Filistin: Asrımızın Ahlakî Meselesi

-
Aa
+
a
a
a

Ödüllü gazeteci Aaron Maté tarafından tanıtılan Chris Hedges ve Gabor Maté, 'Zamanımızın Ahlakî Meselesi' Gazze'yi ele alırlarken, iki yönlü tartışmaya giriyorlar ve izleyicilerden gelen soruları da yanıtlıyorlar.

""

Aaron Maté: Sağolun. Burada olan, evlerinden izleyen herkese çok teşekkürler. Bu geceyi mümkün kılan herkese takdirlerimi kısaca tekrarlamak istiyorum. Let's Give a Damn podcastinden Nick Laparra, Mekke'den Hiba Abu Baker ve Patrick O'Neill. Bu geceyi mümkün kılmak için gösterdiğiniz özverili çabalar için çok teşekkür ederim. Ayrıca tüm tüm gönüllülere de teşekkür ederim. Daha önce performansını izlediğimiz Mona Miari'ye de teşekkür ederiz. Teşekkürler, Mona. 

Bu geceye, bariz sebeplerden dolayı, “Filistin: Asrımızın Ahlakî Meselesi” adını verdik. İnsanlık tarihinin en kötü suçlarından birini, soykırımı yaşıyoruz. Ve bu, özellikle Batı’da yaşayan bizler için ahlaki bir mesele, çünkü bu soykırım bizim hükümetlerimizin desteğiyle sürdürülüyor.

Ve bu gece, Filistin adına çok uzun zamandır sesini yükselten ve başta ben olmak üzere pek çok kişiye onların izinden gitme konusunda ilham veren iki kişiyi konuk ettiğimiz için son derece minnettarım; Chris Hedges, Kahire merkezli Orta Doğu Bürosu şefliği de dahil olmak üzere yıllarını yurtdışında The New York Times'ta habercilik yaparak geçirmiş deneyimli bir gazetecidir. Chris Hedges'i ilk kez 2001 yılında Harper's Magazine için “A Gaza Diary/Gazze Günlüğü” adlı çığır açıcı bir makale yazdığında duymuştum. Chris, bu, İkinci İntifada'nın en yoğun dönemindeydi. 2001 yılı. Ve Chris Gazze’ye giderek, sadece tanık olduklarını raporladı ve İsrail işgal rejiminin zalimliğini ve Gazze’deki Filistinli çocukların ölümcül şekilde vurulmaları da dahil olmak üzere sadizmini tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Ve Chris'in imzasını gördüğümde bir New York Times gazetecisinin bunu yazarken ne yaptığını düşündüğümü hatırlıyorum. Çünkü New York Times'da, gördüğümüz gibi, şimdi de bildiğimiz gibi, bu konuda yazmanıza izin verilmiyordu. Filistinlileri oldukları gibi insan olarak tasvir etmenize izin verilmiyordu. İsrailli işgalcinin gerçekliğini göstermenize izin verilmiyordu. Ancak Chris açıkça kariyerine öncelik vermeyen biriydi. Gerçeği ilk sıraya koyuyordu. Ahlakı ön plana koyuyordu. Ve bunun bedelini Harper’s dergisinde o yazıyı yazdıktan sonra ödedi — ki aslında bunu New York Times’taki tatili sırasında yazmıştı — New York Times, ona bir daha Orta Doğu hakkında yazma yasağı getirdi. Ve kaderi, birkaç yıl sonra Irak Savaşına karşı çıktığında kesinleşti — ki bu da New York Times’ta asla yapılmaması gereken bir diğer şeydi. Ve çok geçmeden Chris temelde ayrılmak zorunda bırakıldı. Bu yüzden o, özellikle gazeteciler için, pek çoğumuza gerçeği söylemenin bir bedeli olduğunu gösteren bir örnek. Dürüstlüğün bir bedeli var, ama aynı zamanda büyük ödülleri de. Ve Chris, tavizsiz gazeteciliği sayesinde vicdan sesiyle dünyanın dört bir yanındaki insanlara ulaşmayı başardı. Ve bu, işgal altındaki Filistin'de hayatta kalma ve direnişi anlatan The Genocide Foretold (Önceden Haber Verilen Soykırım) adlı yeni kitabında da ifade ediliyor. Bu yüzden Chris bu gece burada bizimle olduğu için çok minnettarım.

Babam Gabor, çok genç yaşlardan beri Filistin hakkında sesini yükseltiyor. 1967'de İsrail ve Siyonizm hakkında kendisine söylenenlerin çoğunun yalan olduğunu anladığında 23 yaşındaydı. Ve o zamandan beri, sonucu ne olursa olsun gerçeği söylemeye çalışıyor. Babamın Filistin hakkında gerçeği anlattığına dair en erken anılarımdan biri 1989 yılına dayanıyor. İşgal altındaki toprakları ziyaret eden bir heyetin parçası olarak ilk kez Filistin’deydi. Ve radyoda onun bu konuda konuştuğunu duydum. Bu, benim için çok etkileyici bir deneyimdi. Onu ağlarken duydum; gördükleri karşısında nasıl ağladığını anlatıyordu. Hafızamda kalan, onun sadece tanık olduğu şeyler için değil, o dönemde ilk İntifada’ya karşı sert önlemler alan İsrail işgalinin acımasızlığı için de ağladığıdır. 

Ama aynı zamanda halkı ve Nazi işgali altındaki Almanya'da yaşadığı soykırımın, bugün soykırıma dönüşen Filistinlilere yönelik baskıyı meşrulaştırmak için kullanılmasına da ağlıyordu. Bu yüzden, onun da burada bizimle konuşuyor olmasından dolayı çok minnettarım. Şimdi, o röportajdan bir klip çalacağım ve babamla Chris de dinleyebilsin diye yanımıza alacağız. Gabor Mate ve Chris karşınızda olacak.

Yani 1989 uzun zaman önce olduğu için klibi geliştirmek için yapay zekayı kullanmak zorunda kaldık. Yani Gabor'un sesi artı yapay zeka. Ve sadece onun bir kısa bir bölümü bu. Bu Filistin'de. Bu arada, en önemli kısmı unuttum. Bu gece aile olarak bizim için özellikle önemli çünkü Baba Gabor, Orta Doğu Çocuk İttifakının Mekke tarafından düzenlediği bir heyetle Filistin'deydi. Bu yüzden onları desteklemek için bu gece burada olabilmemiz harika. İşte o röportajın bir kısmı. 


Kayıt: Doktor Maté, kendinizi nasıl bu durumda buldunuz? Peki, Vancouver'dan çok uzakta, orada ne yapıyorsunuz?

Dr. Maté: Orta Doğu Çocuk İttifakı adlı Berkeley merkezli bir vakfın gönderdiği sağlık profesyonellerinden oluşan bir heyetin parçasıyım. Son üç ders için işgal altındaki toprakları, mülteci kamplarını, köyleri, şehirleri dolaşarak Filistinlilerin ve özellikle Filistinli çocukların ev koşullarını görmeye çalışıyoruz. Olaydan sadece iki gün önce Kudüs'teki Makassed Hastanesi'ne gitmiştim. Dün gece bunu duyduğumda, küçük bir zaman aralığı yakaladım ve bizzat tanıklık ettim; oradaki insanlarla ve sağlık çalışanlarıyla konuşabildim. 

Kayıt: Bu insanlarla yaptığınız görüşmelerde bir doktor olarak üzerinizdeki etkisi ne oldu?

Dr. Maté: Bay Anite! Ben Yahudiyim, bir doktorum. Ben bir insanım. Son iki gündür belki daha da da fazladır ağlıyorum..

Kayıt: Gördüklerinizden dolayı mı?

Dr. Maté: Bunu tarif edebilecek hiçbir kelime yok ve geri döndüğümde insanlara gördüklerimi gerçekten hissettirecek bir şey söyleyebileceğimi sanmıyorum. Bugün oraya gittim ve söylemek istiyorum ki... hayır, üzgünüm. Burada duracağım.

Kayıt: Seni durduracağım doktor. Belki bazı çevrelerde açıkça konuştuğunuz için eleştirileceksiniz.

Dr. Maté: Bunun için üzgünüm. Eleştirileceğimi biliyorum, zaten eleştiriliyorum. İnsanlar İsrail'i eleştirerek antisemitizme katkıda bulunduğunuzu veya bir şekilde halkınıza hain olduğunuzu düşünüyor. Buna inanmıyorum. Bence antisemitizme en çok hizmet eden şey, insanların —özellikle Yahudilerin— böyle bir konuda sessiz kalmasıdır; çünkü tüm dünyanın bir haksızlık ve insanlığa hakaret olarak algıladığı bir şeye karşı sessiz kalmak bunu besler. Ve ayrıca, eleştiren insanlar için üzülüyorum. Gerçekten. Artık onlara kızgın değilim, eskiden öyleydim. Sanırım bilmiyorlar ve belki de bilmek istemiyorlar. Ama onlar adına, kendi insanlıklarının ve bu ülkenin insanlığının kurtuluşu adına, gözlerini açmalarını umut ediyorum.

Kayıt: Dr. Maté, bu gece sizinle konuşmak güzel. Teşekkür ederim. İyi şanslar. Dr. Gabor Maté Orta Doğu Çocuk İttifakı'nda. Kudüs'ten konuştu.


Aaron Maté: Şimdi burada, Orta Doğu Çocuklar İttifakına destek olmak için konuşacağız. Umarız siz de, şimdiye kadar verdiklerinizin ötesinde, bu harika organizasyonu desteklemeye devam edersiniz. Lütfen benimle birlikte Gabor Maté’yi karşılayın.

Dr. Maté: İyi akşamlar, umarım beni duyabiliyorsunuzdur. Kayıtta artık kızgın olmadığımı söylemişim. Ama kızgın olmamak da nedir! Tam anlamıyla öfke içindeyim.

