Amy Goodman: Burası Democracy Now!, democracynow.org, Savaş ve Barış Raporu. Ben Amy Goodman, Juan González ile birlikteyim.
Gazze'nin kuzeyine 200 ton gıda götürmeye çalışan bir Birleşmiş Milletler gıda konvoyu, bugün İsrail ordusu tarafından geri çevrildi. Dünya Gıda Programı’na göre, 14 kamyondan oluşan konvoy, İsrail ordusu tarafından geri çevrilmeden önce Gazze'nin merkezindeki Wadi Gaza kontrol noktasında üç saat bekletildi ve daha sonra güya 'yiyecekleri yağmalayan' çaresiz insanların oluşturduğu büyük bir kalabalık tarafından durduruldu. 29 Şubat'ta İsrail güçlerinin Gazze'nin kuzeyinde yardım almak isteyen Filistinlilere defalarca ateş açtı ve bu kanlı saldırıda en az 119 kişi hayatını kaybetti.
Gazze'de açlık felaket boyutlarına ulaştı. Filistin Sağlık Bakanlığı bugün yaptığı açıklamada, yetersiz beslenme ve susuzluktan ölenlerin sayısının 18'e yükseldiğini belirterek, "Kıtlık derinleşiyor. Saldırı durdurulmaz, insani ve tıbbi yardım derhal sağlanmazsa binlerce cana mal olacak," dedi. Çocuklar, hamile kadınlar ve kronik hastalığı olanlar en savunmasız gruplar.
Bu arada İsrail bombardımanı devam ediyor. Bugün Refah, Han Yunus, Deyr el-Belah gibi Gazze Şeridi'ndeki birçok şehre bombardıman ve hava saldırıları düzenleniyor. Son beş ay içinde Gazze'de en az 30 bin 700 Filistinli öldürüldü, 72 binden fazlası da yaralandı. Neredeyse tüm nüfus evlerinden oldu.
Daha fazla bilgi almak için Mısır'ın başkenti Kahire'ye gidiyor ve burada Filistinli romancı, şair ve aktivist Susan Abulhawa ile buluşuyoruz. 32 dile çevrilen ve Filistin edebiyatında bir klasik olarak kabul edilen ilk romanı Mornings in Jenin ile uluslararası ün kazanan Abulhawa, birçok kitabın yazarı. Kendisi ayrıca 'Playgrounds for Palestine’ adlı çocuk kuruluşunun kurucusu ve eş-direktörü, Palestine Writes adlı edebiyat festivalinin yöneticisidir. İki hafta kaldığı Gazze'den yeni döndü ve şu anda Kahire'de bulunuyor.
Susan, Democracy Now!'a hoş geldin! Bize gördüklerini anlatabilir misin lütfen? Şöyle yazmışsın: "Bazı insanlar açlıktan ölmek üzere olan başıboş kedi ve köpekleri yiyorlar. Bu hayvancıklar, İsrailli keskin nişancıların dürbünlerinin görüş alanına girmeye cesaret edince vurulmuş insanların sokak ortasında bırakılmış ceset kalıntılarıyla besleniyorlar. Yaşlı ve zayıf olanları açlık ve susuzluktan çoktan öldü." Bize seyahatini anlatır mısın?
Susan Abulhawa: Yazımın okuduğun kısmı, kimsenin gitmesine hiç bir şekilde izin verilmeyen kuzey bölgesiyle ilgili. Kuzeye gitmeye çalışmak intihar demek. Tanklar ve keskin nişancılar konuşlandırılmış; oraya ulaşmaya çalışan herkesi öldürüyorlar. Sizin de şimdi söylediğiniz gibi, yardım kamyonları da içeri giremiyor. Kasıtlı olarak durduruluyorlar. Bu resmen, bile bile insanları açlığa mahkum etmek demek. Ben önce güneyde, Refah'taydım. Khan Younis'e, Nuseirat'a ve orta bölgedeki birkaç yere daha gidebildim ama oralar da gittikçe daha tehlikeli hale geldi.
Sahadaki gerçek durum, Batı'da gördüğümüz en kötü video ve fotoğraflardan çok daha kötü. İnsanlar evlerinde toplu halde diri diri gömülüyor, cansız bedenleri paramparça ediliyor; hep gördüğümüz bu tür video ve görüntülerin ötesinde, yaşam günden güne çekilmez hale geliyor. Bir zamanlar çok iyi işleyen gururlu bir toplum, günlük içme suyu bulmak ve ekmek yapmak için un peşinde koşmak gibi en ilkel ihtiyaçlara muhtaç edilerek aşağılanıyor. Refah'ta da bu böyle.
