Emel Armutçu'nun Kısa Dalga web sitesi için Gezi Davası tutuklularının portrelerini çizdiği yedi bölümlük yazı dizisini paylaşıyoruz.
(Bu yazı dizisi 31 Mayıs 2022 tarihinde Kısa Dalga web sitesinde yayınlanmıştır.)
Gezi Portreleri - 1
Mücella Yapıcı: O, bulunduğu ortamı güzelleştirme insanı
18 yılla tutuklandığında, yıllar önce çevre etki değerlendirme raporunu yazdığı Bakırköy Kadın Cezaevi’ne kondu Mücella Yapıcı. Hemen hatırladı binayı ve rapora yazdığı, mesela basacak toprak olmaması, sakinlerinin sürekli elektrik yüklenmesi, deprem durumunda kilit sistemiyle nasıl baş edileceği gibi eksiklikleri…
Onu maalesef biraz geç, Gezi eylemlerinde tanıdık. Taksim Dayanışma’nın sekreteriydi. Arada çıkıp akıllı akıllı laflar ediyor, ağaca yönelen kepçenin önüne filan geçiyordu.
Bir çeşit efsane de olmuştu ki sonradan açılan davada kepçe operatörü kepçesine el koyduğunu, bir yerden bir yere götürdüğünü bile iddia etmişti.
Burada kurum kurum kurumsal biyografisi var: Yüksek Mimar Mücella Yapıcı TMMOB Mimarlar Odası Afet Komisyonu ve İstanbul Büyükşehir Şubesi Kentleşme, Afet Komitesi ve Çevre Etki Değerlendirme Kurulu üyesi… Ama yok, bunlar çok kuru, eksik, onu karşılamaktan uzak. Neredeyse tüm ömrü, formel mimarlığın Roma’dan bu yana hep iktidarlara hizmet etmesine, kadınları, çocukları, yaşlıları korumamasına isyanla; kültür ve tabiat varlıklarını, sağlıklı ve çağa uygun bir şehir hayatını, insanları, geleceği korumaya çalışmakla geçti. Gezi’den önce de ne zaman bir yerde konuşsa, fonda ya aptal bir yapılaşma ya insanların hayatını tehlikeye atan, kültürlerini yok eden bir ‘proje’ vardı. Ama yine yetmez: Çalışkan, sorumluluk sahibi, toparlayıcı, güzelleştirici, feminist, ressam, vakit bulsa yazar, hak savunucusu, muzip, eğlenceli, yoldaş anne, iyi dost Mücella Yapıcı’nın hikayesi çok daha fazlasını hak ediyor.
EN BEKLENMEDİK SORULARI O SORDU
1951 İstanbul’unda üç kız çocuklu bir ailenin birinci kızı olarak dünyaya geldiğinde, ilk cin gibi bakan gözleriyle dikkat çektiğine emin olabilirsiniz. Küçük yaşlarından itibaren ailenin en meraklısı, en ilginç, en beklenmedik soruları soran çocuğu oldu ki bu özelliği halen sürüyor. Okumayı, öğrenmeyi, üzerine bir şeyler katmayı hep tutkuyla sevdi. Bu özelliği de aynen devam. Bizim son yıllarda sadece karakol, mahkeme gibi yerlerde tanık olduğumuz zekâsı, lafı gediğine anında yerleştirivermesiyle de ezelden beri ünlüydü. Bir de başladığı işin peşini layıkıyla bitirmeden bırakmamasıyla… Hattat gibi yazı yazan, karikatürleri yayınlanan babasından geçme yetenekle resim yapmayı, kitap okumayı, örgü örmeyi, ortalığı toparlamayı, kardeşleriyle ilgilenmeyi, el işine göz nuru dökmeyi bir arada yapabilirdi; kardeşlerine bakar ama oynamaz, pek akrabası olmayan annesiyle dertleşmeyi tercih ederdi.
Zirai Donanım Kurumu’nda muhasebeci olan babasının görevi nedeniyle ilkokula Diyarbakır’da başladı, Ankara’da devam etti. İstanbul’a döndüklerinde ortaokulluydu artık. Bu ailede ilkokul, ortaokul, lise ve üniversite dörtlüsü mutlaka bitirilmeliydi. Küçük kardeş Müberra matematik, daha sonra erken yaşta kaybettikleri Müfide tıp okudu. Ama en gurur verici ilk olay, kuşkusuz Mücella’nın ailenin bir eğitim mabedi olarak gördüğü İTÜ’ye girmesiydi.
Herhalde tarihin bir cilvesi olarak, üniversiteye tam 1968 yılında başladı. Kardeşi o zamanlar pek siyasi bir figür olarak hatırlamıyor onu, daha çok, hep proje çizerken hatırlıyor. Ancak o yılların, bugün tanıdığımız, olan bite-meye-n kötülüklere muhalif, toplumun tüm sorunlarına duyarlı, çözüm için elini hep taşın altına koyan, feminist Mücella Yapıcı’nın tüm bunlara gayet uygun hamuruna çok şey kattığı söylenebilir. Mimarlık okumadaki gözle görülür heves ve heyecanını de katarak, “İTÜ’de kendini tamamen buldu” diyor kardeşi Müberra Zöhre.
HYATT REGENCY ONUN SAYESİNDE YÜKSELEMEDİ
Sınıf arkadaşı Memik Yapıcı ile evlendi (fotoğrafta elinde elma olan). Aileye katılan Burcu ve Cansu’ya, “bütün çocukların isteyeceği aşırı demokrat anne” oldu. Toplumsal cinsiyet rollerini hiç takmadığı için o anlamda saçını süpürge etmedi ama hep yanlarında, arkalarındaydı; bazen onları anne yapıp kendi çocuk olmayı da ihmal etmeden. Tabii ki anneliği de eğlenceliydi. Çocuklarına arkadaş, yoldaş, Cansu’ya aynı zamanda meslektaş oldu. Sahada-raporda birlikte çalıştı, birlikte eğlendi, birlikte Gezi’ledi.