Geçimimi, insan gelişimi, travma, çocukluk, hastalık, sağlık ve insan olmanın ne demek olduğu hakkında gerçeği konuşarak sağlıyorum. Genellikle kelimelerle dünyayı nasıl algıladığımı ve anladığımı rahatlıkla ifade edebilen biriyim. Ama bu konuda — şu anda hissettiklerimi, gördüklerimi ve pek çok insanın yaşadığı şeyleri — kelimelere dökme konusunda kendimi tamamen yetersiz hissediyorum. Kelimeler gerçekten bizi terk ediyor.

Ergenliğimde, kendi halkıma karşı Nazi soykırımını ilk kez öğrendiğimde, neredeyse her gün düşündüğümde başım dönüyordu. Gerçek anlamda başım dönüyordu. “Bu nasıl mümkün olabilir?” diye düşünürdüm. Ve şu anda, o zamanlardaki neredeyse saf, anlam veremeyen halime geri dönmüş gibi hissediyorum: “Tanık olduğumuz bu şey nasıl yaşanıyor olabilir?”

Chris ile aynı sahnede olmak büyük bir ayrıcalık. Yıllardır çalışmalarını takip ediyorum ve Aaron’ın da belirttiği gibi, böylesine karanlık bir dünyada hakikatin bir feneri oldu. Her dönemin bir ahlaki dönüm noktası vardır ve bu geceki temamız olan Gazze, bizim zamanımızın ahlaki meselesidir.

19. yüzyılda ahlaki meselelerden biri Polonya’nın özgürlüğüydü. 20. yüzyılda ise —diğer büyük olayların yanı sıra— 1930’lardaki İspanya İç Savaşı bir tür ahlaki mihenk taşıydı. O meselede nerede durduğunuz, dünyaya dair nerede durduğunuzu da ortaya koyardı. 1960’lar ve 70’lerde bu rolü Vietnam Savaşı üstlendi.

Ama tüm bu durumlar insan ahlakı ve etiği etrafında şekillense de, bunlarda biraz farklı bir şey vardı. En azından İspanya İç Savaşı’nda ve özellikle Vietnam Savaşı’nda, bir mücadele ve kazanma ihtimali vardı.

Şimdi ise sivillerin, çocukların katledildiğine; anestezi olmadan uzuvları kesilen çocuklara ve aç bırakılan insanlara tanık oluyoruz. Medya her zaman yalan söylerdi, ama yalanlar hiç bu kadar pervasız, sessizlik ise hiç bu kadar kulak tırmalayıcı olmamıştı.

Ve madem ben kendi kelimelerimi bulamıyorum, o zaman bir Müslüman, Arap yazar olan Omar El Akkad’dan alıntı yapayım. Harikulade kitabı Bir Gün Herkes Bu Duruma Karşı Olmuş Olacak’ta şöyle diyor:

Tarihin ahlaki boyutu —en gerekli boyutu— aslında tekrar tekrar sorulan tek bir sorudur: Önemli olduğunda, kim adaletin yanında durdu, kim gücün? Bu anları bu kadar tehlikeli ve aynı zamanda bu kadar açıklayıcı kılan şey, bir şekilde herkesin bu soruya cevap vermek zorunda kalmasıdır.

Ve Filistin, çağımızın meselesidir - ırkın de işin içine karıştığı bir mesele. Bu konu açık ve işleyen bir kalbin olup olmadığını ortaya koyar. Çünkü Batı dünyasında biz bilgiyi akılla, zihinle bilmeyi yüceltiriz. Kimin neyi başlattığı ve kimin neden sorumlu olduğu konusunda her türlü tartışmayı yapabilirsiniz, ama hâlâ gerçeğin nerede olduğunu sorguluyorsanız, bu, kalbinizden ve içgüdülerinizden tamamen kopmuş olduğunuz anlamına gelir. Oysa bilmenin başka yolları da vardır — kalbi, içgüdüyü ve zihni birleştiren yollar. Birinin dediği gibi: "Eğer zihin, kalp ve içgüdü tarafından beslenmiyorsa, biz sadece deha seviyesinde sürüngenlerden başka bir şey değiliz"Ve şu anda işte o deha seviyesindeki sürüngenler yönetiyor dünyamızı.

Harika bir Filistinli yazar olan Muhammed El-Kurd — ki Chris onu programında da konuk etmişti — bunu şöyle ifade ediyor: "Filistin, dünyanın bir mikrokozmosudur: sefil, öfkeli, karmaşık ve paramparça. Alev alev. İnatçı. Uygun görülmeyen. Onurlu. Filistinliye uzattığımız mercek, birbirimizi nasıl gördüğümüzü, geri kalan her şeyi nasıl gördüğümüzü açığa çıkarır.

Ve işte bu yüzden, Filistin dünyanın ahlaki meselesidir. Ve bazen gerçekten insan düşünüyor: "Ben nasıl bir dünyada yaşıyorum böyle!

Geçen yıl, Gazze’deki iskelet gibi çocukların, bebeklerin fotoğrafları ortalığı sarmışken, New York Times Pazar günü ana sayfasında ne hakkında bir makale yayımladı biliyor musunuz? İsrail’de Avrupa’ya ihraç edilmek üzere havyar üretilen bir çiftlik hakkında! Ve bu çiftlikteki işçilerin, savaşa rağmen işe gitme konusundaki “özverilerine” dair bir yazıydı bu. Havyar yetiştiriyorlar diye övülüyorlardı. Bu sırada Filistinli çocuklar açlıktan ölüyordu. Ama bunu Times asla yazmadı. Kendi kendime “Biz nasıl bir dünyada yaşıyoruz?” diye sordum.

İsrail gazetesi Haaretz, ki zaman zaman —hatta hiç de azımsanmayacak sıklıkla— gerçeği ya da en azından gerçeğin bir kısmını dile getirir, mevcut durumu şöyle tanımladı: “Generallerin çocuklara karşı savaşı.”

Ve yine Haaretz’te Gideon Levy tarafından yazılmış inanılmaz bir makale vardı. Biliyorsunuz, Yahudi kuruluşları, Holokost Anma Endüstrisi, “erdemli gayrimüslimler” dedikleri kişileri tanır. Bunlar, İkinci Dünya Savaşı'nın dehşeti sırasında Yahudilere yardım eden Yahudi olmayan insanlardır.

Bir gün eğer "erdemli Yahudiler" diye bir tanıma yer verilirse, Gideon Levy mutlaka en onurlu yeri alacaktır. Ve yakın tarihli bir yazısında — size bunu nasıl anlatacağımı bile bilmiyorum — bir İsrailli televizyon sunucusu ve moda fenomeninin ziyaretini anlatıyor. Bu kadın, tamamen âşık olduğu İsrail ordusunun koruması altında Batı Şeria’daki bir Filistin köyünü ziyaret ediyor. Ve şöyle raporluyor: “Bu askerlere öyle bir hayranlık duydum ki... Geceleri girmek zorunda kaldıkları evlerde, bağıran büyükannelerle ve ağlayan bebeklerle uğraşmalarına rağmen insanlıklarını koruyabilmeleri beni çok etkiledi.”

Kim uyduruyor bunları? Yani insan kendini masal diyarında yaşıyor sanıyor ama bu gerçekten ciddi bir durum. Ve bizim basınımız, politikacılarımız ve kültürümüz bize sürekli olarak bunu sunuyor. Şimdi, burada Omar Al Akkad medeniyetimiz hakkında şöyle yazıyor. Ve bu insanları bu kadar uzun uzun alıntılamamın sebebi, gerçekten benim anlatacak kelimelerim yok iken, Tanrıya şükür ki onların var.

Ömer şöyle yazmış; ,”Uygar dünyanın değerlerini korumak için, bir kütüphaneyi ateşe vermek, bir camiyi havaya uçurmak, zeytin ağaçlarını yakmak, kaçan kadınların iç çamaşırlarını giymek ve sonra fotoğraf çekmek gerekir. Üniversiteleri yerle bir etmek, mücevherleri, sanatı, bankaları, yiyecekleri yağmalamak gerekir. Sebze topladığı için çocukları tutuklamak, taş attığı için çocukları vurmak, esir alınanları iç çamaşırlarıyla teşhir etmek, bir adamın dişlerini kırıp ağzına tuvalet fırçası sokmak gerekir. Down sendromlu bir adamın üzerine saldırgan köpekleri salıp onu ölüme terk etmek gerekir. Yoksa, medenî olmayan dünya kazanabilir." İşte yaşadığımız dünya bu.

Geçtiğimiz günlerde Pesah Bayramı vardı, Yahudi bayramı. Times ne yazıyor biliyor musunuz? Pesah sofrasında eksik olan kişi üzerine bir yazı. Kimmiş o eksik kişi? Gazze'de esir tutulan İsrailli rehine. Ama kimsenin sofrasında eksik sayılmayan binlerce Filistinli var. Bunların arasında onlarca yıldır İsrail hapishanelerinde tutulan ve işkence gören yüzlerce çocuk da var. Çocuklara işkence ediliyor!

Yakın zamanda, 13 yaşında hiçbir silahı olmadan tutuklanan bir çocuk serbest bırakıldı. Hiçbir silahı yoktu, ama cinayete teşebbüsle suçlandı. 10 yıl ceza aldı. Şimdi, 10 yıl sonra serbest bırakıldı; akıl sağlığı bozulmuş, kırılmış bir insan olarak. O insanlar asla anılmıyor.

İki buçuk yıl önce Batı Şeria’daydım. İsrail hapishanelerinde işkence görmüş Filistinli kadınlarla çalışıyordum. Ve size şunu söyleyeyim, İsraillilere hakkını teslim etmek lazım; insanlara nasıl işkence edileceğini gerçekten iyi biliyorlar. Bu konuda ustalaşmışlar. Bu, İsrailli İnsan Hakları İçin Hekimler Derneği’nin ve çeşitli İsrailli tanıkların, uluslararası kuruluşların belgeleriyle kanıtlanmış durumda. Ama Batı medyasında asla söz edilmiyor.

Al-Shifa Hastanesi’nin ortopedi cerrahisi bölüm başkanı, tamamen sağlıklı, dinç, 50 yaşında bir adamdı. Tutuklandı ve altı hafta sonra iç çamaşırları olmadan, rektumundan kanlar akarak, kaburgaları kırılmış halde öldü. Bu, Kuzey Amerika basınında asla yer almadı. Bizim ilgi sınırlarımızın altında kalıyor.

