"Algoritma birbirimize benzememize neden oluyor"

-
Aa
+
a
a
a

Söz yazarı, besteci, müzisyen, şarkıcı, Barışa Rock Festivali’nin kurucularından Yaşar Kurt (Arşak Aspet) ile kendin olmaktan vazgeçmeyerek müzik endüstrisinde var olmayı konuşuyoruz.

""
"Algoritma birbirimize benzememize neden oluyor"
 

"Algoritma birbirimize benzememize neden oluyor"

podcast servisi: iTunes / RSS

Merve Eryürük: Merhaba, Müzik Endüstrisi Naber’e hoş geldiniz. Bu haftaki konuğum; söz yazarı, besteci, müzisyen, şarkıcı, Barışa Rock Festivali’nin kurucusu ve emekçisi, aynı zamanda müzik yapımcısı. Müzik endüstrisinde sayısız şapkası olan konuğumuz, tiyatro, sinema ve diğer alanlarda da üretimleri bulunan Yaşar Kurt. Hemşinli bir ailenin çocuğu olarak İstanbul’da büyümüş; uzun yıllar kendini Laz sanmış, 40 yaşında ise Ermeni kökenli olduğunu öğrenmiş. Köklerine sahip çıkmış, vaftiz olmuş ve adını Arşak Aspet olarak değiştirmiş. Sadece kendi kişisel köklerine değil, toplumsal hafızaya da sahip çıkan, hangi mezhepten olursa olsun kimliklerini gizlemek zorunda kalan herkesin yanında olduğunu cesurca dile getiren biri. Çocukluk hayalini gerçekleştirmiş, alaylı bir müzik insanı. Hoş geldiniz Arşak Bey.

Arşak Aspet: Hoş bulduk efendim, çok teşekkür ederim.

M. E: Biz dinleyiciler sizi Yaşar Kurt olarak tanıyoruz, ancak 40 yaşından sonra kendinize Arşak Aspet ismini uygun gördünüz. Size hangi isimle hitap etmemi tercih edersiniz?

A. A: Yaşar diye devam edelim çünkü aslında Yaşar Kurt’un müzikal hayatından söz edeceğiz ama adımı Arşak olarak değiştirmem konusuna da değinelim tabii. 

M. E: Bu program aslında müzik endüstrisiyle ilgili bir program. Çoğunlukla işin canavarlaşan tarafını konuşuyoruz ama aile köklerinizden bahsetmem, magazinsel bir merak değil ve doğrudan müziğinizle ilgili. Siz müziği hayatınızın sonuna kadar sürdüreceğiniz bir amaç olarak gören birisiniz. Öyle de ifade etmişsiniz, ne mutlu size. Sizin müzik endüstrisindeki geçmişiniz çok uzun yıllara dayanıyor. Politik görüşünüzü ya da kimliğinizi özel bir iletişim yöntemiyle değil, doğrudan müziğiniz aracılığıyla dinleyiciye ulaştırıyorsunuz. Bu da bizim yeni dünyamızda tam da konuştuğumuz konulara denk düşüyor. Siz zoru seçiyorsunuz: Hem kendiniz oluyorsunuz hem de politik görüşünüzü müziğinize katıp cesurca ortaya koyuyorsunuz. Özellikle Türkiye’de bu kolay bir yol değil. Geçenlerde bir arkadaş sohbetinde şöyle bir an yaşadık: Çok sevdiğimiz, işlerini beğendiğimiz bir sanatçıdan bahsediyorduk. Birden durup “Biz ondan neden uzaklaştık?” diye sordum. Arkadaşım “Son dönemde çok sessiz kalıyor” dedi. Ben de “Yani politik görüşünü belirtmedi ya da bu dönemde sessiz kaldı diye eserlerini sevdiğimiz bir sanatçının yanında durmayacak mıyız?” dedim. Arkadaşım “Durmayacağız” dedi, güldük geçtik. Sizin bu cesur duruşunuzla, 90’lı yıllarda “Korkuyorum anne, savaş diyorlar annem bana, öldür diyorlar” sözleriyle hafızamıza kazındınız. Bu şarkının sizi üne kavuşturduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım.

