum. Demiş ki İlhan Selçuk yazısında, "Tüm sağcılar, solcular, ilericiler, gericiler, vaktiyle birbirlerine diş bilemiş ve can yakmış olanlar Cumhuriyet Türkiyesini yaşatmakta buluşacaklardır. Geçmiş geçmişte kaldı, dünden kalma kin güdüleri bugün eskimiş bakkal defterinde veresiye hesabının değerinde bile değil. Kan davası aydınlık ve çağdaş insana yakışmaz... Ben laik Atatürk Cumhuriyeti'nin varoluşu ve bütünlüğü için, dün bana işkence etmiş olanlarla bugün el ele vermeyi yurtseverliğin doğal ve sade gereği sayıyorum." İşkenceci ile barışmak, toplumsal olarak bir mutabakata varıldığında ve yaralar sarılmaya karar verildiğinde uygulanacak en kâmil yöntemdir. Güney Afrikalıların yaptığı gibi... İlhan Selçuk'tan hiç kimse kan davası gütmesini beklemiyor. Derdim 12 Eylül döneminde işkence yapanlar değil. Bir af hali varsa, buyursun Kenan Evren ile bir yüzleşme yaşasın, biz de köylülükten, katık edelim vaziyeti de, idare edelim, toplumsal barış ve huzur sağlanana kadar. Bir örnek olsun elimizde bu can, kan hararetlendirici tablo... Dert bu mu? Yani İlhan Selçuk'un pek cansimidi gördüğü MHP'nin kendisini CHP ile "eşittir" sempatisi içinde tutması mı? Kanıma dokunmadı bu durum. Çünkü ben, o köyümün ortasına cesetler atıldığı vakit attım köprümü Cumhuriyet ile. Çünkü Yunus Nadi dahi Tunceli vaktiyle Dersim iken yazmış: "Hükümet, Tunceli'nin dağ bedevilerine şu gerçeği anlatıyor ki artık gelip geçici sel seferleri yoktur. Ya bu deve güdülecek, ya bu diyardan gidilecektir. Yekpare Türk vatanında küçük bir leke olan orasının adı gibi gelenek ve görenekleri de tarihe gömülecektir" (Ki bir Stockholm Sendromu varsa, İlhan Selçuk ile MHP arasında değil, Tuncelililer ile Cumhuriyet arasındadır. Daha da genişletip Kürt Aleviler diyeyim.) Meydanlarda yağlı urgan sallandıran bir partiyi İlhan Selçuk "kan davası" formatından çıkarıp "kankalığa" sokabilir. Ben her iki kelimenin ortak çıkış noktası olan "kan" ile ilgileniyorum. Kan siyaseti yapmak, kan akıtmaya devam etmek kısmıyla. Yani, İlhan Selçuk ve de milliyetçilerin sopası ile işi kalmamış CHP'lilerin kendi "Güney Afrika" deneyimini yaşama hakkına sonsuz saygı içindeyim. Bir şarkı şartıyla: Hep bir hallı Turhallıyız, biz bize benzeriz... Şimdi Diyarbakır'da bir Alevi-Kürt olarak sesleniyorum, ulaşırsa umuduyla: Affedersin öğretmenim! Çocukluğuma ver... * * * * *
Meclise Ufuk Gerek Aralarında Metin Üstündağ, İbrahim Çiftçioğlu, Sezai Sarıoğlu, Orhan Benli ve Mehmet Güreli'nin de bulunduğu 49 sanatçı, İstanbul 1. Bölge bağımsız milletvekili adayı Mehmet Ufuk Uras'ın "Meclise Ufuk Gerek" kampanyasına katkı için eserlerini bağışladılar. "Tarih boyunca yasak meyve yiyenler kavminden çocuklar olarak, bir yerden 'elmaaaa' diyerek ortaya çıkıp tarihin vicdanına geçmek gerekiyor. Her başlangıcın sonunda 'mutluluğun resminin' yapılamadığını bilen sanatçılar olarak mutlu bir dayanışma tablosu yaratmak istiyoruz" diyen sanatçıların açtığı sergi, 21 Temmuz'a kadar pazartesi hariç her gün 13.00-20.00 arasında Kadıköy KargArt'ta görülebilir.