Peki bu, Filistin’in neden zamanımızın ahlaki meselesi olduğunu bize ne şekilde anlatıyor?

Hollanda kökenli Amerikalı yazar Jacob Riis, 1890’larda New York'un gecekondu bölgeleri hakkında bir kitap yazmıştı, o dönem çok satanlar arasına girmişti. Şöyle demişti: “Dünya, hatırlamak istemediği şeyleri fazlasıyla kolay unutur.” Ve o unutma, anında gerçekleşir. Ve biliyor musunuz, bunun nasıl sona ereceğini bilmiyorum. Tek bildiğim, Chris’in yaptığı tüm konuşmalar, röportaj yaptığı harika insanlar, benim davet edildiğim yayınlar, bizi ve başkalarını izleyen milyonlarca insan — bunların hiçbiri tek bir Filistinli çocuğun tek bir parmağını bile kurtaramadı. Ama şu anın ötesine geçen bir ahlak ve umut duygusuna tutunmamız gerektiği anlamına geliyor.

Size bir şey daha söyleyeyim. Yakın zamanda bir Filistinli psikiyatristin kitabına önsöz yazdım. Adı Doktor Salma Jabbar. Filistin’in ruh sağlığı bölümünün başındaydı ama Filistin Yönetimi’ni —haince davranışları nedeniyle— fazla dürüst ve sert şekilde eleştirdiği için artık o görevde değil. Ama kitabında ne yazıyor biliyor musunuz? Şunu yazıyor: “82 yaşındaki bir adam intihar derecesindeki depresyonuyla benden yardım istiyor. Yıllar önce kendi elleriyle inşa ettiği evi, şimdi 20 yıl sonra, yine kendi elleriyle yıkmaya zorlanıyor. Bu adamın depresyonu için ona Prozac mı vereceğim?”

Nasıl sonuçlanacağını, tarihin bugünkü olayları nasıl değerlendireceği hakkında hiçbir fikrim yok. Ama bildiğim bir şey var: İsa’dan 100 yıl önce yaşamış Yahudi bir bilge vardı, adı Hillal’di. Şöyle demişti: “Dünyayı iyileştirme görevi sana düşmeyebilir ama bu göreve katılmamak gibi bir özgürlüğün de yok.”Ve bence bu, hepimizin şu anda verebileceği bir karar. Nasıl biteceğini bilmiyoruz. Belki hiçbirimiz —umarım yanılıyorumdur— kendi yaşamlarımız boyunca görmek istediğimiz adaleti göremeyeceğiz. Ama Tanrı aşkına, ister büyük ister küçük olsun, bir katkı sunabiliriz. Ve şundan emin olabiliriz: Filistin asla, ama asla, ama asla unutulmayacak. Teşekkür ederim.

Chris Hedges: Teşekkür ederim. Zamanımızın entelektüel ve ahlaki devlerinden biri olan Gabor'la birlikte burada olmak benim için büyük bir onur. Gelecek hafta bu zamanlarda, Palestine ve Footnotes in Gaza kitaplarının yazarı olan büyük karikatürist Joe Sacco ile Kahire’de olacağım ve soykırım üzerine kitabımıza başlamak için Kahire’deki Filistinlilerle röportaj yapacağız. Yayıncılarım Simon & Schuster geçmişte benden iyi kârlar elde ettiler ve bana artık kâr istemediklerini söyledi.

Gazze’deki eski ofisim şimdi bir enkaz yığını. Kahve içmeye gittiğim, maftoul ya da manakeesh siparişi verdiğim, saçımı kestirdiğim çevredeki sokaklar yerle bir oldu. Arkadaşlarım ve meslektaşlarım ya öldü ya da çoğunlukla haftalarca, aylarca haber alınamayan, şüphesiz yıkık beton plakaların altında gömülü olanlar var. Sayısı sayılmayan ölüler on binlerle, belki yüz binlerle ifade edilebilir. İsrail, Gazze’yi bir harabe haline getirdi; 50 milyon ton enkaz ve moloz. Fareler ve köpekler, yıkıntılar ve arıtılmamış lağım havuzları arasında besleniyor. Kokuşmuş cesetlerin pis kokusu ve kirliliği, paramparça beton yığınlarının altından yükseliyor. Filistinlilerin %90’ı yerinden edilmiş durumda ve 18 ay süren hava saldırıları, topçu ateşi, füze saldırıları, tank mermileri ve çeşitli toksik maddeler, arıtılmamış lağım ve asbest dahil, geride kalan patlamamış mühimmat nedeniyle ölüm riski altında.

ABD, Almanya, İtalya ve Birleşik Krallık’tan milyarlarca dolarlık silah yardımı alan İsrail, bu cehennemi yarattı ve bunu sürdürmeyi amaçlıyor. 2 Mart’tan beri devam eden tüm gıda ve insani yardım ambargosu, yani 60 günü aşkın süredir, kontamine su içilmesi nedeniyle ortaya çıkan hepatit A salgınlarına, uyuz gibi hastalıklara, kötü beslenmeye yol açtı — 60.000 çocukta kötü beslenme belirtileri görülüyor. 2 Mart’tan bu yana 57 Filistinli açlıktan öldü, çoğu yaşlı ve çocuk. Açlık, yaygın mide bulantısı ve kusma. Gazze’deki Filistinliler, bu beton plakaların arasında geçici çadırlarda yaşıyor. Birçoğu ondan fazla kez yer değiştirmek zorunda kaldı. Evlerin 10’da 9’u ya yıkıldı ya da zarar gördü. Apartmanlar, okullar, hastaneler, fırınlar, camiler, üniversiteler. İsrail, 21 Mart’ta Gazze Şehri’nde İsrail Üniversitesi’ni ve Türk-Filistin Hastanesi’ni kontrollü yıkımlarla havaya uçurdu. Mezarlıklar, dükkanlar, ofisler tamamen yok edildi.

Birleşmiş Milletler Yakın Doğu Filistinli Mültecilere Yardım ve Çalışma Ajansı (UNRWA), Gazze’nin enkazdan temizlenmesinin 15 yıl süreceğini ve 40 ila 50 milyar dolar arasında bir maliyeti olacağını tahmin ediyor. Ancak İsrail ve Trump yönetimi, Gazze’nin yeniden inşasının Filistinliler için olmayacağına karar verdi ve aşırı sağ Nakala Örgütü gibi İsrailli gruplar, Filistinliler çıkarıldıktan sonra Gazze’nin Yahudi kolonizasyonu için konferanslar düzenliyor.

Bu, soykırımın son bölümüdür. İsrail Güvenlik Kabinesi’nin Gazze’nin tamamını işgal etme ve süresiz olarak orada kalma kararıyla ve Gazze Şeridi’nin kuzeyini tamamen Filistinlilerden boşaltma niyetiyle daha da keskinleşmiştir. Bu, Filistinlileri Gazze'den tamamen sürmek için kanla yazılmış son hamledir. Ne yiyecek, ne ilaç, ne barınak, ne temiz su, ne elektrik var. İsrail, Gazze’yi Dantevari bir insanlık felaketi kazanına çevirdi — burada Filistinliler yüzler halinde, ardından yine binler ve on binler halinde öldürülüyor ya da sonsuza dek geri dönememek üzere sürülüyor.

Bu son bölüm, İsrail’in yalanlarının da sonudur: İki devletli çözüm yalanı. Sivilleri koruyan savaş hukukuna İsrail’in saygı duyduğu yalanı. İsrail’in hastaneleri ve okulları yalnızca Hamas tarafından askeri üs olarak kullanıldıkları için bombaladığı yalanı. Hamas’ın sivilleri canlı kalkan olarak kullandığı yalanı — oysa İsrail, esir Filistinlileri, İsrail askerlerinden önce, bubi tuzaklı tünellere ve binalara girmeye zorluyor. Hastanelerin, Birleşmiş Milletler binalarının ya da toplu Filistinli ölümlerinin sorumlusunun, çoğunlukla Filistinli roketlerinin “hatalı isabeti” olduğu yalanı. Gazze’ye insani yardımların Hamas tarafından kamyonların kaçırılması ya da içlerinde silah taşınması nedeniyle engellendiği yalanı. İsrailli bebeklerin kafalarının kesildiği ya da Filistinlilerin İsrailli kadınlara toplu tecavüz gerçekleştirdiği yalanı. Gazze’de öldürülen on binlerce kişinin %75’inin, Birleşmiş Milletler'in ifadesiyle “terörist” olan Hamas üyeleri olduğu yalanı. Hamas’ın yeniden silahlandığı ve yeni savaşçılar topladığı iddiasıyla, 18 Mart’ta ateşkesin çöküşünden Hamas’ın sorumlu olduğu yalanı. Bu çöküş, 2 bin 300’den fazla Filistinlinin daha öldürülmesine, 6 bininin yaralanmasına neden oldu. Resmî ölüm sayısını 52 bine çıkardı — elbette enkaz altında kalan binlerce, belki de on binlerce kişi hariç.

İsrail’in açık, çıplak soykırım projesi artık ifşa olmuştur. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı ve UNRWA'nın gıda stokları tükendiği için kalan birkaç aşevi de önümüzdeki günlerde kapanacak. Ardından kitlesel açlık gelecek; kirli su ve bozuk gıdaların neden olduğu hastalıklarla birlikte ölümler başlayacak; bombalar, füzeler, top mermileri ve kurşunlarla her gün onlarca kişi öldürülecek veya yaralanacak. İsrail’in planı işlerse, hiçbir şey çalışamaz hale gelecek: fırınlar, su arıtma tesisleri, kanalizasyon sistemleri, hastaneler, dağıtım merkezleri, klinikler. Filistin Kızılay'ı tarafından işletilen 53 acil durum aracının yarısından azı şu anda yakıt yetersizliğinden dolayı çalışmaz durumda — ve yakında hiçbiri çalışamayacak. 

İsrail'in mesajı açık ve net: “Gazze yaşanabilir olmayacak. Git ya da öl.”