A. A.: Tabii, doğru. O şarkı beni üne kavuşturdu ve en çok bilinen şarkım oldu. 

M. E: Hem de dijital dünyanın olmadığı bir dönemde…

A. A.: Evet, kesinlikle! Hatta o şarkı, ben henüz kaydetmeden önce meşhur oldu. Kadıköy’de küçük bir rock kafemiz vardı. Yirmili yaşlarımızın başındaydık. Benim gibi genç arkadaşlarım vardı, birlikte gitar çalmayı öğrenmeye çalışıyorduk. O dönemde yazdım o şarkıyı. Bir anda çevremdeki insanların gözleri parladı. Şarkıyı duyunca onlar da şarkının gücünü fark ettiler, ben de onların sayesinde fark ettim. Bana “Bu şarkı başına bela açacak” dediler. “Sen gencecik bir adam olarak böyle bir şarkı yaptığın için hayatının geri kalanını tehlikeye atıyorsun” dediler. Ben o şarkıyı bestelediğimde bu cümleleri duydum. 

M. E: Çok enteresan, Cem Karaca bile size “evlat çok sert girme sıkıntı olur” demiş. 

A. A: Evet ya… Engin bizi Cem Karaca ile tanıştırdı. Böyle bir masada oturuyoruz. “Evladım” dedi, “sakın konuya sert girme.” Fakat ben çoktan konuya sert girmiştim. Zaten o yüzden Cem Karaca’nın masasındaydım. Çünkü o da konuya sert giren ve o sertliğin bedelini de ağır ödemiş bir sanatçıydı. Ben de bir “Almancı”ydım. Cem Karaca’nın da uzun yıllar Almanya’da kalmak zorunda olduğunu bildiğim için, o masa benim için çok değerliydi. Çok duygusal bir andı ama mesajı aldım: Bu iş öyle kolay değil, Bülent Ortaçgil’in dediği gibi “bu iş zor Yonca.”

M. E: Peki, siz ne düşünüyorsunuz? Bir dinleyici olarak ben, Yaşar Kurt’un hayat görüşünü, politik duruşunu ve hayata bakış açısını birebir müziğinde görebildiğimi düşünüyorum. Sizce, bugün bir dinleyici ya da müzik endüstrisinin içinden biri olarak, herkesin sesini çıkarması, haksızlıklara karşı durması ve politik görüşünü açıkça ortaya koyması gerekiyor mu?

A. A.: Aslında hayır, herkesin böyle bir şey yapmak zorunluluğunda olduğunu sanmıyorum. Ben kavramsal sanat üzerine çok düşünmüş ve çalışmış biri olarak bir sanatçının geliştirdiği içerikle estetiğin uyumlu olması gerektiğini düşünüyorum. Sizin az önce söylediğiniz gibi bir sanatçının sanatında düşüncelerini de görebiliyorum. Ben yaptığım müziği 90’larda çağdaş olarak tanımlıyordum, demek istediğim geçmişe ait bir müzik değildi. O anda yaşayıp hayatın içinde ürettiğimiz bir müzikti ve belki biraz nostalji kokuyordu ama yine de yeniydi. Yeni olduğu için de mesajları farklı olmalıydı. Mesela insanlar benim şarkı sözlerimi abuk subuk buluyordu, böyle tanımlayanları duydum. Şarkı sözü dediğinizde insanların aklına endüstri gelmez ama ben onlara başka bir şekil sundum ve bunu kabullenebilmek de epey zordu. Ben şarkı söylediğimde gerçekten birilerinin başı ağrıyordu. 

M. E: Muhakkak. Aslında bu soruyu şu nedenle sordum; Toplum, bir şekilde tanınır olan görünür olan herkesten bir şekjilde bir şey söylemesini bekliyor. 

A. A: Evet, böyle bir alışkanlık var. Neden? Çünkü 60’lı, 70’li yıllarda böyle bir tarihimiz var. Ozanlar var, toplumsal mücadeleye müdahil olmuşlar. Cem Karaca örneği var. Sanatçılar, siyasal bir taraf olarak bu toplumda geçmişte bir duruş sergilemiş, bir miras bırakmış ve toplum da buna saygı duymuş. Ben bunu, geçmişteki büyük sanatçıların bıraktığı mirasa karşı bir reaksiyon olarak görüyorum. Yoksa baskı koşullarında “Niye konuşmuyorsun?” demek abes olur. İnsanların neden konuşmadığı ya da konuşamadığı belli. Konuşanın ne bedel ödediği de ortada. Bu yüzden sanatçı arkadaşlarımı çok severim. Konuşmak başka bir şey, yapmak başka bir şey. Bence bir sanatçı, sanatında ve estetiğinde düşüncelerini barındırmalı ama bence yine de günlük politikada bir figür olmak zorunda değildir.