Refah'taki insanlar size açlıktan ölmedikleri için kendilerini ayrıcalıklı hissettiklerini söyleyeceklerdir, kuzeydeki aileleriyle, yani ulaşabildikleri aileleriyle - çünkü İsrail iletişimin %99'unu kesmiş bulunuyor – ancak orada kalanların dahiyane yollarla kurdukları iletişim kanallarıyla haberleşebiliyorlar. Ancak kuzeydeki çoğu insanın olup bitenler hakkında hiç bir fikri yok. Aslına bakarsanız, bir noktada - eminim hepiniz Facebook'tan Bisan Owda'yı tanıyorsunuzdur. Bana, Khan Younis ile orta bölge arasındaki geçilmesine izin verilmeyen sınıra sık sık gittiğini söyledi. Orada bir yardım kamyonu bir şekilde sınırı geçince üzerine ateş açılmış. Savaşın bittiğini ve insanların kuzeye döndüğünü sanan kalabalıklar ona doğru koşmuşlar. Yani, kuzeydeki insanların çoğu karanlıkta ve aç. Nasıl iletişim kuracaklarını, nereden yiyecek bulacaklarını bilme imkanları gerçekten hiç yok.
Ve, inanın, sahada duyduklarımız gerçek ötesi - distopik. Refah'ta ve bazı orta bölgelerde şahsen tanık olduğum şeyler akıl almaz. Buna holokost diyorum - ve bu kelimeyi hiç de hafife almadan kullanıyorum. Evet, tam anlamıyla bir holokost bu.
Juan González: Susan Abulhawa, ben -
S.A.: İnsanlardan duyduğum hikayeler - pardon, buyurun.
J.A.: Evet, hayır, Susan, sana sormak istiyorum - makalende şöyle diyorsun, "Bir yerden sonra pisliğin onursuzluğu kaçınılmazdır. Ateşkesi beklerken bile sadece ölümü beklersiniz. Ama insanlar ateşkesten sonra ne yapacaklarını bilmiyorlar." Bu konuda bir şeyler söyleyebilir misiniz, ateşkes olsa bile...
S.A.: Tabii ki...
J.G.: ... insanların ülkelerini yeniden inşa edebilmeleri açısından, şu anda karşı karşıya oldukları yıkımın ölçüsüne bakarsak?
S.A.: Demek istediğim, insanlar bu hallere düşürüldü. Şu anda tek umutları bombaların durması. Tabii ki herkes geri dönmek istiyor. Evlerine bir çadır kurup bir çıkar yol bulmaktan bahsediyorlar. Ama pek çok insan da ülkeyi terketmeye çalışıyor. Yani bir beyin göçü var. Bunlar daha çok durumu iyi olanlar, gerekli parayı denkleştirebilenler, başka yerlerde iş bulabilenler, mesleki becerileri olanlar. Çocukları var. Bütün okullar yıkılmış durumda. Üniversite öğrencilerinin gidecek hiçbir yeri yok.
İnsanların başına gelen sadece ölüm, parçalanma ve açlık değil. Bir de kişiliklerinin ve toplumlarının tamamen aşağılanması var. Hiç üniversite kalmadı. İsrail kasıtlı olarak okulları bombaladı ve havaya uçurdu - muhtemelen yeniden inşanın gerçekleşememesi için; toplumun yeniden kurulmasının gereği olan eğitim ve sağlık hizmetlerinin altyapısını, özetle böyle bir inşanın temellerinin atılmasını engellemek için.
A.G.: Susan, holokost hakkında söylediklerine geri dönersek. Ayrıca 'soykırım' terimini de kullandın ve dedin ki, "Soykırım sadece toplu katliam değildir. Kasıtlı bir temizlik harekatıdır." Buradan devam edelim mi?
S.A.: Kesinlikle. Yani, dediğim gibi, İsrail'in Gazze'de en çok yapmak istediği şeylerden biri de insanların hayatlarından geriye kalanları tamamen silmek. Yani, bireysel düzeyde, insanların anılar, fotoğraflar ve yaşamla ilgili her şeyle dolu evleri var. Filistinlilerin genellikle bir kaç kuşağın birlikte oturduğu evlerde yaşadığını bilirsiniz. Biz çok dolaşan bir toplum değiliz. Dolayısıyla her evde aynı aileden birkaç nesil tamamen yok olmuş durumda. Toplumsal düzeyde ise İsrail ibadet yerlerini hedef aldı – eski yeni camiler, kiliseler gibi. Müzeleri, kültür merkezlerini, kütüphaneleri – aklınıza gelebilecek her yeri hedef aldılar. İnsanların hayatlarına dair kayıtların bulunduğu, bu topraklardaki köklerine dair kalıntıların ve izlerin olduğu her yer kasıtlı olarak yok edildi.
Biliyor musun, batı medyasının İsrail'in Hamas'ı hedef aldığından falan bahsetmesi bizim için gerçekten sinir bozucu. Hiç de öyle yapmıyorlar. Sahada olunca daha iyi gördüğümüz gibi, her zaman Filistinlileri yerlerinden etmeyi, yerleşimlerine el koymayı, oraları haritadan silmeyi amaçlıyorlar. Yani gerek şimdi gerekse eskiden, ta 1948'den beri İsrail'in hedefi bu olmuştur. Amaçları her zaman bizi yok etmek, ortadan kaldırmak, öldürmek ve yerlerimizi almak olmuştur. Ve şu anda Gazze'de yapılan tam da budur. 1948'de, 1967'de olan da buydu. Üstelik her yeni Nakba, her yeni tırmanış, bir öncekinden daha büyük. İşte şimdi de bir soykırım ve holokostla daha karşı karşıyayız, çünkü dünya İsrail'in böylesi barbarca davranmasının cezasız kalmasına izin veriyor.