Son 18 ay boyunca Gazze’den gelen görüntüler dehşet vericiydi. Ama şimdi gelen daha da korkunç olacak. Bu, 20. yüzyılın en büyük savaş suçlarıyla yarışacak — 1943’te Naziler tarafından Varşova Gettosunun toplu açlıkla, katliamla ve tamamen yerle bir edilerek yok edilmesi dahil.  7 Ekim, İsrail’in Filistinlilere yönelik politikasında bir dönüm noktasıydı: Bu tarihe kadar Filistinlilerin bastırılması ve aşağılanması hedeflenirken, artık onların topyekûn yok edilmesi ve tarihi Filistin'den tamamen çıkarılması hedefleniyor.

Şu anda tanıklık ettiğimiz şey, 1876 Haziran’ında Little Bighorn Savaşı’nda George Armstrong Custer liderliğinde yaklaşık 200 askerin yok edilmesiyle tetiklenen sürece benziyor. Bu aşağılayıcı yenilgiden sonra, Kuzey Amerika yerlileri sistematik olarak imha edilmek üzere hedef alındı. Sağ kalanlar “savaş esir kampları”na — sonradan “rezervasyon” adı verilen yerlere  sürüldü. Bu kamplarda binlerce kişi hastalıklardan öldü, silahlı işgalcilerin gözetiminde umutsuzluk ve yoksunluk içinde bir hayata mahkûm edildi.

Filistinliler için de aynısını bekleyin: Gazze’de, korkarım ki, dünyanın cehennem çukurlarından birine atılacaklar ve unutulacaklar. Büyük İsrail’in genişlemesi — ki buna Golan Tepelerindeki Suriye topraklarının, Güney Lübnan’ın, elbette Gazze’nin ve yaklaşık 40.000 Filistinlinin evlerinden sürüldüğü işgal altındaki Batı Şeria’nın ele geçirilmesi dahil — artık kalıcı hale getiriliyor. Ben, Batı Şeria’nın da yakında İsrail tarafından ilhak edileceğini öngörüyorum. 

Gazze’deki soykırım yalnızca bir başlangıç. Dünya, iklim kriziyle birlikte çökmekte. Bu kriz, kitlesel göçleri, çöken devletleri, yıkıcı orman yangınlarını, kasırgaları, fırtınaları, selleri ve kuraklıkları tetikliyor. Küresel istikrarın çözülmesiyle birlikte, şu an Filistinlileri yok eden endüstriyel şiddet, her yerde sıradan hale gelecek.

İsrail’in Gazze’yi yok edişi, uluslararası hukuk ve kurallarla şekillenmiş bir küresel düzenin ölümünü işaret ediyor — bu düzen, ABD tarafından Vietnam, Irak ve Afganistan’daki emperyal savaşlarında sıkça ihlal edilmiş olsa da, en azından bir ütopya vizyonu olarak kabul ediliyordu. Amerika Birleşik Devletleri ve Batılı müttefikleri yalnızca bu soykırımı sürdürecek silahları sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda çoğu ülkenin insani hukuk çağrılarını da sistematik olarak engelliyor. Soykırımı durdurmaya çalışan tek ülke olan Yemen’e saldırılar düzenlediler. Askerî dronelar, helikopterlerle yapılan saldırılar, duvarlar ve tel örgüler, kontrol noktaları, jiletli teller, gözetleme kuleleri, gözaltı merkezleri, sınır dışı etmeler, işkence ve vahşet, vize verilmemesi, belgesiz olmanın getirdiği apartheid benzeri bir varoluş, bireysel hakların kaybı ve elektronik gözetim — tüm bunlar, Meksika sınırından geçmeye çalışan ya da Avrupa’ya ulaşmaya çalışan çaresiz göçmenler için ne kadar tanıdıksa, Filistinliler için de o kadar tanıdık.

Ve Küresel Kuzey’in dünyanın geri kalanına verdiği mesaj şu: “Her şeye sahibiz ve eğer bunu elimizden almaya kalkışırsanız, sizi öldürürüz.”

Teşekkür ederim.

Chris Hedges: Holokost’u sorarak başlamak istiyorum. Neredeyse her üniversitede Holokost çalışmaları var. Adorno — tabii ki Theodor Adorno — eğitimin tüm amacının bir başka Auschwitz’in önlenmesi olduğunu söylemişti. Ama bunca çalışma, bunca eğitim programına rağmen, şu an yaşanan bu soykırımın ortasında görüyoruz ki, tüm bu bilgi toplumun içine nüfuz etmemiş gibi görünüyor. Neden böyle olduğunu merak ediyorum. Ve ardından sana şu soruyu sormak istiyorum: Ahlak nasıl öğretilir? Ve hatta, ahlak öğretilebilir mi?

Dr. Maté: Evet, ilk olarak şunun altını çizmek gerekir — ki bunu Batı basınında asla göremezsiniz — en az altı İsrailli Yahudi, dünya çapında tanınan soykırım ve Holokost akademisyeni, bazıları eski İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) mensubu olan bu akademisyenler, Gazze'deki mevcut durumu açıkça “soykırım” olarak tanımladılar. Bunlar Yahudi akademisyenler. Ama onların sesini asla duyamazsınız. Duyduğunuz tek şey bu tür karşılaştırmalar yapmak bir tür kan iftirasıdır. Önce bunu bilmek gerek.

İkinci olarak, Norman Finkelstein’ın çok güzel bir şekilde ortaya koyduğu gibi, Holokost akademisinin büyük bir bölümü, dünyanın zulüm ve adaletsizlik ile ilişkisini değiştirmeye çalışmakla ilgilenmiyor. Amaç, Yahudilere özgü bir ayrıcalıklılık hissi yaratmak. Yani biz hep mağduruz ve bu yüzden yaptığımız her şey meşru, bize yapılan her şey ise bir hakarettir, bir skandaldır.

Bunun somut bir örneği Almanya’dır. Genellikle Almanya, geçmişiyle yüzleştiği için övülür — örneğin Koreli kadınları fuhşa zorladığını kabul etmeyen Japonya ile karşılaştırılır. Bu doğru olabilir, Almanya “suç bizde” demiştir. Ama ne öğrendiler? Hiçbir şey. Almanya, bir Yahudinin Filistin hakkında konuşmasının en tehlikesiz olduğu yerlerden biridir. Filistin için adalet talep eden Yahudiler Almanya’da tutuklanıyor. Yani Holokost'u öğretmek, kimseye hiçbir şey öğretmiyor. Ve burada iki temel mesele var: Birincisi, ahlak öğretilemez. Ahlak, insanların çocukluklarında temel insani ihtiyaçları karşılandığında doğal olarak ortaya çıkan bir insan özelliğidir. Bu birincisidir.

İkincisi ise ahlak üzerine vaaz vermek, en kötü niyetli amaçlara hizmet edebilir, ve şu anda tam olarak buna tanıklık ediyoruz. Ve eminim bu ifadeyi daha önce duymuşsundur: Holokost’un İbranice karşılığı “Shoah”dır. Ve şöyle eski bir söz vardır: “No business like Shoah business /Shoah gibi bir iş yoktur.” (Burada kelime oyunu yapılıyor: “Show business” ifadesine gönderme var.) Bu olay artık sonuna kadar sömürülmüş durumda. Ben Auschwitz’te hayatını kaybeden büyükannesi ve büyükbabası olan, kendisi de neredeyse oraya gönderilecek biri olarak, bu durumdan artık bıktım. Holokosttan söz edilmesinden bıktım — çünkü olmadı demiyorum, ama çünkü artık neyin hizmetine sokulduğundan dolayı bıktım.

Şimdi sana bir soru sormak istiyorum: Sen Varşova Gettosundan söz ettin. Ve o gettonun liderlerinden biri olan Marek Edelman, savaştan sağ çıkan, kalp cerrahı ya da kardiyolog olan ve gerçek bir özgürlük savunucusuydu. Dayanışma işçi hareketini destekledi, daima Filistinlilerin haklarını savundu. Elbette, öldüğünde İsrail’de hakkında tek kelime edilmedi — ya da çok az.

Ama Varşova Gettosunda, o umutsuz direniş ezildikten sonra, Naziler gettoda yürüyüp tüm evleri yakarak yok ettiler. Ve Yahudiler, alevlerden kaçmak için pencerelerden atlayarak intihar ediyordu. Naziler onlara "paraşütçüler" diyordu. Ölüme giderken bile, bu insanlara karşı derin bir küçümseme duyuyorlardı. Ve ben aynı şeyi şimdi İsrail’de görüyorum. Sadece zulüm değil, sadece senin tarif ettiğin türden şiddet değil, ama derin bir küçümseme. Başka bir yerde buna tanık oldun mu? Sarajevo ve Bosna’daki dehşeti haberleştirdin, El Salvador’u, ölüm mangalarını izledin, Ortadoğu’yu takip ettin. Bu akıl almaz küçümseme hakkında ne düşünüyorsun? Bunun üzerine hiç düşündün mü?

Chris Hedges: Evet. İnsanları öldürmeden önce dilsel olarak “insan dışı” hale getirmeniz gerekir. İşte bu yüzden Trump yönetimi etrafındaki mevcut söylem bu kadar tehlikeli. Bosna’daki soykırım başlamadan önce Sırpların sınırı geçmesi dört yıl boyunca nefret dolu söylem gerektirdi. Ve bence, Nazi Almanyası'nın yükselişinin erken tarihini okuduğunuzda — özellikle Claudia Kuntz’un yazdıkları — Hitler’in, Yahudilere yönelik söylemlerinde zaman zaman geri adım atmak zorunda kaldığını görürsünüz. Evet, Kristallnacht (Kristal Gece) oldu, “Kahverengi Gömlekliler” vardı, Nürnberg yasaları çıkarıldı. Ama işte bu yüzden dil çok kritik. Senin de dediğin gibi, birilerini dil yoluyla "insan hayvanları" gibi tanımlarsan — ve insanlar buna inanmaya başlarsa — o zaman işler... Artık öldürmek kolaylaşır. Ve bunu, ölüm kamplarıyla ilgili yazılarda okuduk. Lipton’un Nazi doktorları üzerine yazdığı harika kitapta da vardı. O doktorlar, kurbanlara insan gözüyle bakmıyorlardı. Benim haber yaptığım her savaşta da bu gerçekti. İnsanları alırsın ve onlarla... bir "öteki" yaratırsın.