M. E: Artık hayatta her şey politik oldu. Gittiğiniz konserin sponsorunun kim olduğu, bulunduğunuz lokasyon, Kültür Bakanlığı’nın düzenlediği bir konserde yer almak ya da İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin düzenlediği bir etkinlikte sahne almak… Siz hiçbir şey söylemeseniz bile, bunlar ister istemez sizi politik bir yere taşıyor. Sanatçı bunun farkında bile olmayabilir. Diyelim ki bir yerde sahne alıyorsunuz ama oranın sponsoru bir banka o konser ya da festival bambaşka bir şeye hizmet ediyor olabilir. Artık her şey politik.

A. A: Sanat yapmak artık çok zor. Sermaye, bütün alanları kendi reklam tabelasına dönüştürdü. Bunun içinde tüm görseller, tüm işitseller, her şey var. Kim bundan kaçabilir ki? Dolayısıyla bir yerde var olabilmek için elbette sanatçılar sunulan sahnelere çıkacaklardır çünkü kendi başlarına o sahneleri yaratmaları kolay değil. Bağımsız sanatçı olma fikri, aslında bütün bunların dışında kalabilmenin çabasıdır. “Bütün bu tabelaların dışında nasıl kalabilirim?” ya da “Kalırsam ne olur?” sorusunun peşinden gitmektir. Ama kalırsanız da işte şöyle olur: “Ya bu ara hiç sesi çıkmıyor” derler. Çünkü gerçekten sesimiz çıkmaz, o tabelalarda olmamak için.

M. E: Peki Yaşar Bey, bağımsız sanatçı olmak ne demek? 

A. A: Bağımsız sanatçı olmak, aslında en basit haliyle, piyasanın ihtiyaçlarının dışında önerileri olan sanatçı demektir.

M. E: Yani güçlü biri mi? Aslında biz bazen bağımsız sanatçıyı, yapım şirketlerinin çalışmak istemediği için dışarıda kalan ve bu güçsüzlükten dolayı kendine bir alan yaratan kişi olarak da tanımladık. O yüzden size de sormak isterim.

A. A: Doğru, tabii bu da var. Bazı büyük şirketlerle işbirliği yapamayan ama küçük sermayesi olan insanlar, hatta sanatçılar, elbette şirketler kurdu. Bunun daha çok ticari sebepleri vardı. Ama matematiksel olarak başarılı olamazlar; yani “başarı” ne demekse artık. Çünkü plak şirketleri kurumsal firmalardır. Bir sürü bağlantılı müzisyen, yazar, grafiker, stüdyo… Plak şirketleri öyle boş ofislerden ibaret değildir, bir birikimi yansıtırlar. Dolayısıyla “bağımsız” bu anlamda tanımlanabilir ama ben öyle kullanmıyorum. Bugün ise durum çok değişti. Şimdi yapay zeka geldi ve bu bizim üretim olanaklarımızı son derece bağımsızlaştırıyor, maliyetlerimizi inanılmaz düşürüyor. Artık neredeyse sanatçıların bu altyapılı plak şirketlerine bile ihtiyacı kalmayacak.

M. E: İki yıldır program yapıyorum ve bunu sizden duymak da çok tuhaf oldu. Sanatçının kendi başına kuracağı yapım şirketinin sürdürülebilir olmasının mümkün olmadığını söylüyorsunuz. 

A. A.: Tabii sürdürülebilir değil.

M. E: Bunu söyleyince, ki sizinle hemfikirim bu arada, insanlara sanki bir yapım şirketine sempati duyuyormuş ya da bir yapım şirketinin yanlısıymışım gibi geliyor. Halbuki işletme başka bir şey. Yapım şirketleri dediğiniz gibi kurumsal firmalardır. Yaşar Kurt müziğini üretsin; onun nerelerde, nasıl, ne şekilde çıkacağını, ne yapılacağını başkası düşünsün. Dolayısıyla bu cümleyi sizden duymak bana iyi geldi, açıkçası kendimi biraz rahatlamış hissettim.