J.G.: Evet, ben de sana sormak istiyordum - dünyanın tepkisinden bahsettin. Beş aydan kısa bir süre içinde Gazze'de ölen sivillerin sayısı, Ukrayna'da iki yıldan uzun bir süredir devam eden savaşta ölen sivillerin sayısından daha fazla ve Ukrayna, Gazze'nin 40 katı nüfusa sahip.
Özellikle Batılı ulusların, Avrupa’nın ve ABD'nin harekete geçmemesi konusunda ne düşündüğünü merak ediyorum.
S.A.: Batı dünyası, ahlaki otoritesini tamamen kaybetti, hiç olduysa tabii. Belki de var sanıyorduk eskiden. Ama bence, yani hep bildiğimiz gibi, soykırımcı sömürgecilerle karşı karşıyayız. Şu andaki durum, bunu dünyanın geri kalanına daha açık gösteriyor. Amerikalılar da kendilerine yalan söylendiğini, yeterli olmasa da, gittikçe daha fazla anlamaya başladılar.
A.G.: Bu konuyu, democracynow.org adresinde yayınlayacağımız tartışmamızın ikinci bölümünde ele alacağız. Susan Abulhawa, Filistinli yazar, çok teşekkürler.
A.G.: Burası Democracy Now!, democracynow.org, Savaş ve Barış Raporu. Ben Amy Goodman, Juan González ile birlikte Gazze'de yaşananlar hakkında sohbetimize devam ediyoruz.
Dünya Gıda Programı, İsrail ordusunu Gazze'nin kuzeyindeki kıtlığı önlemek için gerekli hayati yardımın ulaşmasını engellemekle suçladı. Oradaki sağlık yetkilileri, son günlerde en az 18 çocuğun açlıktan öldüğünü söylüyor. Biden yönetimi, yardım teslimatlarını engellemesine rağmen İsrail'e silah göndermeye devam etme kararını savunuyor. İngiliz The Independent gazetesi muhabiri Andrew Feinberg, Salı günü Beyaz Saray'da ABD Ulusal Güvenlik İletişim Danışmanı John Kirby’ye bazı sorular sordu.
Andrew Feinberg: Başkan Biden'ın İsrail hükümetine, yardıma izin vermezseniz silah sağlamaya devam etmeyeceğiz demesini engelleyen nedir? Bu adil bir alışveriş olmaz mı: Yardım yoksa bomba da yok?
John Kirby: Çünkü Başkan hala, İsrail'in, devam eden Hamas tehdidine karşı kendini savunmak için gereken şeylere sahip olmasının önemli olduğuna inanıyor. Belki bazı insanlar 7 Ekim'de ne olduğunu unutmuş olabilir ama Başkan Biden unutmadı.
A.G.: Daha fazla bilgi almak için, 32 dile çevrilen ve Filistin edebiyatında bir klasik olarak kabul edilen ilk romanı Mornings in Jenin ile uluslararası ün kazanan, pek çok kitabın yazarı Filistinli romancı, şair ve aktivist Susan Abulhawa'yla buluşuyoruz. Playgrounds for Palestine adlı çocuk kuruluşunun kurucusu ve eş-başkanı, ayrıca Palestine Writes adlı edebiyat festivalinin yöneticisi olan yazar, Gazze'de iki hafta kaldıktan sonra oradan ayrıldı; sohbetimizin ikinci bölümü için şimdi Kahire’den bize katılıyor.
Susan, şu anda bu mülakatı dinlerken Amerika’da değilsin. Az önce gerçekleşen konuşma bu. Soru şu: ABD açlık çeken bir halka gıda yardımını engelleyen İsrail’e neden silah veriyor? Sahada gördüklerini ve dışarıdaki insanların görmediğini düşündüğün şeyleri anlatmaya devam eder misin? Özellikle de ABD'nin buna aracılık etmesi ve senin genellikle burada yaşıyor olman nedeniyle, Amerikan halkının Gazze’de neler olup bittiğini nasıl anladığını ve nasıl anlaması gerektiğini anlat bize lütfen.
S.A.: Bence ABD'nin açlık çeken insanlara havadan yardım atmaya çalışması tam bir saçmalık - daha doğrusu bir tiyatro. İnsanları açlığa mahkum eden ve bombalayan İsrail, sınırsız silah ve mali yardım sağladığımız kilit bir Amerikan müttefiki. Bunun için, açlık çeken insanlara havadan birkaç yardım kutusu atmanın saçmalığı, umarım Amerikan halkı tarafından artık anlaşılır.