Ve bence diğer mesele de şu: Kötülüğün başka bir varlıkta cisimleştiği garip bir dünya görüşü inşa ediyorsun; ve o ‘ötekini’ yok ettiğinde, kötülüğü de yok ettiğini sanıyorsun.Oysa aslında bu, kendi içimizdeki kötülüğü daha da büyütmemize neden oluyor. Bunu ilginç buluyorum çünkü bildiğin gibi ben ilahiyat fakültesinden mezunum. Ve tüm büyük dini metinlerde — Kur’an dahil — Peygamber'in cihat hakkında yazdığı üç tür cihattan söz edilir. Ama en önemlisi, içimizdeki kötülükle verdiğimiz mücadeledir. İşte bu yüzden Primo Levi çok önemli bir yazardır.

Levi, Holokost’tan çıkarılan dersin yanlış anlaşıldığını defalarca savundu. Ona göre asıl ders şuydu: Hepimiz Rumkowski olma potansiyeline sahibiz — yani Lodz gettosunu yöneten Yahudi işbirlikçi.

Evet, dil çok önemli. Ve Trump ile onun etrafındakilerin göçmenleri, radikal solcuları tanımlama biçimlerine baktığında, çok hızlı bir şekilde tehlikeli bir yere doğru sürüklendiğimizi görüyorsun. Dilsel olarak insanları değersizleştirmekten şiddete geçmek, çok uzun bir adım değildir.

Dr. Maté: Trump’tan bahsetmen ilginç çünkü birkaç gün önce Washington, DC’deydim, Al Jazeera için bir röportajım vardı ve benden hemen sonra programa katılan kişi Mary Trump’tı, yani Donald Trump’ın yeğeni. Çok ilginç bir durum. Ailesindeki derin travmaları belgelemiş biri ve söyledikleri, senin az önce söylediklerinle de oldukça örtüşüyor. The Reckoning (Hesaplaşma) kitabında şöyle yazıyor:

Savaş, kitlesel ölüm, hastalık ve devlet destekli barbarlık sonrası, “barış”, “iyileşme” ya da “normale dönüş” adına acıyı hızla geride bırakma kültürel zorunluluğuyla zincirlenmiş bir ulusuz. Ama aslında yaptığımız tek şey, güçlülerin tekrar tekrar acı çektirme ayrıcalığını dokunulmaz kılmak.’
Bunu söyleyen Mary Trump — yani aynı aileden gelen biri.

Chris Hedges: Umutsuzluk hakkında sormak istiyorum, çünkü yedi yıl boyunca Gazze’ye gidip gelmiş olan bizler için — ve senin konuşmanda o hissizliği, o çabanın nafileliğini vurgulaman çok yerindeydi — bu soykırıma karşı verdiğimiz onca emeğe rağmen hepimizin içinde hissettiği derin bir çaresizlik var. Ben şahsen, dindar bir evde büyümüş biri olarak, bir tür teselliyi şurada buluyorum: Sonuçta biz nihai olarak, başardıklarımızla değil, neyin peşinden gittiğimizle yargılanırız. Ama umutsuzluk… Senin, benden çok daha derinlemesine tanıdığın bir şey. Ve eminim bu odadaki birçok kişi de benim gibi hergün bununla baş etmeye çalışıyor.

Dr. Maté: Eh, ben de sık sık umutsuzluk hissediyorum. Her zaman değil ama sık sık. Yani umutsuzluk tamamen normal bir duygudur. Bu arada nefret de öyle. Şu an karşı karşıya olduğumuz şeyler karşısında, bu tür duygular tamamen doğaldır. Ama sana belki bir perspektif kazandırabilecek bir şey okumak istiyorum. Bu, çok uzun zaman önce yazılmış bir metin ama sanki bugün Gazze hakkında yazılmış gibi. Şöyle diyor: ‘Açgözlülük, nefret ve her tür yanılgı sağlıksızdır. Açgözlü, nefret dolu ve yanılgı içindeki bir kişi, eylemleriyle, sözleriyle ya da düşünceleriyle ne üretirse, o sağlıksızdır. Böyle biri, açgözlülük, nefret ve yanılgı tarafından ele geçirilmişse ve düşünceleri onlar tarafından kontrol ediliyorsa, öldürerek, hapsederek, malına el koyarak, yalan suçlamalarda bulunarak ya da sürgüne göndererek bir başkasına sahte bahanelerle ne kötülük yaparsa yapsın — hepsi kötüdür.’ Ve sence bunu kim yazmış olabilir? Buda.

Chris Hedges: Oh vay canına!

Dr. Maté: 2508 yıl önce, ve o, sürgün, işkence, mal varlığına el koyma, iftira, öldürme, hapis gibi şeylerden bahsediyor. Buda, 2508 yıl önce. Bunu neden söylüyorum? Şu anın önemini en ufak şekilde küçümsemek ya da göz ardı etmek için değil; ama insanlar bu tür şeylerle çok uzun zamandır uğraşıyor. Ve aslında şaşırtıcı ve kutlanması gereken şey şu; bu da benim umutsuzluğa karşı panzehrim, elimden geldiğince… Kutlanması gereken şey şu ki, binlerce yıllık bu tür bir tarihe rağmen insanlar hâlâ gerçeği seviyor. İnsanlar hâlâ özgürleşmeyi seviyor. İnsanlar hâlâ özgürlüğü seviyor. İnsanlar hâlâ adalete bağlı. İnsanlar hâlâ bu kalıplar tekrar tekrar ortaya çıktığında öfkeye kapılıyor. Yani umutsuzluğun yanında, hiçbir zaman yok edilememiş ve asla yok edilemeyecek gerçek bir insanlık hali var. Ve bu — değeri her neyse — benim umutsuzluğa karşı panzehrim: Bu uzun vadeli bir hikâye ve hepimiz bir katkıda bulunabiliriz. Ve bence umutsuzluğa verilecek yanıt şudur: Tanrı aşkına, bir şey yap, ne kadar küçük, ne kadar sınırlı olursa olsun, ama yap. Çünkü asıl umutsuzluğu yaratan şey hareketsizliktir, faaliyetsizliktir, katılım eksikliğidir.

Chris Hedges: Evet. Biliyorsunuz, bu protestoların hepsi ve bu harika, cesur öğrenciler — ki onlar ülkemizin vicdanı — bu kampları kurdular… Açıkçası, Columbia ya da Princeton’ın sahnelerine gittiğimde, bu benim için adeta bir terapiydi, kelimenin tam anlamıyla. Bu öğrencilere çok şey borçluyum ve onlara çok büyük bir hayranlık duyuyorum. Ve bazıları bu gece burada, aramızda.

Dr. Maté: Peki, izleyicilere dönüp onlardan da  birkaç soru alalım mı?

Tamam, bu arada… Bu gece bolca metin okunuyor. Şimdi sırada Gideon var. Bunu yakın zamanda hiç dile getirmedim ama aslında bir süredir farkındaydım. Bundan birkaç yıl önce — sanırım üç yıl oluyor — bir podcast’e katıldım. Sunucusu Hollywood’dan bir oyuncu ve komedyen, adı Mayim Bialik. Mayim Bialik, karşılaşabileceğiniz en ateşli, en cahil ve en küçümseyici Siyonizm savunucularından biri. Ama bu konu röportajımızda hiç gündeme gelmedi. Zaten o sırada onun bu konudaki tutumunu da bilmiyordum. Bilseydim açıkçası o programa katılmazdım. O gün sadece her zaman konuştuğum konular hakkında konuştuk.

Mayim Bialik’in çok uzak bir akrabası, büyük büyük büyük amcası ya da büyük babası olan Haim Nachman Bialik, “Katliam Şehri” adında bir şiir yazmıştı. “Katliam Şehri,” 1905 yılında Rusya'da — ya da bugün Ukrayna sınırları içinde yer alan — Kişinev şehrinde Yahudilere yönelik gerçekleştirilen pogromları, yani kitlesel katliamları anlatır.

Şimdi size, soykırımı hararetle destekleyen Mayim Bialik’in ailesinden gelen bu kişinin yazdığı şiirin ilk iki kıtasını okuyacağım. Bu şiir, onun ailesindeki bir başka Bialik’e ait. Adı “Katliam Şehri”. Gideon Levy de kısa süre önce Gazze için bu şiiri yeniden gündeme getirdi. İşte şiirin başlangıcı:

KALK ve git şimdi katliam şehrine; / Avlusuna doğru kıvrıla kıvrıla ilerle; / Orada, kendi elinle dokun ve kendi gözlerinle gör: / Ağaçta, taşta, çitte, duvar sıvasında — / Sıçramış kanları ve kurumuş beyinleri ölülerin. / İlerle harabelere, çatlamış duvarlara yetişen, / Boşlukların büyüdüğü, yarıkların derinleştiği yere ulaş. / Geç paramparça olmuş ocağın üzerinden, var o yıkık duvara, / Ki yanmış, kurumuş tuğlalarıyla, kömürleşmiş taşlarıyla / Açık açık gösterir öyle yaralar ki — / Ne onarım onarabilir onları, ne de bir iyileşme iyileştirebilir.

Şimdi bu, Bialik’in Kişinev hakkında yazdığı şey. Ama Tanrım, sanki Gazze’yi anlatıyor. Ve onun büyük, büyük torunu — her kimse artık — bunu alkışlıyor, destekliyor. İşte yaşadığımız dünya bu.


Aaron Maté: Öncelikle Chris ve Dr. Maté için bir alkış alalım.

- : Şimdi izleyicilerden sorular almak istiyoruz. Eğer bir sorunuz varsa, lütfen sıraya geçmekten çekinmeyin. Mikrofonlarımız burada ve şurada yer alıyor. Elimizden geldiğince çok soruya yanıt vermeye çalışacağız, bu yüzden lütfen süre konusunda dikkatli olun ve sorularınızı mümkün olduğunca doğrudan sormaya çalışın. Şimdi ilk soruyla buradan başlıyoruz.