Eşiyle ortak ofiste çalışıyorlardı; ’99 depreminde Maltepe’deki ev hasar görünce bir süre ailecek ofiste yaşadılar. Gönüllü hasar tespit çalışmaları, Düzce Umut Evleri projesini yaptılar. Afyon’da çok yönlü bir kimsesiz çocuk yurdu planladılar. Kadınlarla Dayanışma Vakfı ile birlikte Köseköy’de kadınlar için, ana binası ödül alan Yeni Adım Sitesi’ni yaparken, 21 gün içinde kaybetti eşini. Bir hafta sonra, kadınların da çalıştığı inşaatın tepesindeydi; kızı Cansu’nun anlattığına göre “binayı tek başına bitirdi, hayatı örgütledi, çocukları toparladı.”
Ondan önce Fatma Girik’in başkanlığındaki Şişli Belediyesi’nin planlama müdürü olarak Hyatt Regency oteli binasının tarihi üniversitesi Taşkışla’yı geçmesini engelleyendi. Arada da filmdeki rolü için saçını kestiren Girik’in kaşınan başını kaşıdığı oluyordu. Okullar gibi başka pek çok bina projesi yaptı, sonra Mimarlar Odası’nda çalışmaya başladı. Emek ve Saray Sinemaları için mücadele etti. Odadaki işinin yanısıra Oda Tarihinden Portreler sözlü tarih kitap serisini başlattı; dört kitabın söyleşilerini yaptı.
ÇIPLAK ARAMAYI 7 YIL SONRA KONUŞABİLDİLER
Mimarlar Odası’ndayken ve Gezi geldiğinde girdi çoğumuzun hayatına ama o mesela Sulukule’de, Tarlabaşı’nda çok kişinin hayatındaydı zaten. Her birine dokunur, hepsi de onu severdi.
Gezi polisleri hariç! 2013’te kızı Cansu’yla gözaltına alındıklarında ikisine ayrı ayrı “soyun” dedi polis kadın. Bunun neden gerektiğini sordu Mücella Yapıcı, “Burası böyle” cevabı aldı. İkisi de yaşadıklarının ağırlığıyla sustu, birbirlerine anlatmadıklarını, birbirlerinden habersiz avukata anlattılar. Avukat olayı tutanak altına aldı. Mücella Yapıcı bunu başkalarının da yaşamaması için açıklayınca şöyle bir konuşup yine kapattılar.
Yapıcı arama sırasında “utanma” diyen polise gerekeni söylemiş, “Ben niye utanayım, utanması gereken sizsiniz!” diyecek kadar güçlüydü ama kızı ve o yaşadıklarını ancak 7 yıl sonra, dava açıldığında konuşmaya başlayabildiler. Birbirlerine güç verirken, Mücella Yapıcı bir yandan da Türkiye’de çıplak arama olmadığından çok emin açıklamalar yapan AKP Milletvekili Özlem Zengin’e cevap veriyordu: "Öyle mi? Sizde hiç utanma arlanma yok mu? Bir parkı savundum diye beni 60 yaşımda aşağılayıcı bir şekilde çıplak aramaya maruz bıraktınız. Açtığım dava hala devam ediyor. Susun bari."
ÇEVRE ETKİ DEĞERLENDİRME RAPORUNU YAZDIĞI CEZAEVİNE KONDU
Henüz susmaya değil, susturmaya dönük niyetler iyice ortaya konup “tüm yaptıklarının” cezası olarak 18 yılla tutuklandığında, yıllar önce çevre etki değerlendirme raporunu yazdığı Bakırköy Kadın Cezaevi’ne kondu Mücella Yapıcı. Hemen hatırladı binayı ve rapora yazdığı, mesela basacak toprak olmaması, sakinlerinin sürekli elektrik yüklenmesi, deprem durumunda kilit sistemiyle nasıl baş edileceği gibi eksiklikleri… Tabii ki Prison Break’teki gibi bir amaçla değil, en iyi bildiğini, koşulları düzeltmeyi amaçlayarak notlar almaya başladı.
Çocukluğundan bu yana gerekeni söylemesi, ağzını bağlasalar “mmm…” diye söyleyecek olması, genelde haklı çıkması ve asla vazgeçmemesiyle bilinmesini akılda tutarak ‘içeride’ bir karar daha aldığını da söyleyelim: Daha önce vakitsizlikten gidemediği doktorlara bir bir kontrole gitmeye başladı. Neden mi? Lisedeyken “Üç ayda 7 kilo vereceğim” meydan okuması nedeniyle Acıbadem sokaklarında yaz boyu koşarak ve kardeşlerini de koşturarak dediğini yaptığı, bir türlü kullanamadığı bisiklete dört pedallı da olsa 65 yaşında bindiği gibi, bu kez de cezaevinden tamamen sağlığıma kavuşmuş bir şekilde çıkmayı planladığı için!
KOĞUŞTA MASKE İPİNDEN ZİHNİ SİNİR İCATLARI
Yerleştirildiği gazeteci Sedef Kabaş’ın eski koğuşunda, zihni sinir icatlarına da devam ediyor: Her gece saçını maske ipinden yaptığı bigudilere sararak uyuyor, su ısıtıcısının içine yine maske teliyle sarkıttığı karton bardakta süt ısıtıyor, kahvesine koyuyor. Bir de bulduğu muşambadan yaptığı klozet kapağı var; fistolu.