Yani, bence bu videoyu dinledikten sonra aklı başında veya vicdan sahibi bir insanın İsrail'in hala kendini savunmasından bahsetmesini, bu dilin hala kamusal söylemde konuşulmasını anlaması mümkün değil. Gazze, dünyanın en yoğun nüfuslu bölgesidir ve orada savunmasız bir sivil nüfus yaşıyor. Neredeyse 20 yılı aşkın bir süredir toplama kampına benzer bir yerde hapsedilmiş durumdalar. İşgal altındalar. Bölgenin en güçlü ordusu tarafından defalarca bombalandılar. Ve biz hala bu nükleer gücün kendisini sivillere karşı savunmasından bahsediyoruz. Nasıl oluyor da bu kadar rahat konuşulabiliyor, anlamak mümkün değil.
Bu saçmalık, Batı sömürgeciliğinin kurbanı olan güney yarımküredeki çoğu insan için çok açık bir gerçektir. Ama her nedense, bu retorik Batı toplumlarında hala etkili olabiliyor, gerçi özellikle bilgi edinme konusunda daha sorgulayıcı olan genç kuşaklar için bu durum pek geçerli değil. Sosyal medyadaki yaygın sansüre rağmen, insanlar hala sahadan bazı bilgiler edinebiliyor ve bunun sonucu olarak, Aaron Bushnell'in yaptığı gibi özverili ve dramatik eylemlere rastlıyoruz.
Açıkçası, resmi sözcüler ve seçim politikaları söz konusu olduğunda, siyasi tiyatro olduğunu düşündüğüm şeyleri pek dikkate almıyorum. Ben daha çok değişimin gerçekte nereden kaynaklandığı ve aşağıdan yukarı doğru olup olmadığıyla ilgileniyorum. Üniversite kampüslerinde, kişisel bilgileri internette açıklanarak hedef gösterilmelerine rağmen bazı öğrencilerin ve öğretim üyelerinin durmadan süren protestolarıyla ilgileniyorum. Dünyanın dört bir yanında sokaklara dökülen, yüz binlercesi başkentlere akın eden insanlarla ilgileniyorum. İsrail'i boykot hareketlerindeki insanlarla ilgileniyorum. İlgi odağım, ilgi alanım burası. Bu soykırımı gerçekleştirmekte kararlı görünen ve aynı zamanda gittikçe muhalefetini sertleştiren kamuoyunu bir takım boş laflarla yatıştırmaya çalışan bir yönetici elitten olumlu hiçbir şey beklenemez.
J.G.: Susan, sana sormak istiyorum - bir çocuk kuruluşu olan Playgrounds for Palestine'in eş-başkanlığını yaptın.Bu kuruluşu biraz anlatır mısın? Neden kurdunuz? Ayrıca, Filistin'deki çocukların son beş aydır yaşadıkları inanılmaz travmanın düzeyi ve bu çatışma sona erdikten sonra ihtiyaç duyacakları psikolojik destek ve terapi hakkında bir şeyler söyleyebilir misin? Anlaşılmaz olmalı.
S.A.: Playgrounds for Palestine... Aslında, ben ordayken, çocuklar için bir tür psikolojik ilk yardım olarak pek çok çocuk etkinliğine katkıda bulundum. Travma sadece çocuklar için değil, herkes için korkunç boyutlarda. Özellikle hastanede iyileşmekte olan ya da orada tedavi gören çocuklarına refakat eden pek çok kadınla konuştum. Bana anlattıkları hikayeler Hollywood korku filmlerinden fırlamış gibiydi. Mesela, elimde İsrailli askerlerin, sırtlarına resimler, gülen yüz emojileri, Yahudi Yıldızı vs. kazıdıkları Filistinli erkeklerin fotoğrafları var. Bu kadınlar bana, İsrail askerlerinin yüzlerce kadını yere yatırıp sonra da lazerli silahlarını alarak kahkaha attıklarını ve onlar lazer ışığının düştüğü noktaya varınca ateş ettiklerini anlattılar.
Üç yaşındaki kızının iki bacağı da paramparça olan ve hastanede tedavi gören bir kadınla konuştum. Bu kasıtlı bir olaydı - bir asker tarafından kasten vurulmuştu. Kadının anlattığına göre, askerler önce aileyi, yarım saat kadar onun deyimiyle ‘tank ateşiyle oynatıyorlar’. Sonra oğlunu kafasına kurşun sıkarak öldürüyorlar, daha sonra da kızının başına bu olay geliyor.
Hastanelerden yürümek zorunda bırakılan insanlar, ağır yaralılar, güvenli bir yere ulaşmak için saatlerce yürümeye zorlanan insanlar... Evlerinden kaçan ve güneye gitmeye çalışan çocuklar... İnsanlar elleri havada, kimlikleriyle yürümek zorunda bırakılıyor ve eğer aşağı bakmaya ya da bir şey almaya cesaret eden çıkarsa hemen keskin nişancılar tarafından vuruluyor.
Bana neler neler anlattılar... Sekiz yaşlarında küçük bir kızla konuştum, yüzü fena halde yanmıştı ama ailede yarası en hafif olan oydu. Ailenin tamamının vücudunda üçüncü derece yanıklar vardı, bana anlattığı kadarıyla. Bir çocuk bu travmadan nasıl kurtulur bilemiyorum.
