Barış sivildir!

-
Aa
+
a
a
a

5 Eylül 2006Radikal Gazetesi

Bugün Ahmet İnsel'in yazısını atlamayın. Lübnan'a asker gönderelim mi göndermeyelim mi, savaş bitti mi, yoksa bizi de bulaştırabilirler mi tartışmasına durmuşken ülkemizde nicedir bütün vahşetiyle sürmekte olan seferberlik halini fevkalade anlatıyor. Linç burcundan çıkamıyoruz. Sokaktaki o "öfkeli kalabalık", sırtının gizliden ya da açıkca sıvazlandığını bilmenin verdiği kaygısız gururla ikide bir 'hain' denilen kimi insanları linçe kalkışıyor. Bu olaylar karşısında millet olarak duyduğumuz infial yetersiz kalıyor, yükselttiğimiz ses işitilir olamıyor ki linç girişimleri tekrarlanıyor, linççiler cezalandırılmadığı gibi linç mağdurları sıkı bir gözaltı serüveninden geçip sertçe tembih ediliyor. Gazetemizde İsmail Saymaz'ın haberinden okuduk. 30 Ağustos'ta 'İsrailin askeri olmayacağız' pankartı açan gençlerin başına gelenleri. Rüya Kurtuluş anlatıyor: Bir çevik kuvvet polisi boynuna sarılmış. "Polis, 'Bu vatan haini' deyip fırlattı. Beş polisin içine düştüm. O sırada halk beni yuhalamaya başladı. O ana kadar bir tepki yoktu." Gençler, polisin kendilerini 'öfkeli kalabalık'ın içine attığını, halkı üzerlerine saldırttığını, kurtaracağına kaçmaya çalıştıkça onları kalabalığa ittiğini anlatıyor. Bununla bitse; bunun üstüne Terörle Mücadele Şubesi'ne götürülüp orada da ağır bir dayak yemeleri de cabası. Kimi liberal kalemlerin Lübnan'a asker gönderilme kararını protesto edenlere karşı soğukkanlılıklarını yitirerek şirretleştikleri görülüyor. Onların bu linç ikliminin oluşmasında ne büyük katkıları olduğunu biliyoruz. Daha önce de onları ellerini kirletmeyen gerçek milliyetçiler olarak tanımlamışız: Bu toprakların düşünce tarihinde belirleyici olan, kendini sunma konusunda zamanlama-katmanlanma farklılıkları olmakla beraber hemen her görüşün saçağı altında buluşuverdiği milliyetçilik inşaatıdır. Açıkça ırkçı faşist söylemin dolayında örgütlenenlerin karşısında hep onları insanlığa davet eden 'gerçek milliyetçiler' olur. Onların da milli menfaatler konusundaki kaygılarının dışavurumu pek farklı değildir. O 'gerçek, insani milliyetçiler', o menfaatlerin tehlikede olduğunu sezdiğinde meydanı usulca diğerlerine bırakır. Daha vahşi, daha gözü kara olanlara boyun eğme, onların suyuna gidecek tavra bürünme konusunda bu kadar ustalıklı bir halk daha bulabilmek epey güçtür. Milliyetçiliğin, bir zamanlar şirin bir reklam kampanyasıyla üretilmiş sıfatıyla, 'pozitif' olanı, faşizmin kıyıcılığına, toplu mezarlar ortaya çıkana dek göz yumanlarınkidir. Onlar, suikastçı bir ülkücü tim olsa da Türk'e dokunulduğunda içi yanıp kıyamet koparanlardır. Onlar, Kürt meselesini, Türk ve Kürt milliyetçiliğinin çatışması olarak özetleyip tarafsız kaldığını ilan edenlerdir. Onlar, on yıllardır serpilip devleşmiş milli hassasiyetin sözcüleri olarak ister 'tescilli putkırıcı', ister 'mazbut demokrat' olsunlar, katliam girişimleri karşısında bile 'hırsızın suçu'nu sorgular. Memleketini çok seven, ne kadar eleştirse de yabancıya toz kondurmayan şirin gönül insanlarının ülkesinde bahar zor gelir. .................................... Şimdi devletin o gönüllü müsteşarları, hobici savaş stratejistleri, menfaat muhasebecileri neredeyse 'Ordular! İlk hedefiniz Lübnan! İleri!' diye haykırıyor. Yine bizim anlayamayacağımız derinlikte birtakım hesaplar, birtakım 'yeniden konumlanma', utanmaz bir artıkçılık diliyle 'yeniden nemalanma' programları müjdeliyorlar. Oysa Lübnan'a asker göndermeye çeşitli gerekçelerle karşı çıkan çeşitli görüşten insanın sorduğu birkaç son derece basit soru var. Sözgelimi Barış Gücüne katılırken ilk sorulması gereken soru değil midir? Hangi barış? Ne koşullarda barış? Kimin istediği, kimin uygun bulduğu, kimi koruyacak olan bir barış? Barış Gücü olarak bölgeye asker gönderme taahhüdünde bulunan ülkeler, Lübnan'da açık seçik bir katliam harekatını fütursuzca sürdüren İsrail'e karşı herhangi bir yaptırım uygulayabilmiş midir? Birleşmiş Milletler, şimdiye kadar bölgede bir varlık gösterebildi mi? Şimdiden sonra gösterebileceğinin ipuçları var mı? Kendi görevlilerini onca uyarıya rağmen, dünyanın gözleri önünde bombalayarak katleden İsrail'e karşı hoş karşılanmayan bir sitem dışında nasıl bir yaptırımı oldu? Bu barış, o toprakları kana bulayanların istediği barış. Onların barış tanımı, tam da böyle bir şey. Güçsüzün esir alındığı; hayatına beş paralık değer biçilmediği; kobaylar gibi üzerinde demokrasi deneyleri, ceza-işkenceye direnç deneyleri yapıldığı bir düzenin adı barış, onların kitabında. Amerika ve İsrail'in, barış gücünü desteklerken istedikleri bir barış hakemi değil, BM tarafından meşrulaştırılmış bir suç ortağı. Amerika ve İsrail, çeşitli ülkelerin askerlerinden oluşan gücü, arkalarını toplayacak, gerekirse düşmanına hedef olacak, böylelikle Arap'ın ne kadar vahşi olduğunu görüp taraf olmaya çekilecek suç ortağı olarak istiyor. Barışa asker yollanmaz. Barış sivildir. Gerçekten mazlum olana yardım etmek istiyorsanız asker yollamak dışında bir yol düşünebilmelisiniz. Yanan komşuya yardıma silahla koşulmaz.