O bir toparlama, bulunduğu ortamı güzelleştirme insanı. İnce zevki, sade ama şık tarzı, eğlenceli, çokça muzip haliyle her şeye, herkese dokunmayı sevdi hep. Ortama şöyle bir bakıp tek sözüyle tamamen değiştiren gücünü, çizdiği projelerde 10 yıl sonrasını da gözeten titizliğini hesaba katarsak, Gezi’de yaptığına da hükümeti devirmeye, Gezi’yi finanse etmeye çalışmak filan değil; düzelttiğinde “o oda bu oda mı?” diye sorulmasına neden olan, şehri, insan hayatını ‘düzeltme’ çabası denebilir ancak. Kısacası, işini yapmak! Evde kedi kıvamında yaşamayı, bulaşık yıkarken Türk Sanat Müziği söylemeyi, en çok kendine gülmeyi, eti döküm tencerede 7 saat pişirmeyi, ekle-çevir-pişir yöntemiyle bir malzemeden birkaç çeşit yemek çıkarmayı, Yeşilçam filmlerinden sonra felsefi tartışmalar yapmayı seven bir kadınından başka ne beklenebilir ki.
Son sözü olarak değil ama son olarak, mahkeme heyetine yönelik “Hayatımı onurumla yaşadım, umarım benim yaşıma geldiğinizde siz de aynı onuru duyarsınız” dediğini duyduk.
Yani anlayacağınız, sözünün sonuna daha çok var ve söyleyecek ne çok şeyi. Annesi, anneannesi ve kayınvalidesinin hikayelerini anlatacağı “Annemler” kitabını da aradan çıkarmasını bekliyoruz.
Gezi Portreleri - 2
Can Atalay: Zor zamanların kahramanı
Kadıköy’de de meslektaşlarıyla ortak bir büro açtı; annesi Şükran Atalay’a göre oradan kazandığını, Soma, Aladağ, Çorlu, Hendek gibi mahkemeler için harcadı. “Zor günlerin adamı Can” cümlesini de o zaman kurmuştu. En yakın arkadaşlarının bile haberi olmazdı; bir bakarlardı Aladağ’da kucağında bir çocuk oturuyor, bir bakarlardı Soma’da bir teyze omuzunda ağlıyor.
TMMOB Mimarlar Odası’nın, insan haklarının, iş cinayetlerinde, katliam gibi kazalarda göz göre göre öldürülenlerin ve yakınlarının, Emek Sineması’nın, kent ve doğanın, Gezi’nin, Validebağ’ın, susturulmaya çalışılan gazetecilerin avukatı, aktivist, Taksim Dayanışma üyesi, Sosyal Haklar Derneği yönetim kurulu üyesi…
Can Atalay, Gezi’den önce de Gezi sırasında ve sonrasında da hep aynı yerdeydi. Yakın dostu, gazeteci Timur Soykan’ın benzetmesiyle, avukatlık cübbesini bir süper kahramanın pelerini gibi giydi. Aman duymasın, konu toplumsal meseleler, haksızlıklar, adaletsizlikler olduğunda okuduğu on binlerce sayfadan süzdüğü hukuk dili çözülüyor, yer yer sesi yükseliyor ama kendisini azıcık övmeyegörsünler, yüzünün kızarması ile sakalını kaşımaya başlaması arasındaki bir saniyede konuyu değiştiriyor.
Annesi Şükran Atalay’a göre, “zor günlerin adamı”; ona şu zamanların gerçekleşmesi en zor isteğiyle, hakkınızı aramak için gelin! Şu an değil tabii, önce başınızın üzerindeki kapaklar açılsın, kendi hak maskesini taksın, sonra sizinkilere de yine sıra gelecek…
OKUMAYI ÖĞRENMEDEN ÖNCE OKUMAYA BAŞLADI
Şerafettin Can Atalay 24 Mart 1976’da, bankacı bir anne ve muhasebeci bir babanın tek çocuğu olarak İstanbul’da doğdu. İlk ismi, 1971’de, inşaat işçilerini sigortalı yapmaya girişen TİP Amasya İl Başkanı’yken siyasi bir suikastle öldürülen amcası Şerafettin Atalay’dandı.
Kimbilir, belki hakça bir yaşam mücadelesi de biraz ondan, biraz anne ve babadan… Babası Mustafa Atalay da uzun yıllardır diyalize bağlı yaşamasını, TİP’li olduğu için 12 Eylül döneminde sakıncalı olarak yaptığı askerliğe ‘borçluydu.’
Ama küçükken burnundan dolayı laz diye sevilen, Trabzon Spor 38 yıl önce şampiyon olduğunda babasının götürdüğü Beşiktaş tribününü terk edip tek başına Trabzonluların yanına geçen -gerçi sonra yine Beşiktaş’ta karar kılan- Can’ın doğuştan kendi getirdikleri de vardı mutlaka: Gittiği yuvada yemek yapan Dürdane teyze, temizlik yapan Meryem Teyze onun için hep çok değerli oldu. Annesi apartman görevlisine azıcık yüksek sesle konuşsa, içeriden koşar gelir, eteğinden çekiştirirdi.
Çocukluğu ve ilk gençliği Kadıköy’de geçti. Dört yaşındayken gelen 12 Eylül nedeniyle bir süre babasından ayrı yaşamak zorunda kaldı; annesi de gidecek diye korkmuş da olabilir. Ama bu okuma-öğrenme sevgisini babasından kazanmasına engel olmadı; şimdi başucunda üç kitapla yaşasa da okumayı öğrenmeden önce de okumuştu o. Bir misafir geldiğinde “Sana şu masalı okuyayım mı?” diye sorar, koşup kitabı getirir, okurdu. Misafir o yaşta nasıl okuduğuna şaşarken, babasının okumalarından ezberlediklerini sıraladığını bilemezdi.
LİSEDE ‘FLÖRT FAHİŞELİKTİR’ EYLEMİ
Anne babasının çevresi dolayısıyla Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Can Yücel gibi amcalarla, Sıdıka Su gibi teyzelerle sohbetleri olmuştu. Ortaokul yıllarına geldiğinde Ruhi Su türküleri dinliyor, Nazım Hikmet şiirleri okuyordu. O yüzden ortaokuldaki yeni ortama kolay alışamadı, sıra arkadaşlarıyla dil tutturmakta zorlandı. Annesinin çarşıya gidip o günlerin popüler sanatçılarının albümlerini alması gerekti.