Merhaba, öncelikle bugün burada bizimle konuştuğunuz için her ikinize de çok teşekkür ederim. Burada olmak benim için bir onur. Ben Filistinli Amerikalıyım ve sesim titriyor çünkü çocukken İsrail işgali ve apartheid rejimi altında yaşadım. Hiçbir çocuğun yaşamaması, gözleriyle görmemesi gereken korkunç şeylere tanıklık ettim — evlerin üzerine bombaların bırakıldığını izlemek ve o evlerin içinde çocuklar ve aileler olduğunu bilmek gibi… 

İsrail işgali ve apartheid rejiminden sağ çıkan biri olarak Amerika Birleşik Devletleri’ne geri döndüğümde, sinir sistemime derin bir travma yerleşmişti. İçimde kalan en güçlü şeylerden biri ise “hayatta kalmanın suçluluğu” oldu. Son beş yılımı yoğun bir iyileşme sürecine adadım. Ve elbette, Dr. Gabor, sizin çalışmalarınız bu süreçte bana son derece yardımcı oldu. Sinir sistemimi iyileştirirken, bu hayatta kalma suçluluğu hâlâ benimle birlikte kalmaya devam ediyor.

Dr. Maté: Anlıyorum..

- : Yani sorum şu: Bu kuşaklar arası travmayı çocuklarımızla birlikte nasıl kırabiliriz?

Dr. Maté: Pekâlâ, anladım. Evet. Teşekkür ederim bu soru için. Şimdi ben sana bir soru sorayım: Ben Holokost’tan sağ kurtuldum. Büyükannelerim, büyükbabalarım öldü. Bana suçlu olduğumu söyle. Suçlu olduğumu söyle bana.

- : Suçlusun.

Dr. Maté: Gerçekten buna inanıyor musun?

- : Elbette hayır.

Dr. Maté: Peki o zaman, sen neden kendin hakkında böyle bir şeye inanıyorsun?

- : Güzel bir soru.

Dr. Maté: Bu konu hakkında bir düşün. Ya ben suçluyum, bu durumda ikimiz de suçluyuz, ya da ikimiz de suçsuzuz. Ama senin suçlu olup da, benim olmamam mümkün değil. İkisinden biri. Hangisini seçmek istersin?

- : Evet… Teşekkür ederim.

Dr. Maté: Peki, teşekkürler.

Aaron Maté: Teşekkür ederim. Şimdi soldaki mikrofondan bir sonraki soruyu alabiliriz.

Hassan: Merhaba, benim adım Hassan — köşede buradayım. Kasım ayında baba oldum, Ekim 2023’ten hemen sonra. O zamandan beri ölü çocuklar, açlıktan kıvranan çocuklar, paramparça olmuş aileler gördüm. Her gün oğlumu giydirirken, ona yemek yedirirken bu görüntüler gözümün önünde. Ve bugün burada konuştuğumuz nefret konusunu, ben de çok yoğun hissediyorum. İçimde çok fazla nefret var. Ama belki de umutsuzluktan dolayı, biraz da delice bir umut taşıyorum içimde. Bu delice umut, değişen jeopolitik dengelere dair bir umuda dönüşüyor. Küresel Güney’in yükselişini umut ediyorum. Şöyle hissediyorum: şu anda yaşadığımızdan daha kötüsü olamaz; bundan sonrası sadece daha iyi olabilir. Ve sanırım onların tarafında ahlaki üstünlük var. Size sormak istiyorum: Bu ne kadar gerçekçi, ne kadarı sadece umut? Sizce Batı merkezli olmayan bir dünya düzeni daha iyi olur mu?

Chris Hedges: Evet. Küresel Güney, kendi Holokost’unu yaşadı — ancak bu yaşananlar, failleri tarafından kabul edilmedi. Herero, Namaqua, Ermeniler, ve 1943 Bengal kıtlığı, ki bu kıtlıkta 3.000.000 Hindu hayatını kaybetti…

Dr. Maté: Bu konuda Churchill'in ne dediğinden bahsetmek ister misin?

Chris Hedges: Evet, “canavarca dine sahip canavar halk” dedi. Evet, Winston Churchill o dönemin başbakanıydı. Elbette, Yerli Amerikalılar ve Afrika kökenli Amerikalılar da bir Holokost yaşadı. Ancak Batı’nın — Aimé Césaire’in Sömürgecilik Üzerine Söylev adlı kitabında söylediği gibi — Holokost’a bu kadar tepki vermesinin sebebi, bunun beyazlara karşı yapılmış olmasıydı. Hindistan’daki “coolie”lere, Afrikalılara, Hintlilere ve Küresel Güney’e yapılanlar için aynı tepki verilmedi. Yemen, cesur Yemen… Bu ülke savaşmıştı çünkü orada yaşanan toplu açlığı, salgınları, kuşatmayı unutuyoruz. Yemen’e yönelik bir kuşatma vardı — ve şimdi ABD yeniden her gün Yemen’i bombalıyor. Daha önce bunu Suudi Arabistan aracılığıyla vekâleten yapıyorduk. Onlar, yalnızca Filistinlilere ne yapıldığını değil, kim olduğumuzu da kendi deneyimlerinden dolayı çok iyi anlıyorlar.

Pankaj Mishra yeni bir kitap yazdı, sanırım adı Gazze Sonrası Dünya. Gerçekten çok parlak bir entelektüel. Öfke Çağı adlı kitabı da harika. Bu noktayı çok net bir şekilde ortaya koyuyor ve bence artık köprülerle aşılamayacak bir bölünmeye tanıklık ediyoruz. Soykırım başladığından beri Orta Doğu’daydım. Bu, Mısır’a üçüncü gidişim olacak. Geçen yaz Batı Şeria’daydım. Ürdün’e gittim. Katar’a iki kez gidip El Cezire’de, Arapça ve İngilizce yayınlara katıldım. Gerçekten de Küresel Güney’in kendini daha fazla ortaya koyduğunu düşünüyorum. Aynı zamanda, hâlâ fark etmediyseniz, Trump, onun çıkarcıları, bağnazları ve Hristiyan faşistleri Amerikan imparatorluğunu içten içe çökertmekle meşgul. Evet, yanlarında birçok insanı da aşağı çekecekler, ama yaptıkları bu. Bu yüzden artık Avrupa ve ABD’nin egemenliğinin sürdürülebilir olmadığını gördüğümüz bir dünyaya giriyoruz.

Ve bu soykırımdan sonra, Birleşik Krallık, Almanya ya da Amerika’dan herhangi birinin kalkıp “Amerikan erdemi” ya da “hukukun üstünlüğü” hakkında konuşabileceğini sanmıyorum. Kim olduğumuz artık açıkça ortaya çıktı.

Dr. Maté: Birçoğunuz Gandhi’nin meşhur sözünü biliyordur. Kendisine “Batı uygarlığı hakkında ne düşünüyorsunuz?” diye sormuşlardı. O da “Bence iyi bir fikir olurdu,” demişti.

Aaron Maté: Peki, teşekkür ederiz. Şimdi sıradaki soruyu buradan alabiliriz, değil mi?

Dr. Maté: Sesinizi duyamıyorum, üzgünüm.

Nozomi Ikuda: Benim adım Nozomi Ikuda, emekli bir din görevlisiyim. Bugünlerde bunu söylemek bile biraz utanç verici, gerçekten. Çalıştığım insanların çoğu seküler ya da farklı dinlerden geliyor. Kairos Filistin Bildirisine büyük saygım var, ama artık öyle bir krizin içindeyiz ki, belki de yeni bir Kairos belgesinin zamanı gelmiştir diye düşünüyorum. Bu fikri, sizin gibi inanılmaz bir ahlaki ve entelektüel liderliğe sahip insanlara sunmak istiyorum. Ve her şey için, yaptığınız tüm çalışmalar için ikinize de çok teşekkür ederim.

Dr. Maté: Nasıl bir belge?

Chris Hedges: Açıklayabilirsin.

Nozomi Ikuda: Evet. II. Dünya Savaşı sırasında, Bonhoeffer ve onunla birlikte olan bazı kişiler, inançlarının bir parçası olarak Hitler’e karşı durmayı konu alan bir belge yazmışlardı. 1985’te Güney Afrika’da apartheid'a karşı bir belge vardı. 1992’de, ABD’de Kristof Kolomb’un istilası üzerine yazılmış bir belge vardı. Filistin hakkında da bir belge var. Amerika kıtasından da var. Ama şu anda öyle bir faşist dönemdeyiz ki—açıkça faşist bir dönemdeyiz—bana göre bu durum, yani ben Üçüncü Reich döneminde yaşamadım, McCarthy döneminde ise bebektim, ama şu anki durum bana McCarthy’den çok Hitler dönemini hatırlatıyor. Her neyse, bence şu an çok yıkıcı bir andan geçiyoruz.

Chris Hedges: Bu faşist hareket, Hristiyan inancını bir kılıf olarak kullanıyor. Bunlar kafir. Hristiyan falan değiller.

İsa, bizi zengin etmek için gelmedi. Ve bunu anlamak için benim gibi üç yıl Harvard İlahiyat Fakültesi'nde acı çekmiş olmanız da gerekmiyor. Ben bir kitap yazdım: American Fascists: The Christian Right and the War on America  (Amerikan Faşistleri: Hristiyan Sağ ve Amerika’ya Açılan Savaş) ve bu kitap yüzünden çok tepki çektim. Bence liberal kilise, bu insanları kim olduklarıyla yüzleştirmeyerek hata yaptı. Bu tavrı da "hoşgörü" adına yaptı. Oysa Martin Luther King’in asla kullanmadığı kelime “hoşgörü” idi. Bu bizim görevimizdi. Ve biz, bu insanlara asla hak etmedikleri bir dinsel meşruiyet kazandırdık. Harvard’daki büyük akıl hocam James Luther Adams, Heidelberg Üniversitesi'ndeydi. O zamanlar 80 yaşındaydı, ben ise öğrencisiydim. 1935 ve 1936’da üniversiteden ayrılıp, yeraltındaki Confessing Church (İtirafçı Kilise) hareketine katılmıştı.