A. A: Rasyonel olmak lazım, ben de prestijli yapım şirketleri ile çalıştım ve bunu her zaman tercih ettim. Bunun için çeşitli tavizler vermem gerekti, evet. Bunlar bana göre taviz olan şeylerdi ama onları da yaptım. Çünkü o yapım şirketlerinin bana kattığı bir şey vardı. Ama günümüzde, dijital dünyaya ve dijital üretime dönüşmüş olan endüstri, yapım şirketlerinin konumunu biraz zayıflattı. Üstelik son bir yılda çok ciddi gelişmeler yaşandı. Ben de bu konuda adeta bir laboratuvar gibi çalışıyorum. Her ne kadar akustik bir sanatçı olsam da, bu dijital gelişmeleri takip etmeyi seviyorum. Dolayısıyla buradaki tanımlar da değişiyor. Büyük kurumsal firmalar artık yavaş yavaş küçük ofislere dönüşmeye başladı. Geçmişi düşündüğümüzde evet, söylediğim geçerliydi. Çünkü bir firmanın birçok sanatçısı, birçok “gizlisi” ve birçok alanda bağlantısı olurdu. Tek bir sanatçı, kendi kurduğu bir firmada bütün bunları yürütemez. Böyle bir şey mümkün değil.

M. E: Evet, aslında siz de söylediniz; yapay zekanın üretime girmesi, fırsatlar sunduğu kadar tehlikeli durumlar da yaratıyor. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu teknolojinin endüstriye girişini?

A. A: Bu, kavramları altüst eden bir durum. Mesela “Bana şu şarkıyı yazar mısın?” diyorsun, yazıyor. “Şunu çalar mısın?” diyorsun, çalıyor. Daha geliştirme aşamasında bile oldukça iyi sound’lar elde edebiliyoruz. Birkaç yıl sonra bu sound’ların nerelere geleceğini hayal ediyorum. Belki de akustik stüdyolarda kayıt yapmak yerine, bu mükemmelleşmiş sound’ları kullanmayı tercih edeceğiz.Burada esas tehlike birbirimize benzememiz. Hepimiz birbirimize benzeyeceğiz. Estetiklerimiz, anlayışlarımız birbirinin kopyası olacak. Aslında son dönemde endüstrinin yaptığı şey de tam olarak bu.

M. E: Algoritma bizim birbirimizin aynısı olmamıza neden oluyor. 

A. A: Bunlar endüstrinin üretimdeki kolaylığını sağlıyor aslında. Neyse, çok derinlere inmeyelim. Ben ayrıca iktisat, özellikle de üretim iktisadı konusuyla ilgili biriyim. Dolayısıyla işin özü şu yapay zeka her şeyi çok değiştirecek. Hatta sizin sesinizle şarkı söyleyecek yani stüdyoya girip söylemek zorunda bile kalmayacaksınız.

M. E: Sanırım Kanye West son albümünü öyle yapmış diye konuşmuştuk. Yani kendi sesini veriyor, sonra yapay zeka bestesini yapıp onun sesinden söylüyormuş gibi yapıyor. Bizim buradaki seslerimizi alıp sonrasında “Bir şarkı söyletsek nasıl olur?” diye de okutuyor. Çok acayip yerlere gidecek, göreceğiz hayat nereye evrilecek. Çünkü öncesinde de NFT’lerden konuşuyorduk. O dönemi takip etmiş miydiniz bilmiyorum.

A. A: Evet, NFT’yi bir değer olarak takip ediyordum. 

M. E: Bir değer gibiydi ama sonra balon çıktı, bir şey olmadı. Metaverse figürleri vardı, onların da büyük bir şey olacağı söylendi. Bir anda çok parlayan şeyler oluyor, sonra sönüyor. Ama tabii yapay zekanın bunlardan çok daha farklı bir durumu var.

A. A: Eskiden bir miks ajanının yetişmesi yıllar sürerdi. Kulağını geliştirecek, masayı öğrenecek, teknolojiyi öğrenecek… Şimdi ise miks ve masteringi 40 saniye içinde hazır hale getiren bir makine var. Bu süreç üretimi inanılmaz hızlandıracaktır.

M. E: Yapım aşamasında yapay zekadan yararlanmak daha makul görünüyor. Peki, siz yapay zekanın üretim aşamasında kendi pratiğinize dahil olmasını ister misiniz?