İlk yurtdışı dil kampına 12 yaşındayken gitti; hatta o gün bavulunun başına bir şeyler gelmiş, bağlamak zorunda kalmışlardı. Annesi, bu yaşta çocuğun bununla nasıl baş edeceğini düşünedursun, o bavulu aynı şekilde, eksiksiz geri getirdi, aklında havaalanında yabancı ülkeye girerken yapılan AB üyeleri, diğer ülkeler ayrımı kalmıştı.
Lisedeyken mahalle futbol takımın kalecisiydi. Ama Can Atalay’dı o, pop dinlemek de bir yere kadardı. Dönemin Devlet Bakanı Cemil Çiçek’in “Flört fahişeliktir” ‘beyanatı’nın, kadınlar arasında yarattığı öfke bulutlarından biri, yağmur olup Can’ın kafasına damladı.
Bir arkadaşıyla birlikte Cumhuriyet gazetesinden kestiği kupürü okulun panosuna asmış, altına da “Kız arkadaşlarımıza böyle bir şey söylenemez” gibi bir yorum yazmışlardı. Öğretmen sorgulayınca ‘suçu’ tek kabul edenin Can olduğunu söylemeye gerek var mı?
BIÇAK ÇEKENE, BIKTIRANA KADAR NASİHAT
Sıra üniversiteye geldiğinde hangi mesleğe uygun olduğunu öğrenmek için, ailesinden habersiz bir danışmanlık şirketine gitmiş, yapılan testte ilk sırada hukuk çıkmıştı. Aslında aklında tiyatro vardı; okulda pek çok oyunda rol almıştı. Bir gün bu konuyu konuşma şansı bulduğu Genco Erkal’ın, şaka yollu, “Babanın satacak çok mülkü varsa tiyatrocu ol” demesinden etkilendi mi bilemiyoruz, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girdi.
Üniversiteye girene kadar düşündükleri, sonrasında düşüneceklerinin garantisiydi: Okulun kitap standı kuran, paneller düzenleyen, siyasi tartışmalar yapan öğrencilerden biriydi artık. O sırada İletişim’de okuyan Timur Soykan’a göre hiçbir zaman “birşeyci” olmadı; ama bağımsız bir karakter olarak örgütlüydü. Herkese, yapılacak iş varsa koşan, emek harcayan, kollayan iyi bir yoldaş oldu.
Ülkede sol siyaset yapmanın tehlikeleri malum, o da nasibini aldı tabii; çok saldırıya uğradı, tehdit aldı. Ama onun bunlara verdiği karşılık açısından bir örnek yeterli olabilir: Ülkede başka bir kesimin nasıl ‘siyaset’ yaptığı da malum, okul koridorunda bıçaklı bir öğrenci belirdi bir gün, bir diğerinin Can’ı gösterdiği görüldü ve “vur onu” dediği duyuldu. Neyse, arbede çıktı, Can kurtuldu, bıçak polise teslim edildi. Bıçağı tutan öğrenci ise Can ve arkadaşları tarafından her gün kendi gittikleri kafeye götürüldü, nasihat üzerine nasihat dinledi, “abi ben zaten istemiyordum” dediği günlerde ortadan kayboldu.
DOKUNAN YANDI, OKUMAYAN KALMADI
Mezun olduktan sonra birkaç yıl çalıştığı NTV Hukuk Departmanından kovulmasında, bir dönem Fethullah polislerinin peşine düştüğü, gazeteleri basarak kopyalarını sildirildiği, henüz yayınlanmamış İmamın Ordusu kitabının yazarı Ahmet Şık’ın avukatı olmasının payı büyüktü. Avukat Fikret İlkiz’le birlikte ayrılmaya zorlandı, kovuldu ve bir yandan tutuklanan arkadaşı ve müvekkili Ahmet Şık’la görüşmek için Silivri’ye gidip gelirken, bir yandan kitabı tamamlayarak “yok ettirmemek için” çalışan arkadaşlarına destek oldu. Telekulakların ve polis baskısının -yine- yoğun olduğu o günlerde biraz tedirgindiler.
Timur Soykan nasıl ‘ayıldıklarını’ şöyle anlatıyor yıllar sonra: “Can’la buluştuk, hep yaptığımız gibi sağa sola arkaya bakındık. Sonra durduk. ‘Yahu ne yapıyoruz, bomba mı hazırlıyoruz, yoo biz kitap hazırlıyoruz’ dedik.” Evet, sadece kitap hazırlıyorlardı, Erdoğan ‘bombadan beter’ dese de o bir kitaptı, sivil itaatsizlik ve yoğun bir çabayla ve çaba gösterenlerin deyimiyle kitap ‘özgürleşti’, Ahmet Şık’ın evinden götürülürken bağırdığı ‘Dokunan Yanar’ adını aldı.
Askerliğini yaptıktan sonra Mimarlar Odası’nda çalışmaya başladı. Kadıköy’de de meslektaşlarıyla ortak bir büro açtı; annesi Şükran Atalay’a göre oradan kazandığını, Soma, Aladağ, Çorlu, Hendek gibi mahkemeler için harcadı. “Zor günlerin adamı Can” cümlesini de o zaman kurmuştu. En yakın arkadaşlarının bile haberi olmazdı; bir bakarlardı Aladağ’da kucağında bir çocuk oturuyor, bir bakarlardı Soma’da bir teyze omuzunda ağlıyor. Timur Soykan’ın deyimiyle acıları yaşadı hep, bir vicdan çıpası gibi hep oralarda durdu, geri adım atmadı, tersine üzerine gitti.