Ama 80’lerde ben öğrenciyken şunu söylüyordu: Bugünkü bu dini figürler, Nazi’ler tarafından yaratılan “Alman Hristiyan Kilisesi”ne benziyor. Eğer ideolojik köklerine bakarsanız… Trump'ın kendisi düşüncesiz biri. Ona bir kalem veriyorlar, önüne belgeyi koyuyorlar, o da imzalıyor. Ama arkasındaki insanlar—onlar aptal değil. Ne yaptıklarını çok iyi biliyorlar. Ve bu ideolojik kökleri incelediğinizde iki büyük figür görürsünüz: Biri Rousas Rushdoony—bir Nazi sempatizanı. Diğeri de Nazi hukukçusu Carl Schmitt. Bu insanlar faşistlerle tesadüfi bağlantılara sahip değil. Kökleri doğrudan faşizme dayanıyor. Ve evet, kiliseden gelen bizler için artık bu bir zorunluluk. Bildiri yayınlamak iyi bir başlangıç olabilir ama artık gerçekten kendimizi ortaya koymalı, sesimizi yükseltmeliyiz. Çünkü biz, sesimizi çıkarmamız gerektiğinde sustuk.

-: Merhaba, iki hafta önce insani yardım çalışanı olarak Gazze'den döndüm. Daha dün Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Ülke Ekibi, İsrail'in askeri denetiminde dağıtılacak yardımlar planını reddeden bir açıklama yayınladı. Benim sorum şu: Bu insani yardım kuruluşları ya da kurumlar için ahlak ve dayanışma neye benziyor? Ve biz, Gazze'de yaşayan insanlara hâlâ yardım etmek isteyen sıradan insanlar, sizce ne yapmalıyız?

Dr.  Maté: Bunu gerçekten ben de merak ediyorum. Çünkü bu gece için bağış topladığımız Middle East Children's Alliance (Ortadoğu Çocuk İttifakı) gibi bir kuruluş bile, eğer İsrailliler insani yardıma — yani gıda, ilaç gibi şeylerin Gazze’ye ulaşıp ulaşamayacağına — karar veren bir musluk gibi hareket etmeye karar verirse, ve dünyanın geri kalanı onların bu kontrolü elinde tutmasına izin vermeye devam ederse, bu yardımlar oraya nasıl zorla ulaştırılabilir ki? Yani bilmiyorum. Keşke cevabını bilsem. Bağış yaptığımızda… yani kimsenin bu konuda cesaretini kırmak istemem, tam tersine ama girdiğimiz bu dünyada, bizim bir araya getirip bağışladığımız küçücük meblağların bile gerçekten ulaşabileceğini nasıl garanti edebiliriz? Chris, senin bu konuda bir cevabın var mı?

Chris Hedges: Evet, açıkça görülüyor ki İsrail yardımı bir silah olarak kullanmak istiyor. Bu bana Marek Edelman’ın eşi Alina Margolis’i hatırlatıyor. Kendisi de bir doktordu ve Sınır Tanımayan Doktorların kurucularından biriydi. Mülteci kamplarında çalıştığı dönemde benim dairemde kalmıştı. Aynı zamanda Varşova Gettosu’ndaydı.

Marek hakkında Hannah Krall’ın yazdığı harika bir kitap var: Shielding the Flame. Bu kitapta Marek’le yaptığı röportajlarda tüm bu ahlaki ikilemleri anlatıyor. Açlık seviyesinin belli bir noktaya ulaştığında, Nazilerin insanları trenlere bindirmek için onlara — sanırım — üç somun ekmek ve biraz reçel verdiğinden söz ediyor. İnsanlar entelektüel olarak neler olacağını biliyor olsalar bile, eğer insanları aşırı açlığa mahkûm ederseniz ve gıdayı kontrol altında tutarsanız, gıdanın kendisi bir silaha dönüşür. İsrail’in yapmaya çalıştığı da tam olarak bu.

Bu arada, insani yardımı askeri bir araç hâline getirmek sadece İsrail'e özgü değil. USAID’i de olduğundan farklı göstermeyelim; o da Amerikan imparatorluğunun büyük şirketlerinin çıkarları doğrultusunda silahlaştırılmış bir araçtı. Ama bu durum, İsrail’in cephaneliğine yeni bir silah daha ekleyeceği için tam bir felaket. Bu silahı Filistinlileri manipüle etmek ve korkarım ki onları kuzey Sina’ya sürmek için kullanabilirler.

Dr. Maté: Evet, bence konuşmaya, savunmaya, bağış yapmaya ve bastırmaya devam etmeliyiz… ve biraz da güvenmeliyiz; çünkü istedikleri her şeyi yapamayacaklarını unutmamalıyız.

Aaron Maté: Teşekkür ederim. Bir sonraki sorumuz için buraya geçebiliriz.

Edmund Bolella: Teşekkürler. Benim adım Edmund Bolella. Sizlere teşekkür etmek istiyorum, burada olmak ve sizin gibi insanlarla aynı ortamda bulunmak bir onur. Burada olmaktan dolayı kendimi çok şanslı hissediyorum.

Chris, düşüncelerini duymak istiyorum. Ödüllü bir gazeteci olarak, bu balonu nasıl delip geçebiliriz? Yani...  “Auto-da-Fé of the Mind / Zihnin Engizisyonu”ndan bir konuşmanda bahsettiğin için teşekkür ederim. Çünkü ortalık, propaganda ve dezenformasyonun kakofonisiyle dolu. Ben sosyal hizmet alanındayım ve meslektaşlarım kendilerine söylenen her şeye tamamen inanıyor. Ve onlara kızabilir miyim, emin değilim, çünkü eğer varsayımlar yanlışsa, sonuç da yanlış oluyor.

Ve bu durumu nasıl değiştirebiliriz, karşı bir söylemi nasıl ortaya koyabiliriz bilmiyorum. Şu anda ciddi tepki çekiyorum. Burada olduğum için bana antisemit diyorlar. Kitaplarından bahsettiğimde insanlar bana, “Senin antisemit olacağını hiç düşünmezdim” diyorlar — ve bu, kullandıkları dili hafifletilmiş hâliyle anlatıyorum. Facebook'ta burada olduğumu paylaşsam, ne olacağını bilmiyorum — insanların kafası adeta patlayacak gibi. Senin fikrin nedir? Bu duvarı nasıl aşarız? Karşı bir söylemi nasıl kurarız?

Chris Hedges: Aslında bir karşı söylem var — Aaron gibi biri mesela. Umarım herkes Aaron’ın harika çalışmalarını biliyordur. Ama ana akım medya bu söyleme savaş açtı. Ben, Matt Taibbi, Glenn Greenwald gibi isimler... Hepimiz bir zamanlar ana akımdaydık ama sonra dışlandık. Çünkü taviz vermeyi reddettik. Ve şimdi, bu büyük medya platformları — özellikle Meta — algoritmalar aracılığıyla her türlü yöntemi kullanarak bizi susturmaya çalışıyor, para kazanma yollarımızı kesiyorlar. Ama bu kadar sert olmalarının nedeni şu: Çoğu insan aslında gerçeği biliyor. Bunu kamuoyu yoklamalarından da görebilirsiniz; Gabor da New York Times’tan birkaç örnek verdi. Onlar kendi açılarından tükenmiş olduklarının farkında.

Mesela New York Times’a bakın. Şimdi ne olup bittiğine dair art arda şaşkınlık içinde haberler yayınlıyorlar. Halbuki bu olaylardan önce, öğrenci hareketlerini ve tüm protestoları şeytanlaştırmakla meşgullerdi. Gazetecilik açısından baktığımda, öfkelendim çünkü bu tamamen gerçek dışıydı. Columbia’daydım, Princeton’daydım. Cuma akşamları öğrenciler yere bir örtü seriyor, Müslümanlar orada namaz kılıyor, sonra Yahudi öğrenciler aynı örtü üzerinde Şabat yapıyordu. İşte kurmak istediğimiz dünya bu!

Ama onlar bu yalanla başladılar ve tekrarlayarak söylediler. Bu da şu anki saldırıların zeminini hazırlayan destekleyici oldu adeta. Yani elimizden gelen tek şey, mücadele etmeye devam etmek. Orada bu işi yapan iyi gazeteciler var. Buraya çıkmadan önce çok sevdiğim dostum Robert Fisk hakkında konuşuyorduk — Ortadoğu’da 44 yıl geçirmişti. The Great War for Civilisation (Uygarlık İçin Büyük Savaş) adlı kitabı bence hâlâ modern Ortadoğu hakkında yazılmış en iyi kitaptır.

Savaşmaya devam etmeliyiz. Avusturyalı büyük gazeteci Joseph Roth, 1920’lerde Nazilerin ne olduğunu görebilen biriydi. Sonra tamamen yasaklandı, kara listeye alındı ve ülkesinden sürüldü. Bir keresinde şöyle demişti: “Kendimi çığ gibi gelen bir felakete karşı ciyaklayan bir fare gibi hissediyorum. Ama yine de ciyaklamalıyız.” Ve bazıları bu sesi duyacaktır. Ama sen haklısın, çoğu insan duymayacak. Çünkü gerçek her zaman zor gelir. Ama bu insanlar orada, varlar. Ve aslında çok da fazla sayıya ihtiyacımız yok. Bu gece burada bir araya gelen insanlar gibi birkaç kişi daha olursa, onlar için ciddi bir sorun yaratabiliriz.

Dr. Maté: Eklemek istediğim birkaç şey var; onların numaralarına karşı uyanık olmalıyız. Şimdi, yıllardır — bu 7 Ekim’den önceden beri böyleydi — New York Times ne zaman Hamas’tan bahsetse, Hamas’ın İsrail’in var olma hakkını reddeden bir örgüt olduğunu yazardı.