Bir hastanenin doğum koğuşunda bulundum; burada ya kimlikleri bilinmeyen ya da bilinmekle birlikte aileleri artık yaşamayan ya da onlara ne olduğunu kimsenin bilmediği yeni doğmuş bebekler vardı. Hemşireler ve doktorlar çok fazla çalıştıkları ve çok yorgun oldukları için, bu yeni doğanlar onları beslemeye gelenlerin dışında hiçbir insan eli değmeden günde 24 saat haftada yedi gün kuvözlerde kalıyorlar. İnsanlar hastanelerden yaraları tam iyileşmeden taburcu ediliyor ve temiz suyun ve uygun hijyenin olmadığı çadırlara gidiyor, korkunç enfeksiyonlar kapıyor ve sepsis nedeniyle ölüyorlar.
Sahilde yaşam... Bilirsiniz, sahil eskiden Filistinlilerin çok sevdiği, eğlenmek ve aileleriyle birlikte olmak için gittikleri bir yerdi. Şimdi ise oraya gitmek tam bir işkence, çünkü kumların üzerine çok sayıda çadır kurulmuş ve her şeyin içinde kum var. İnsanların derileri kavruluyor. Çocuklar güneş ve kumdan yanakları çatlamış halde dolaşıyor. Yedikleri her lokmada da kum var.
Refah'a gelen yiyecekler çoğunlukla konserve. Ve bunların çoğu - sanırım bunu daha önce sen de ima ettin ve zaten ben de gördüm ve tattım - onlarca yıldır raflarda durmuş şeyler. Ve tadabileceğiniz tek şey, gerçekten, konservenin ekşimiş metalik tadı.
Gazze’deki bu insanlar günlerini, yüzlerce başka aile tarafından paylaşılan tek bir banyoya ulaşmaya çalışmak için planlıyorlar. Hijyen konusunda ellerinden geleni yapıyorlar ama bu imkansız. Ve insanlar pislik içinde yaşamaya boyun eğince de, sanırım Batılılar Siyah ve Esmer insanların çoğunun bu şekilde yaşadığını düşünüyorlar. Bu yüzden aslında pislik içinde yaşamadığımızı açıklamak zorunda kalmak oldukça aşağılayıcı. Ve aylarca bu şekilde yaşamaya zorlanmak, çocuklarınızı korumanın, onlara umut vermenin, korkularını yatıştırmanın hiç bir yolunun olmaması, hayal edemeyeceğiniz kadar aşağılayıcı.
Çadırlarda mahremiyet yok, çünkü aileler için yeterli sayıda çadır yok. Yani aileler aslında birbirinden ayrılmış durumda; bir çadırda onlarca kadın varken, diğerinde onlarca erkek. Bu yüzden eşler desteğe en çok ihtiyaç duydukları gecelerde birbirlerine sarılamıyorlar bile. Çocuklar, ebeveynler ve yaşlılar için toplu halde travma yaratan işte bu ayrıntılardır.
İnsanların ilaçları yok. İnsanlar insülin eksikliğinden ölüyor, İsrail insülinin Gazze'ye girmesini yasakladı. Ve ishalden ölüyorlar, çünkü kirli su içiyorlar ve İsrail ayrıca su arıtma, su filtreleme sistemlerini, hatta el tipi olanlarını, Amerikalıların kampa gittiklerinde kullandıkları basit kişisel su filtreleme sistemlerini bile yasakladı.
Senin anlayacağın, Amy, tam bir toplumsal çöküş. Bunun da ötesinde, Refah'ta bile her gün bombalanıyorlar. Ben oradayken, bomba sesi duymadığımız tek bir gece bile olmadı ve en azından bir tanesi, içinde bulunduğum binayı sallayacak kadar yakındı ve binamızın gerçekten vurulduğunu düşündük ama bizim binanın hemen yukarısına düşmüş. Bir defasında da, az önce ziyaret ettiğimiz hastanenin yanındaki bir çadır bombalanmıştı. Bir çadırı bombaladılar. Bu çadır Bisan Owda'nın bulunduğu çadırın bitişiğindeki çadırmış. Oturmuş yemek yiyorlarmış. Yerde oturmuş yemek yerken şarapnel kafalarının üzerine gelmiş.
Orada günlük hayat işte böyle. Herkes ölmeyi bekliyor, sevdiği insanları kaybetmeyi bekliyor. Ve kaybediyorlar da. Bir şey daha farkettim - İnsanlar başlarına gelenleri veya gördüklerini anlatırken sanki o olayı kendileri yaşamamışlar ya da görmemişler gibi, duygularını bir kenara bırakıyorlar. Bir tür uyuşma hali içindeler gibi. Sanırım bu bir tür savunma mekanizması. Bu yüzden, savaştan sonra nefes alma şansları olduğunda, bu şeytanlıkların, bu dehşetin, bu travmanın başka bir felaket katmanı olacağını, nesillerin kaybolacağını düşünüyorum.