COŞKU ONUN DİĞER ADI…
Mahkemelerde konuşan, evet, hukuku yalayıp yutmuş, her bir davanın yüzlerce sayfasını sorumlulukla okumuş, gerçek adaleti arayan bir avukat ama aynı zamanda üç dört yaşlarından itibaren Dürdane ya da Meryem teyzeyi koruması altına alan çocuk Can gibi…
Tıpkı 13-14 yaşında arabadan inerken çarpıştığı ve hemen özür dilediği koca adamdan sıkı bir yumruk yediğinde şaşıran ve inanılmaz bir haksızlık duygusu yaşayan Can. O haksızlık duygusunun son yıllarda inanılmaz acımasız, pervasız ve alay eder gibi yaşatılmasına bir isyan, mahkemelerdeki çıkışları. Ancak o çıkışlar, asla hukukun sınırlarını aşmayan bir titizlikle girdi tutanaklara.
Her türlü temel haktan yoksun, “ölümüne” çalıştırdığı 301 maden işçisinin davasında, maden patronunun pervasız küstahlığına dayanamayıp hukuka davet ederken arkasında olduğu masayı yumruklayan ama devlet malına değil kendi eline zarar veren bir coşkuydu onunki. Evet, coşku onun diğer adı olabilir; her şeyi heyecanla ama temiz, sahici yaşadığını, çıkışlarının asla öfke krizi değil, koruma-savunma kaygısı olduğunu söylüyor arkadaşları. İnanmayan, gergin geçen tüm duruşmalarının hukuk dersleriyle dolu tutanaklarına bakabilir.
ŞİMDİ O TUTUKLU…
Yıllardır ‘tutuklanması muhtemel’ arkadaşlarına kol kanat geren Can Atalay’ın, Gezi Davası’ndan aldığı 18 yılla, şimdi kendisi cezaevinde. Hem de yıllarca karşısında mücadele ettiği Fethullahçılara en azından eş durumundan yakın, AKP milletvekili olmak istemiş bir hakimin kararıyla… Gazeteci Mustafa Hoş’un dediği gibi, Gezi Davası’nda Can Atalay’a verilen ceza, aynı zamanda Çorlu’da trende öldürülenlere, Aladağ’da yakılan çocuklara, Soma’da ölüme gönderilen madencilere, Hendek’te havai fişeklere kurban edilen işçilere de verildi.
Ona bırakılsa cezaevinden de mesleğini sürdürecekti. Dün karara bağlanan -ve 11 çocuğun ölümüne neden olanların bile Can Atalay’dan daha az ceza aldığı- Aladağ davasında, göz göre göre yakılan çocukların aileleri “O ne yaptı da 18 yıl ceza aldı, biz avukatımızı istiyoruz” dediler. Aladağ gibi Çorlu’daki tren katliamı davasına da SEGBİS üzerinden katılmak için başvurmuştu, kabul edilmedi. Dört yıldır bekledikleri-hak ettikleri adaleti bulamayan Çorlu aileleri, yanlarında değil, içlerinde olan avukatlarından da oldular. Ama onlar da onu bırakmadı; mahkeme öncesi kaybettiklerinin adını anarken onu da andılar:
-Can Atalay!
- Burada!
Gezi Portreleri - 3
Tayfun Kahraman: İstanbul’u plan plan, bina bina bilen adam
Alanında otorite olması, biraz da İstanbul’u plan plan, bina bina bilmesinden, kanun maddelerinin fıkralarını gerektiğinde bellediğinden çıkarıp masaya koymasından geliyor. Televizyonda bir haber, bir film izlerken, izlediğinden çok fondaki mekana dikkat kesilince, bu kaçınılmaz oluyor.
Şehir plancısı, akademisyen, bürokrat. Yıllardır en içinden çıkılmaz kent planlaması/hukuku metinlerinin efendisi; yıllardır TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi yönetiminde, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde pek nadir bulunan uzmanlığını konuşturdu.
Ayrıca planlama medyasında da yer aldı; Planlama Dergisi'nin editörlüğünü yaptı. Diğer tutuklanan arkadaşları gibi, Gezi'den önce de sonra da aynı yerdeydi; Haydarpaşa'nın, Validebağ'ın kurtarılmasında, korunmasında önemli bir rol oynadı.
Gezi döneminde hem Kültür ve Turizm Bakanlığı Koruma Bölge Kurulu'nda uzman, hem de mesleği ve hayata bakışı gereği Gezi'de, yani parkın, insanlar, ağaçlar yararına korunması tarafındaydı.
Olaylar ve korkular büyürken hükümet ile protestocular arasında bir iletişim sağlanması için çalışanlar arasında yer aldı. Bu görüşmeler için araç gönderilerek alındı, toplantılara katıldı. Sonrasında bakanlıktaki görevinde ancak bir yıl daha kalabilirken, 9 yıl sonra uzlaşma sağlayabilmek amacıyla aynı masaya oturduğu hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs suçlamasıyla 18 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Oysa sadece işini yapıyordu, işi de bir şehir plancısı, meslek odası temsilcisi olarak, kent merkezinin son yeşil alanlarından birinde ortaya çıkması muhtemel tahribatı önlemekti.
FELSEFE OKUYACAKTI, PLANLAMANIN FELSEFESİNE DALDI
14 Mayıs 1981 tarihinde İzmir'de, Bulgaristan'dan 1972 yılında Türkiye'ye göçmüş bir ailenin üçüncü çocuğu olarak doğdu. İnşaat ustası babası, hamur işlerinde uzman annesi ve iki kardeşiyle, bir ucu İzmir'deyse bir o kadarı Bulgaristan'da kalmış geniş, birbirine bağlı, uzun sofralarda buluşulan bir aileye mensuptu.
(1988 İlkokul birinci sınıf - Yıldırım Beyazıt İlkokulu - İzmir)
Eğitim hayatının daha ilk yıllarında öğretmenlerinin dikkatini çeken, kentte iyi okullarda okutulması önerilen bir çocuktu; hem ailesinin hem öğretmenlerinin gözbebeğiydi. İzmir Atatürk Lisesi'ni bitirdikten sonra, çok okuyan, düşünen bir genç olarak Boğaziçi Felsefe'ye girmek istedi.