Şimdi, öncelikle bu tam olarak doğru bile değildi. Ama doğru olsa bile, örneğin Likud’dan bahsederken — ki onun anayasasında, nehrin ve denizin arasında Yahudi olmayan bir devleti düşünmek bile yasaktır — asla “Likud, Filistin devletinin var olma hakkını reddeden bir örgüttür” demezlerdi. Ama biz bunu sorgulamadan kabulleniyoruz. Hâlâ bile, Filistinli ölü sayısı rapor edilirken şöyle deniyor: “Hamas tarafından yönetilen Gazze Sağlık Bakanlığına göre…” Ama hiçbir zaman “Trump tarafından yönetilen Amerikan Sağlık Bakanlığına göre” ya da “Likud tarafından yönetilen İsrail Sağlık Bakanlığı’na göre” denmiyor. Bu küçük hileler, fark etmeden içimize sızıyor. Bu, ilk nokta.

İkinci nokta şu: Albert Speer’in anılarını okudum. Speer ilginç bir karakterdi. Hitler’in mimarı, arkadaşı ve aynı zamanda ekonomi kurmayıydı. Nürnberg duruşmalarından sonra savaş suçlusu olarak Spandau hapishanesinde 20 yıl geçirdi. Speer — samimi mi yoksa iki yüzlü mü bilinmez ama — şunu yazıyor: Herkes “Ne biliyordun?” diye soruyor. Ama diyor ki, bu yanlış bir soru. Doğru soru “Bilinçli olarak ne bilmek istemedin?” olmalı.

Ve şu iki olayı anlatıyor. Bunlardan birinde, Krupp & Thyssen gibi büyük bir Alman şirketinin fabrikasındayken, köle işçilerle karşılaşıyor. Onlara “Burada mı olmak istersiniz, kampta mı?” diye soruyor. Ve işçiler ona dehşet içinde bakıyor. Speer diyor ki, “Nedenini sormadım.” Bir başka olayda, bir Alman generalle konuşurken Speer, “Doğu’ya gitmek isterim, orada neler oluyor görmek isterim.” diyor. General ona, “Ne yaparsan yap, Doğuya gitme.” diyor. Speer de yine nedenini sormuyor.

Ama fark şurada: O zaman alternatif medya yoktu. YouTube yoktu, TikTok yoktu, Chris Hedges yoktu, Glenn Greenwald yoktu, Matt Taibbi yoktu, Amy Goodman yoktu. Sadece ana akım medya vardı. Şu anda, en azından şimdilik, tüm bu alternatif kaynaklar var. Bugün insanların bilmeme bahanesi, Nazi Almanyası dönemine kıyasla çok daha az.

Aaron Maté: Her ikinizi de sabaha kadar dinleyebiliriz ama sadece bir soruya daha zamanımız var. Son sorumuzu sorması için sol taraftan alalım.

Miriam Al Rashid: Teşekkür ederim. Benim adım Miriam Al Rashid. New York, Manhattan'da uluslararası hukuk avukatıyım. 7 Ekim 2023’ten hemen sonra, yani Ekim 2023’te, sesimi yükselttim — tam da burada. Ve sizin burada olmanız karşısında sadece “teşekkür ederim” demek yetersiz kalıyor; aslında bu, sadece büyük bir minnettarlık. Bu benim uzmanlık alanım. Manhattan’da büyük bir hukuk firmasında çalışarak geçen son 18 ayın nasıl geçtiğini tahmin edebilirsiniz — gerçekten çok eğlenceliydi!

Ama beni en çok hayal kırıklığına uğratan şey — ve sizin bu konudaki görüşlerinizi duymak istiyorum — seyircilerde, yayında olanlarda ya da sonradan bu konuşmayı izleyeceklerde de gördüğüm bir durum: Ekim 7'den sonra, henüz bir yıl bile geçmemişken bir Körfez ülkesine seyahat ettim ve açıkça söylemek gerekirse, daha çok önceden bunun bir soykırım olduğu belliydi. Gittiğim yerde herkes bana sadece “Teşekkür ederim.”, “Manhattan’da ses çıkardığınız için teşekkürler!”, “Aman Tanrım, çok teşekkürler.”, “Helal olsun sana!” gibi şeyler söyledi. Saçma sapan şeyler. Bu beni gerçekten çok sinirlendirdi. Onlara “Bana teşekkür etmeyin. Siz de konuşun!” demek istedim.

Özellikle Chris Hedges’in New York Times’ta yaşadıklarını ve kurumsal ihanetin nasıl işlediğini bildiğim için, şunu merak ediyorum: Sizce insanlar nasıl sadece cesaret bulmakla kalmayıp, aynı zamanda gerçekten güçlerinin içinde hissedebilir? Çünkü daha fazla ses, daha çok güç demek ve bu da karşı tarafın zorbalığını azaltır. İşte en çok burada zorlandım. Konuşmaya korkan insanların nasıl daha çok ses çıkarmaya başlayabileceğine dair sizin önerilerinizi duymak isterim — çünkü şimdi bu işi büyütmenin tam zamanı.

Dr. Maté: Bununla ilgili daha fazla ayrıntıyı Chris yanıtlasın isterim, ama ben kimseyi bir şey yapmaya teşvik etmiyorum. Nedenini de söyleyeyim. Beni kimse kovamaz, çünkü bir işim yok. İstediğim her şeyi söyleyebilirim. Ama biliyorum ki, Kanada ve ABD’deki üniversitelerde çalışan bazı doktorlar işlerini kaybettiler. Bu yüzden kimseye “işinizi riske atın” diyemem, bu onların kararı. Ben sadece vicdanlarını dinlemelerini ve kendi durumlarını göz önünde bulundurmalarını söyleyebilirim. Çünkü ben, karşı karşıya olmadığım yaptırımlarla karşılaşan birine ne yapması gerektiğini söyleyebilecek bir pozisyonda değilim. Chris’le bu gece konuşuyorduk — çok cesur bir doktor arkadaşımız hakkında. Onu şimdi işten atıyorlar, 10 yıllık meslekten men ile tehdit ediliyor. Harika bir doktor, son derece kendini adamış biri ama kariyerinin sonu ile karşı karşıya.

Chris Hedges: Evet, tehdit ediliyor. Bahsettiğimiz kişi Rupa Marya. Tıp lisansını iptal etmekle tehdit ediyorlar.

Dr. Maté: Aynen öyle. Bu yüzden cevabım şu olur: Ben kimseye ne yapacağını söyleyemem. Bu konuda sen ne dersin bilmiyorum Chris.

Chris Hedges: Bence bu doğru. Ben bir kurumdan diğerine adeta dışarı itildim. Ama bu yine dönüp dolaşıp benim dünya görüşüme dayanıyor — ve bu salonda yalnız değilim. Bu görüşüm dini geleneklerime dayanıyor. Babamla büyüdüm; kendisi İkinci Dünya Savaşı gazisiydi. Savaşta Kuzey Afrika’daydı. Savaştan döndükten sonra pasifist oldu, rahipliğe başladı. Savaş karşıtı harekette, sivil haklar hareketinde ve 1970’lerde eşcinsel hakları hareketinde çok aktifti. Amcam eşcinseldi. Babam, Amerika’da eşcinsel bir erkek olmanın ne kadar acı verici olduğunu, özellikle kilisenin bu konuda ne kadar zalim olduğunu anlayan biriydi.

Ve bence bu, ilk soruya geri dönüyor: Ahlak öğretilemez diye düşünüyorum. Çünkü ahlak, akıldan çok empatiyle beslenir. Camus’nün Veba adlı romanını okursanız, orada doktor karakter sonu gelmeyen yenilgilerin şövalyelerinden söz eder ama empatisini bastıramaz. Ben dini bir gelenekten geldiğim için, kurumların doğası gereği yozlaşmış — hatta ilahiyatçı Paul Tillich’in dediği gibi — şeytani olduğunu anlıyorum. Ve bu kurumlar sizi ezer. İmparatorluk neredeyse her zaman kazanır. Tarih bunu gösteriyor. Ama buna rağmen bazı insanlar direnmeye devam ediyor.

Oscar Romero’yla birlikte El Salvador’daydım. Babama da sonunda LGBT+ topluluğunun eşit hakları konusunda konuşmayı bırakması söylendi. Ama o bunun yerine kilisesinin bulunduğu Syracuse kentinde LGBT+ topluluğu için bir Paskalya ayini düzenledi. Beni de yanına çağırdı. Ve “Bu muhtemelen beni son kez vaaz verirken duyacaksın” dedi. Ardından şunu söyledi: “Evlilik bir kutsamadır. Heteroseksüel olmanın ödülü değildir. Ve evliliğin kutsallığını tanımayan bir kilise, Hristiyan olduğunu iddia etmemelidir.” Ve gerçekten de onu kovdular.

Bu benim üzerimde çok derin bir etki bıraktı. Irak işgalini eleştirdiğim için New York Times’a çağrıldığımda, bana yazılı uyarı verdiler. Kolay olduğunu söylemeyeceğim, çünkü değildi. Bu benim kariyerimin sonu olurdu ve gerçekten de öyle oldu; artık kara listedeydim. Hiçbir gazetecilik kurumu beni işe almayacaktı. Ama o ofiste otururken bir seçimim olduğunu fark ettim: Ya kariyerime sadık kalacaktım, ya da babama ihanet etmeyecektim. Babama ihanet edemezdim.

New York Times’tan çıkarken ilk defa babamın bana ne verdiğini net bir şekilde anladım: Özgürlük. Ben kim olduğumu anlamak için New York Times’ın damgasına ya da onayına ihtiyaç duymadım. Kim olduğumu biliyordum: Ben babamın oğluydum.

Dr. Maté: Bazen insanlara şunu söylüyorum: Acısız bir seçenek yok. Soru şu: Hangi acıyı seçeceksiniz? Kendini bastırmanın, kendine ihanet etmenin acısı mı, yoksa dışlanmanın ya da cezalandırılmanın acısı mı? Bu sizin seçiminiz. Ama her durumda mutlaka bir bedeli var.

Aaron Maté: Lütfen iki konuşmacımıza teşekkür edelim.


* Scheerpost'ta yayımlanan "Gabor Maté, Chris Hedges & Aaron Maté on ‘Palestine: The Moral Issue of Our Time'" adlı söyleşi Nil Sarrafoğlu tarafından çevrilmiştir.