A. A: Açıkçası yapay zekanın üretim aşamasında kullanılamayacağını düşünüyorum, o alanda yapabileceği bir şey yok. Benim esas özelliğim, henüz yaygınlaşmamış bazı melodileri ve sözleri keşfetmek. Şimdi bu metni yapay zekaya versem, henüz yaygın olmamış şeylerde bocalayacaktır. Bana göre yapay zekanın malzemesi, zaten yaygın hale gelmiş şeylerdir.. Yaratıcılık ise daha derin bir seçicilik gerektirir. Benim işimi alacağını sanmıyorum ama işimi kolaylaştıracağına eminim. Başkalarının işini ise elinden alacağını düşünüyorum. 

M. E: Muhakkak. Geçenlerde konuşuyorduk; bütün Yaşar Kurt sözlerini ve bestelerini yapay zekaya versek ve “Bir tane beste yap” desek, nasıl bir şey çıkar acaba diye merak ettim. Ben de bunun üzerinde çalışacağım.

A. A: Ben bunu yapıyorum doğrusu. Nasıl söylemesi gerektiği hakkında da yönlendiriyorum ve deniyorum.

M. E: Peki nasıl buluyorsunuz?

A. A: Çok eğlenceli bir oyuncak bence. 

M. E: Evet evet. Çünkü o sizden besleniyor. Algoritmaya önden bir bilgi veriliyor dolayısıyla kafasına göre yapmıyor; sizin verilerinize göre bir şey çıkarıyor. Hiç “aferin” dediğiniz oluyor mu?

A. A: Son dönemdeki işleri beni şaşırttı çünkü beste yaparken, bir yere bir bölüm eklediğinizde orada bir sürü düzenleme gerekir. Onları mükemmel şekilde ve çok hızlıca yerleştirmenizi sağlıyor. Bence bu da çok başarılı.

M. E: İyi bir patron değil ama iyi bir asistan olarak hayatımızda rol alabilir. Şimdi, en başta sormadım aslında es geçtim ama bazen tanımlamalar yapıyoruz. Sizi müzik sektöründe tanımlayan kelimelere baktığımda Türk-Ermeni rock şarkıcısı denmiş, alternatif müziğin temsilcisi denmiş. Sizi anlattığını düşündüğünüz bir tanım var mı?

A. A: Gerçekten yok, öyle bir şeyin beni tanımlaması çok zor. Ben bile kendimi zor tanımlıyorum. Benim asıl ismim Murat. Çocukken aile içinde bana “Murat” derlerdi. Okula başladığımda ise şöyle bir anım var: İlkokulda yoklama yapılıyor, “Murat” deniyor, ben ayağa kalkmıyorum. Sonra “Yaşar” deniyor, yine kalkmıyorum. Kolumdan tutup müdüre götürdüler. “Bu çocuk Murat mı, Yaşar mı? Yanlışlıkla mı bu sınıfa geldi?” diye sordular. Bana, “Senin adın Yaşar,” dediler. “Hayır,” dedim, “benim adım Murat.” Annemi çağırdılar, aile toplandı. “Senin nüfus kağıdında Yaşar yazıyor, okulda sana Yaşar diyecekler,” dediler. “Gerçekten mi?” diye sormuştum. Çok sinirlenmiştim.Ortaokula geldiğimde eve telefon bağlanmıştı. Arayanlar “Yaşar’la görüşebilir miyiz?” deyince kardeşlerim “Yok öyle biri” deyip kapatıyorlardı. Bizim evde “Yaşar” diye biri yoktu. Lisede Yaşar ismine alıştım. Bugün biri bana “Murat” diye seslense, bilirim ki o kesin çocukluk arkadaşımdır ve başka kimse bana Murat demez. Yaşar adına alıştıktan yıllar sonra, bu ismin bana niye verildiğine dair birçok hikaye dinledim. “Arşak” ismi de buradan geliyor. Vaftiz olmak istediğimde tabii ki reddedildim. Ermeni Kilisesi öyle kolay kolay kimseyi vaftiz etmez çünkü misyoner bir kilise değil. Kiliseye bağlı bir aileden gelmiyorsanız sizi vaftiz etmezler. Neyse, uzun uğraşlar sonucu bunu başardım. Belki de bu konuda dünyada ilkim. Vaftiz sırasında, adım Yaşar olduğu için bir arkadaşım bana “Vaftiz ismi olarak Arşak olsun” dedi. Hem kelime olarak Yaşar’a benziyordu hem de kulağıma sempatik geldi. “Tamam, olsun” dedim. “Aspet”i ise ben ekledim. Aspet, Hemşince’de babamın ailesinin Karadeniz’de sığındığı bölgenin adı. Dedem hala orada, bir dere kıyısında yatıyor. “Aspet” atlı süvari demek. Bizim Hemşince’de kelimelerin sonuna tatlı bir ek olarak “-si” gelir; yani “atlı süvaricik” gibi bir anlam katar. Böylece kendime bu vaftiz ismini seçmiş oldum. Kiliseye kabul edildim, rahatça ayinlere girebiliyorum. Müzik dünyam da orada çok genişledi. Ermeni Kilisesi’nin neredeyse binlerce yıllık nota birikimine sahip, müthiş bir müzik külliyatı var.