Ancak Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nin kampüsü aklını çeldi, ayrıca biri kulağına, planlamanın da bir felsefesi olduğunu fısıldadı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü'ne girdi. Aynı okulda kent planlama alanında yüksek lisans yaptıktan sonra, bir de İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi doktorasını tamamladı.
İSTİSNA MEKAN: HUKUKUN EŞİĞİNDEKİ KENT
Sonradan anlaşılacaktı ki felsefeyi sevse de uygulamacı yanı ağır basıyordu. Planlamanın sadece teorisine değil, uygulamasına ve hukukuna da derin dalışlar yaptı, alanındaki nadir - uzmanlardan biri oldu. Ve felsefeyi de çalışmalarında kullandı; karmaşık felsefi metinlerin içinden kolayca çıkabildiği gibi, sürekli değişen, güncellenen sıkıcı kent hukuku metinlerinden de çıkabildi.
(26. Dünya Şehircilik Günü Kolokyumu: Yoksulluk, Kent Yoksulluğu ve Planlama - 2002 yılı)
Nazi Almanyası'nın Anayasa Hukukçusu Carl Scmitt'in "olağanüstü hal", İtalyan siyaset felsefecisi Giorgio Agamben'in "istisna hali" kavramlarının izini sürerek, kentin 'istisna mekan'larını yeniden kavramsallaştıran bir kitap da yazacaktı. İstisna Mekan: Hukukun Eşiğindeki Kent adını verdiği kitap, kent mekanları üzerindeki otoriterliği sorguluyordu. Afete karşı dönüşüm adı altında, asıl büyük risk taşıyan binaları değil, tamamen 'rantsal duygular'a hitap edenleri dönüştürmeyi buna örnek olarak gösteriyordu. Planlama mesleğinin hem akademisinde hem uygulamasında hem yönetimi ve organizasyonlarında yer aldı.
HABERİ DEĞİL FONDAKİ MEKANI İZLEYİNCE…
Alanında otorite olması, biraz da İstanbul'u plan plan, bina bina bilmesinden, kanun maddelerinin fıkralarını gerektiğinde bellediğinden çıkarıp masaya koymasından geliyor. Televizyonda bir haber, bir film izlerken, izlediğinden çok fondaki mekana dikkat kesilince, bu kaçınılmaz oluyor. Bir de planlara itiraz etmede gayet mahir olduğunu, konuyla ilgili herkes biliyor.
İlgilendiği alanın yansıması mı bilinmez ama aşırı derecede, belki insanı çatlatacak kadar soğukkanlı bir insan kendisi. Yani birlikte çalıştığı arkadaşı Can Atalay'ın tam tersi! Yıllar önce satın alacakları ev için kaparo alan, sonra da satışı iptal edip kaparoyu iade etmeyen emlakçıya sakin sakin 'peki' demiş. Dava açarak bir süre sonra hakkını almış. Yani sakin, soğukkanlı olması, öfkelenmemesi, mücadele etmediği anlamına gelmiyor; o Validebağ, Gezi gibi, Kuzey Ormanları'nın, Haydarpaşa'nın da sakin gücü. Her şeyi hukuk aracılığıyla çözmeyi seçenlerden. Gezi'den sonra bir ay Gaziantep'e sürülse de yıllar sonra tutuklansa da hukuk...
O yüzden o da içerideki zamanını çalışmaya, mesleğine devam etmeye ayırıyor, diğer davadaşları gibi. Hem ceza aldığı davayı, hem de İstanbul'da başına kimbilir neler gelmesi muhtemel çeşitli alan ve binaların dosyalarını... İstanbul Büyükşehir Belediyesi de en kısa sürede işinin başına döneceğini söylüyor.
‘BABAM ORADA YEMEK YİYOR MU?’
Tutuklandığında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde kent planlama dersleri vermesinin yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediyesi Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Daire Başkanlığı görevini yürütüyordu. Yani İstanbulluların depreme karşı güvenliği ona emanetti. Üç yaşındaki kızı Vera ise annesine...
Babası ve "Can dayısının' beklenmedik bir iş sorunu çıkmış, bu sorunu çözmek için bir süre başka bir yerde misafirlikte olacaklardı. Vera şimdilik böyle bilecekti.
Kapalı görüşte yan tarafta annesiyle görüşen Can Atalay'ı gören Vera, ikna olur gibi oldu. Ancak açık görüşte babasıyla uzun masalarda görüşüp herhangi bir yemek servisi olmayınca, "Babam orada yemek yiyor mu?" diye sorgulamaya başladı. Yetişkin insanların anlayamadığı şeyleri çocuklara anlatmak imkansızdı. En son 23 Nisan'da beraber uçurtma uçurmuşlardı; babası şimdi uçurtmaları vurdukları yerdeydi.
Yine de umudunu hiç yitirmedi; ne Tayfun ne de eşi Meriç Kahraman, arkadaşları Can gibi, Mücella gibi... Sonuçta iş gereği değilse de mesleki sorumluluk gereği oradaydı. Hayatı elleriyle, tırnaklarıyla kazanan bir ailenin çocuğu olarak, rantın karşısında, hayatı elleriyle, tırnaklarıyla, zihinleriyle kazanan insanların; börtü böceğin, kuşların, ağaçların yanında durdu.
Sosyalist düşünceyle tanıştığından itibaren, özgürlükçü, toplumcu düşüncelerle yetişen ve öyle yaşayan bir şehir plancının yapması gerekenleri yaptı; tıpkı toplumcu bir mimar ya da hak savunucusu bir avukatın yaptığı gibi.
Şehir betonlaşmasın diye, çocuklar parklarda oynayabilsin, uçurtma uçurabilsin diye...