A.G.: Susan Abulhawa, Refah'ın bombalandığını söylüyorsun. Bu Pazar Ramazan başlıyor.Sözde ateşkes görüşmeleri devam ediyor ama İsrail Başbakanı Netanyahu Refah'ı topyekûn işgal etmekle tehdit etmeye devam ediyor. Bu oradaki durum için ne anlama geliyor?
S.A.: Ne bekliyordun ki Amy? Yani, yaklaşık bir buçuk milyon insanın küçücük bir alana tıkıştırıldığı bir kara saldırısında çırpındıklarını düşün - sanırım Heathrow Havaalanı büyüklüğünde olduğu söylenen bir alan. Gazze'de sokağa çıktığınızda her yer tıklım tıklım. Sanki Amerika'daki kitle konserlerinde görebileceğiniz türden bir kalabalıkla karşı karşıyasınız. 7 gün 24 saat. İnsanların zar zor yürüyecekleri bir yer yok. Arabayla bile bir blok gitmeniz 20 dakika sürüyor, çünkü yaya trafiği, eşek trafiği, at trafiği ile başetmek zorundasınız. Her yer tıklım tıklım, tamamen tıkış tıkış.
Bir başka konu da şu - kiralanabilecek bazı daireler var, ama insanlar daire kiralamaktan korkuyor, çadırda kalmayı tercih ediyorlar, çünkü ne olacağını bilmiyorlar, endişeleniyorlar - bilirsiniz, binaların bombalanması çadırların bombalanmasından daha büyük ihtimal. Gerçi çadırlar da bombalanıyor ya... İşte bunlar insanların yapmaya zorlandıkları seçimler...
Evet, bilmiyorum - size başka nasıl bir resim çizebilirim bilemiyorum ama bu tam bir holokost. Daha önce gördüğüm hiç bir şeye benzemiyor. 2002 yılında İsrail Jenin'de katliam yaptığında oradaydım ve o zamana kadar gördüklerimin en kötüsü olduğunu düşünmüştüm. Şimdi yaşanan ise benim şahsen tanık olduğum veya bir Hollywood korku filminde gördüğümden bile çok daha kötü.
Sadece dışarıda yürürken bile hissedersiniz... Her şeyden önce, tek bir renk vardır. Gri. Sefil bir gri. Sanki insanların yüzlerine de sürülmüş bir gri, çünkü yıkanamıyorlar. Artık benzinleri yok, bu yüzden şu iki maddeden birini kullanıyorlar - Biri solaar dedikleri bir kirli benzin karışımı. Diğeri 'searage' denen bir tür yemeklik yağ. Searage bu ikisinden ucuz olanı ve arabası olanlar daha çok bunu kullanıyor. Bu yakıt acayip bir koku yayıyor. Koku her yana yayılıyor. Ayrıca insanlar bunun dumanını soluyunca madde akciğerlere yapışıyor. Bu nedenle, gelecekte ciddi akciğer hastalıkları ortaya çıkacaktır. Yıkımlardan kaynaklanan ve bir türlü çökmeyen bir toz ve moloz bulutu var ve siz de bunu soluyorsunuz. Sokakta yürürken havanın ağırlığını hissediyorsunuz. Bunu başka nasıl tarif edebilirim bilmiyorum ama nefes almak çok zor. Bunu hem gerçek anlamda hem de mecazi anlamda söylüyorum. Ve sonra, biraz soluk almak için okyanusa gidersiniz, ama sefalet orada da var.
A.G.: Sizi en çok ilgilendiren şeyin tabandan gelen aktivizm olduğunu söylediniz, ister dünya çapında ister burada ABD'de olsun, insanların direnmek için sahada neler yaptıkları. Pennsylvania Üniversitesi Başkanı Elizabeth Magill, antisemitizmle ilgili sorulara verdiği yanıtlar ve Kongre önündeki tartışmalı sözleri nedeniyle Cumhuriyetçilerin yoğun tepkisine maruz kalmış ve Aralık ayında istifasını açıklamıştı. Bunu sormak istiyorum. Magill, kampüste yapılacak Palestine Writes Edebiyat Festivalini iptal etmeyi reddedince üniversitenin önemli bağışçıları, Eylül ayından bu yana Magill'in istifasını talep ediyordu. Sen o festivalin yöneticisiydin. Magill istifa etmek zorunda kaldı. Hemen sonra onun istifasını duyuran üniversite Mütevelli Heyetinin başkanı da istifa etti.Tüm bu tartışmalardan bahsedebilir misin? Bu olaylar 7 Ekim'den önce başlamıştı.
S.A.: Doğru. Düşünsene, bir edebiyat festivali için bu kadar gürültü kopardılar. Açıkçası, biz Filistinliler için çok güzel bir etkinlikti. Diasporamızdan, Filistin'in her yerinden, '48'den, '67'den, Gazze'den, Kudüs'ten, Lübnan'daki kamplardan, Ürdün'den, Arap dünyasının diğer bölgelerinden, Amerika Birleşik Devletleri'nden sanatçılar ve yazarlar Nakba'dan bu yana ilk kez tek bir yerde toplanabilmiştik. Hepimiz için son derece mutlu bir andı. İnsanlar ağladı. Daha önce hiç böyle bir buluşma görmemişlerdi, yaşamamışlardı.