M. E: Köklerinize sahip çıkmanız müthiş Yaşar Bey. Hepimiz aile köklerimizle ilgili bir şeyler biliyoruz ama genelde ucundan. “Aa ben böyleymişim” der geçeriz. Siz ise adeta yeniden doğmuşçasına, kendinizi baştan tanımlıyorsunuz. 

A. A: Bir şeyler çok gizleniyorsa bu insanın ilgisini daha fazla çekiyor. “Niye bir şey bu kadar gizlenir? Neden bu kadar korkulur? Bu endişenin kaynağı nedir?” diye soruyorum. Beni çeken şeyler biraz böyle. Sonuçta ben bir sanatçıyım ve kültürler beni çok ilgilendiriyor. Karadeniz kültürünü uzun süre çok yüzeysel düşündüm. Kendimi Laz sanıyordum sonra öğrendim ki Lazca, bizim konuştuğumuz dille alakası olmayan bir Svan dili. Hatta onlar başka bir halk, biz başka bir halkız. Fakat bu konularda kimse konuşmuyor, çünkü siyasi nedenler var. Bir amca bana “Oğlum Ermeni olduğunuzu söylemeyin, on sene daha bekleyin,” dedi. Yani “Ermeni” kelimesinden korkuyorlar. Bu bile başlı başına benim için çok çekici bir şey. Nazım Hikmet’i hatırlıyorum “Kardeşlerim, bakmayın sarı saçlı, mavi gözlü olduğuma. Ben Asyalıyım, Avrupalıyım.” Berlin’de Müslüman kimliğinden korkuluyorsa Müslümanım, Türkiye’de Ermeni kimliğinden korkuluyorsa Ermeniyim.Ben yaşadığım toplumda böyle rahat ediyorum ve bu konularda uyum sağlayamam.

M. E: Bu sözler pek çok insana, sevgili dinleyiclerimize de ilham olsun. Programımızın süresi çok kısıtlı. Sizinle önümüzdeki hafta sohbetimize, endüstri üzerine konuşarak devam edeceğiz. Bugün “Kim eziliyorsa, kim sesini çıkaramıyorsa ben oyum,” diyorsunuz. Tüylerim diken diken oldu.

A. A: Evet, tam olarak böyle ve bu benim baştan beri varoluşumu sağlayan, yaptığım işlere beni sürükleyen amaç bu. Toplumda ne az konuşuluyorsa, ne aşağılanıyorsa, ne öteleniyorsa ben oyum. Hep öyle hissettim, sanırım bundan sonra da öyle devam ederim.

M. E: Belki de başta sorduğum sorunun cevabı da bu noktadadır. 90’lı yıllarda dijital dünyanın bile olmadığı, hatta fonogram kaydının bile olmadığı bir dönemde, o şarkınızın ünlenmesinin sebebi o dönemde savaşa gitmek istemeyen genç erkeklerin yüksek sesle söyleyemediği şeyi şarkınızda söylemiş olmanızdır belki.

A. A: Bu kadar basit aslında, şimdi Rakel Dink’in sözlerini hatırlıyorum “Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılmaz kardeşlerim.” Herkes bir zamanlar çocuktu, herkes bir zamanlar masumdu ve bu dünyada kimse suçlu değil, kötü değil. Herkes küçük ayakkabılarla yürüdü ama dünyanın düzeni bizi bu hale getiriyor.

M. E: Kesinlikle. Bu güzel sohbeti burada bölmek zorundayım ama önümüzdeki hafta kaldığımız yerden devam edeceğiz.. Katıldığınız için çok teşekkürler Yaşar Bey. Haftaya tekrar görüşmek üzere.

A. A: Teşekkür ederim.