Gezi Portreleri - 4
Osman Kavala: Hayatı boyunca kesintisiz bir nezaket
Ne ‘kızıl’ ya da ‘Türk Soros’tu, ne zengin çocuğu gibi yaşamıştı; 12 Eylül öncesi, daha kimselerde ve modada yokken, eski, yırtık kot pantolonla dolaşan, arabanın arkasına doldurduğu kitapları ‘Anadolu’ya’ götürürken yakalanan, pasaportunu kaybettiği için Peru’da tutuklanan bir solcuydu...
Yakın arkadaşları hariç, yanında çalışanlar dahil herkese ‘siz’ diye hitap eden nezaketi düşünülürse adı darbeyle, casuslukla, hele cebir ve şiddet kullanarak yıkmakla anılacak dünyadaki son kişi olabilecekken, ön sıraya alındı. En afili yaftalar ona düştü: Kızıl Soros, Soros artığı, kızıl milyarder, perde arkası koordinatör, Gezi’nin finansörü ve herkesin nasibini aldığı ‘Bu…’ O hücresinde bunları ‘demokrasi için üzüntü verici’ buldu. Öte yandan, karşı cenahtan gelen ‘özgürlük savaşçısı’, ‘kültür şövalyesi’ gibi mübalağalı sıfatları da alıp başında taç gibi taşıyacaklardan değildi. Bir kendi -özgür- haline bırakılsa, olmasını istediği hayat için hiç gürültü çıkarmadan, belki her zaman yaptığı gibi sessizce gülümseyerek çalışmaya devam edecekti. ‘İş insanı’ olarak kendisi ve ailesi -gerektiğinde söyleyenler gibi devleti- için değil, bir sivil toplum aktivisti olarak, tüm toplum için…
En iyi yaptığı şey dernek, vakıf, inisiyatif vb. kurmak, yönetiminde yer almak, proje geliştirmek -bizzat uygulamak, toplumun akla gelebilecek her gediğini gönüllü olarak kapamak için çalışmaktı.
Açık Toplum Vakfı, TESEV, TEMA, Tarih Vakfı, Helsinki Yurttaşlar Derneği, Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, Türkiye Sinema ve Audiovisuel Kültür Vakfı, kurucusu, yöneticisi ya da danışmanı olduğu vakıflardın sadece birkaçıydı. Ne kızıl ya da Türk Soros’tu, ne zengin çocuğu gibi yaşamıştı; 12 Eylül öncesi, daha kimselerde ve modada yokken, eski, yırtık kot pantolonla dolaşan, arabanın arkasına doldurduğu kitapları ‘Anadolu’ya’ götürürken yakalanan, pasaportunu kaybettiği için Peru’da tutuklanan bir solcuydu.
Herkesi iyi dinlemekle kalmayan ‘her düğümü çözme’ çabası, sınırsız sorumluluk duygusuyla, fuara kucağında kitap taşıyan, protokolde olması beklenen etkinlikte koltuğunu yersiz izleyiciye verip merdivenlere oturan biri oldu. Adı sık sık ya bir bağımsız filmin jeneriğinde ya çocuklar için yazılmış bir kitabın künyesinde, farklı çevrelerin gittiği farklı etkinliklerde geçti ama müze açılışından anma toplantısına, çok şeyin içinde olmasına rağmen ortalıkta hiç görünmedi.
Daha çok, kimselerin o ana kadar nasıl koşuşturduğunu bilemeyeceği, kenardaki katılımcıydı. Ne var ki barış gibi, Kürt sorunu gibi, diyalog gibi ne zaman alkışlanıp ne zaman tavayla ezileceği belli olmayan kavramlarla olan derdi, eğitimi ve çalıştığı alanın iyice genişlettiği uluslararası ilişkileri, belki bu kadar görünmez olmaya çalışması da etrafında gizemli ve kara bir efsane örülmesini müsait kıldı. Ama polis fezlekesi, ama köşe yazısı kimi yayınların da yardımıyla senaryo son halini alıp iddianamelere girdi.
Verdiği her destek, yaptığı her iyilik, itinayla, en ağırından cezalandırıldı.
KOLEJDE BİR ‘HIRPANİ’
2 Ekim 1957‘de, annesi Necla Kavala’nın kızkardeşini ziyarete gittiği Paris’te dünyaya geldi. Çocukluğu ablası ve kuzenleriyle birlikte Elmadağ, Şişli ve yazları Göztepe’de geçti. Dedesi Hacı Tahir Kavala, Yunanistan’ın Kavala kentinin bir köyünde tütün çiftçisiyken kardeşiyle birlikte 1924 mübadelesinde Türkiye’ye göçüp Darıca’ya yerleşmişti. Darıca’da devam ettiği tütün işini geliştirmiş, oğlu -Osman Kavala’nın babası Mehmet Kavala’ya bırakmadan önce iyice büyütmüştü.
Yaptırdığı cami ve okulu Darıca’da bırakarak İstanbul’a taşındıktan bir süre sonra işleri devralan Mehmet Kavala, tütün ihracatına, özellikle dönemin Doğu Bloku ülkelerinden aldığı araba, traktör, dikiş makinesi, motosiklet, iş makinesi, asansör, lokomotif gibi araçları satmayı ekledi. İshak Alaton iş hayatına Mehmet Kavala’nın şirketinde başlamıştı.
Kuzeni Zeki Türkkan’ın anlattığına göre, Şişli 19 Mayıs İlkokulu’nu bitiren, hayvanlar ve tabiatla, bir de Fenerbahçe’deki balıkçılarla bir arada olmayı çok seven bir çocuk olarak büyüyen Osman Kavala’nın bu işlerle hiç işi olmadı. Robert Kolej’e, o zamanın zengin oğlan/fabrikatör çocuğu klişelerini alt üst eden haliyle girdi. Bir lise arkadaşına göre “bir yandan onu olduğundan daha küçük gösteren çocuksu şakacılığı, öte yandan bir anda yaptığı beklenmedik derinlikte yorumlarla” şaşırtırdı.