Gelen dostlarla Tatreez dediğimiz geleneksel elişlerinden eşcinsel edebiyata kadar her şey hakkında konuştuk. Yazarlarla söyleşiler yaptık ve kitapları hakkında konuştuk. Çocuk programlarımız oldu. Yemek ve mutfak mirası hakkında konuştuk. Harika bir fotoğraf ve sanat sergisi vardı, bizim ve Filistin'deki atalarımızın hayatlarından fotoğraflar fotoğrafçılığın başlangıcına kadar uzanıyordu. Hepimiz için gerçekten inanılmaz güzel anlardı. Üniversite binalarının duvarları arasında muazzam bir sevgi seli oluştu.
Öte yandan dışarıda, haftalardır bize yöneltilen olağanüstü bir nefret kampanyası olduğundan da haberdardık. Festival sırasında, kampüste dolaştırılan dijital bir billboard vardı; ben de dahil, konuşmacılarımızın çoğunun fotoğrafları şeytani renklerde gösteriliyor, bizler için cihatçı, Nazi ve diğer aşağılayıcı sözler söyleniyordu.
Festivalden sonra Liz Magill'in istifasını isteyen mütevelliler arasında en yüksek sesle konuşan Marc Rowan bir milyarder. Ekonomi gazetecilerinden duyduğum kadarıyla ona iş dünyasının Deccal'i deniyormuş. Her neyse, bu adam ulusal televizyon programlarında konuştu ve festival hakkında yalanlarla dolu köşe yazıları yazdı. Örneğin, bizim Yahudi soykırımı çağrısında bulunduğumuzu öne sürdü. İçeride kayıt yapan adamları olduğunu hepimiz biliyorduk. Bunu tahmin etmek zor değil, bize bunu Malcolm X öğretmişti. Açılış konuşmamda da bundan bahsettim. Bizi izlemeye gelen herkesi memnuniyetle karşıladım. Ama yine de böyle bir iddiaya destekleyecek tek bir kanıt gösteremediler, çünkü bu tamamen yalandı.
Onlar bu yalanları söylemeye devam ederler ve kimse onlara karşı çıkmazsa yalanlar gerçekmiş gibi algılanmaya başlar. Hatta Marc Rowan bizim festivali 7 Ekim'e bağlamaya çalışacak kadar ileri gitti. Yani, bu iğrenç, ama Siyonist propaganda böyle bir şey. Bunun bir benzerini kafası kesilen 40 bebek yalanında da gördük. Bildiğiniz gibi, bir de toplu tecavüz yalanı vardı; neyse ki bu yalanlar dikkatli insanlar tarafından paramparça ediliyor. Yine de bu yalanların ardı arkası kesilmiyor. Ancak duydukları her şeyi sorgulayan sorgulayan genç nesilden umutluyum. Onlar yaşlı kuşaklar gibi her duyduklarına inanmıyor, önce sorguluyorlar.
A.G.: Gazze'ye yanında bavullarla gittin. Neler götürdün anlatır mısın? Orada bir de yazı atölyesi düzenledin. İnsanların anlattığı hikayelerden bahseder misin?
S.A.: İlaçlardan çocuk bezlerine, adet pedlerine, hijyenik mendillere, vücut mendillerine, sabuna, şampuana, işitme engelliler için işitme cihazı pillerine kadar pek çok şey götürdüm; özellikle de iletişim kurmayı öğrenirken bir işitme cihazına bağımlı olan ve bu olmadığı için de gerileyen çocuklar için. Kahve götürdük. Bu çok makbule geçti. İnsanlar aylardır kahve içmemişti. Sanki onlara bir kutu altın vermişim gibi geldi. Götürebileceğim her şeyi götürdüm ve Gazze'den sadece sırtımdaki kıyafetlerle ayrıldım, çünkü elimdeki her şeyi verdim, çünkü ihtiyaç bu kadar büyük. İnsanlar kelimenin tam anlamıyla sadece giydikleriyle evlerinden kaçabilmişler. Bavullarını alabilenler ise ya çok ağır geldiği ya da askerler izin vermediği için onları yolun kenarında bırakmışlar.
Fiziksel ihtiyaçlar hakkında daha çok konuşuruz doğal olarak, çünkü bunlar hayati ihtiyaçlardır - su, yiyecek, barınak gibi. Ama bir de psikolojik ve entelektüel ihtiyaçlar var. Yani biz sadece fiziksel varlıklar değiliz. Gazze'deki insanlar potansiyellerine ulaşmak istiyorlar. İsrail'in daha önce Gazze'yi bu noktaya getirmek için gösterdiği tüm çabalara rağmen. Bunu daha önce de açıkça söylediler. Biliyorsunuz, şu anda Gazze'de uygulanan kuşatma Filistinlilerin toplumsal olarak geriletilmesini amaçlıyordu. Filistinlileri diyete sokmaktan vs. bahsediyorlardı. Ancak tüm bu kısıtlamalara, bombalamalara rağmen Filistinliler bina yapmanın, üniversiteye gitmenin, öğrenmenin, iş kurmanın ve iş sahibi olmanın yollarını buldular. Ve bence İsrail bundan nefret ediyor. Kesinlikle nefret ediyorlar. Ve bence onları bu tür bir nefrete iten şeylerden biri de bu. İsrail toplumunun Filistinlilerin acı çekmesini keyifle seyretmesi de bunun bir parçası.
Yazma atölyesini bir grup gençle gerçekleştirdik. Hepsi de öyle ya da böyle yaratıcı insanlardı. Anlattıkları hikayeler korkunçtu. Onlar yanında bir mahcubiyet duygusu hissetmekten kendimi alamadım. Bunu makalelerden birinde de söyledim. Dayanılmaz acılara katlanmış, yine de cömert ve nazik olmayı bırakmamış bu insanların karşısında insan kendini küçük hissediyor. Bu kolyeyi ve bu el yapımı mücevherleri, ısrarla bana veren insanlardan, hiç bir şeyi olmayan, her şeyini kaybetmiş ama bir şekilde onurlarını, cömertliklerini ve misafirperverlik alışkanlıklarını korumuş insanlardan aldım. Bu insanı gerçekten mahcup ediyor.
Yazma atölyesi iki günlük bir etkinlikti ve her gün dört saat sürüyordu. İlk gün çalışma, yazma alıştırmaları yapma ve yazma sanatı hakkında konuşma şeklindeydi. İkinci gün ise hikayeleri geliştirdik. Yazdıklarının seviyesi beni çok şaşırttı. Bunların bir koleksiyonunun editörlüğünü yapmayı dört gözle bekliyorum çünkü bu anı, onu yaşayan Gazze halkının anlatması gerektiğini düşünüyorum. Başkaları değil onlar yazmalı, benim gibi başka Filistinliler bile değil. Amacım, hayatım boyunca edindiğim araçları onlara vererek yaşadıklarını dünyanın geri kalanına anlatmalarını sağlamak ve bu kitabı onlarla birlikte hazırlamak için sabırsızlanıyorum.
A.G.: Ve son olarak Susan, tıp camiasından, sağlık çalışanlarından bahseder misin? Sen ünlü bir romancısın ama aynı zamanda tıp ve bilim geçmişin de var. Hastanelerin, ambulansların bombalanmasının sağlık çalışanları, doktorlar, hemşireler, sağlık görevlileri üzerindeki etkisini anlatır mısın?
S.A.: Yaşananların çoğunun yükünü onlar çekiyor. Bir çok doktor ve sağlık yöneticisi de çadırda yaşamak zorunda kalmış. Gazze'ye yardım görevlisi olarak gelen yabancılar için güvenlik ve temiz su vs. temin edebilen bazı STK'lar dışında kimsenin yaşayabileceği alanlar yok. Gazze'deki doktor ve hemşirelerin bir çoğu aylardır maaş alamıyor ama yine de işe gidiyorlar. Bitkin durumdalar. Moralleri bozuk. Her biri aile üyelerini, arkadaşlarını ve komşularını kaybetmiş. Büyük çoğunluğu yerinden edilmiş, hatta evini de kaybetmiş. Hepsi öyle ya da böyle şaşkın, sadece bu günleri atlatmaya çalışıyor ve ateşkes için dua ediyorlar.
Dediğim gibi, ateşkes şu anda insanların en çok istediği şey gibi görünüyor. Özellikle de Ramazan ayı yaklaşırken bu beklenti daha da keskinleşiyor. İsrail'in Ramazan boyunca bombalamaya devam edeceği fikri için 'hayal bile edilemez' demek isterdim ama o eşiği çoktan aştık. Dil gerçekten yetersiz, felaketin büyüklüğünü anlatmakta yetersiz kalıyor. Gördüklerimin bu dehşetin sadece küçük bir kısmı olduğunu vurgulamak istiyorum.
A.G.: Susan Abulhawa, Filistinli romancı, şair, aktivist, 32 dile çevrilen ve Filistin edebiyatında bir klasik sayılan uluslararası bir best-seller olan ilk romanı Mornings in Jenin de dahil olmak üzere bir çok kitabın yazarı. Bir çocuk kuruluşu olan Playgrounds for Palestine'in kurucusu ve eş-başkanı. Ayrıca, Palestine Writes Edebiyat Festivali'nin yöneticisi. Gazze'de iki hafta geçirdikten sonra oradan ayrıldı ve bizimle Kahire’den konuşuyordu. Ben Amy Goodman, Juan González ile birlikteyim. Bizi dinlediğiniz için teşekkür ederiz.
* Amy Goodman'ın Democracy Now!'da Susan Abulhawa ile gerçekleştirdiği 'Back from Gaza, Palestinian Writer Susan Abulhawa Says “Language Is Inadequate” to Describe Horror' adıyla yayımlanan röportajı Akgül ve Cahit Baylav tarafından çevrilmiştir.