O zamandan beri dostu olan Yıldırım Türker de ilk başta onun da bu zengin çocuklarının okuduğu okula, kendisi gibi orta sınıf bir aileden geldiğini düşünmüştü. İlk bakışta giyim kuşamı, -paspal diyen de vardı- “basbayağı hırpaniydi.” Tabii mesele kılık kıyafet değildi; arkadaşlarıyla paylaştığı öğrenci evlerinde, Anadolu’ya giden yollarda, boykotlarda “bildiğimiz” solcuydu. 12 Eylül darbesinin ertesi günü Bodrum’dan apar topar evine dönen Türker, babasıyla onu evdeki Lenin, Marks külliyatını çatıya saklarken bulmuştu.
ODTÜ’ye de birlikte girdiler. İşletme bölümünde okurken iki lise arkadaşıyla paylaştığı birinin babasına ait ev, sakinlerinden biri olan Sedat Ergin’e göre bir öğrenci evinden çok fazlasıydı: Herkes kendi çevresinden birilerini davet ettiğinden çok farklı kesimlerden insanın bir araya geldiği büyük buluşma mekanı… Öğrenciler, öğrenci hareketlerinden temsilciler, evin dördüncü sakini Ümit Aktan aracılığıyla TRT çalışanları, gazeteciler, müzisyenler, tiyatrocular… Tabii ki yeme içme eşliğinde edebiyat sohbetlerinin yanısıra uzun siyasi tartışmalar… Tartışma ve kalabalık kısmında Kavala’nın merakı ve ‘networking’ meziyetlerinin payı büyüktü. İstanbul’da ailesinin yaşaması için ayarladığı evi, toplama eşyayla doldurdu. Bir koltuk takımı bile yoktu, taksiciyle yüksek ücret için tartışabilir, gelen projeleri cömertçe desteklerken etkinlikteki mika bardakların ucuz olanının alınmasını ister, tatilini pansiyonlarda yapardı. Çünkü onun para saçtığı tek alan, sivil toplum çalışmaları olacaktı.
İŞ İNSANI OLMAYI HİÇ İSTEMEDİ, 22 YILDIR DA DEĞİL
12 Eylül öncesi şartlar nedeniyle babasının isteğiyle ODTÜ’yü bırakıp Manchester Üniversitesi’nde ekonomi lisansı yaparken de öğrenci hareketlerinin içindeydi. Aynı şekilde New York’ta The New School for Social Research’te yüksek lisanstayken de… Ancak o yarım kaldı. Babası Mehmet Kavala’yı ani bir şekilde kaybedince, İstanbul’a dönmek ve hiç istemediği halde aile şirketlerinin başına geçmek zorunda kaldı. Yıl 1982’ydi. Türkiye askeri bir darbe eliyle ya mezarda/darağacında ya cezaevinde ya da evinde-işinde baskı altındaydı. Daha ailesine döndüğünü söylemeden arkadaşı Yıldırım Türker’e gitti; zorunlu kartvizit gibi adının başına yapıştırılan şeyi, “iş insanı” olmayı istemiyordu. Belki, onun insanlığı ona yettiğinden… Türker’in yazdığına göre bu başına gelen bir kazaydı, incinmişti, kaçıp kaybolmak istiyordu.
Arkadaşının onu, bunun ‘hayırlı’ bir iş olabileceğine ikna etmesi günler aldı. Oldu, bir dönem şirketlerle ilgilendi ama yine de en derinden bağlandığı asıl işine, sivil toplum çalışmalarına daha çok zaman ayırdı. Hala, Soros’lu ya da Soros’suz, adının başına ‘iş insanı’ yazıyor medya, sanki inat yapar gibi. Ama 2000 yılında şirket işlerinden tamamen uzaklaşmıştı.
Kaldığımız yerden devam edelim; devraldığında onca şirketle ne yapacağını bilmiyordu, hiç düşünmemişti! Henüz 25 yaşındaydı. Gerçi hiç öğrenemedi ama kravatla o güne kadar bir ilişkisi olmamıştı. Bir holdingden çok aile şirketleri gibi çalışan, doğrusu pek profesyoneli de olmayan şirketleri yönetmek için, çevresindeki dostlarından destek aldı. Türkiye’yi ‘80’lerin ilk kişisel bilgisayarlarından Commodore 64’le, ‘90’larda KVK Turkcell girişimi üzerinden cep telefonuyla o tanıştırdı. Alıp satma işlerini tasfiye edip teknolojiye yöneldi. Ancak erkenden gelecek vadeden pek çok yatırımı ve varlığı, alışık olmadığı, tercih etmediği iş dünyasının bazen kirli, bazen karanlık çarklarında kayboldu. Neyse ki onun için önemli olan bu değildi.
CARETTA CARETTA’LAR İÇİN OTEL PROJESİNİ BIRAKTI
Dalyan’daki otel yatırımını Caretta Carettaların yumurtalarını bıraktığı yer olduğu için durduran Türkiye’nin -herhalde- ilk ve tek iş insanı olmuştu. Daha doğrusu, sessiz, ışıksız, Caretta Carettaların doğal yaşamını etkilemeyecek bir tesis planlamasına rağmen vazgeçti. Ne âlâ, tam istediği şey; otel işini bir kenara bırakıp deniz kaplumbağaları için çalışmaya başlamıştı hemen. Bu yazının ‘iş dünyasından haberler’ bölümü de böylece bitiyordu.
‘80’lere dönersek, bütün bunlar olurken, Türkiye’nin demokrasi sorununa çözüm aradığı sorgulamalarını epeydir birlikte yaptığı Birikim çevresiyle İletişim Yayınları’nı kuranlar arasındaydı. O zamanki amaç dergi çıkarmak, daha kalabalıklarla tartışmak, birlikte değiştirmekti. 12 Eylül’ün sıcağı sürerken öncelik, sivilleşme, demokratikleşmeye adım atmadaydı. İletişim kitap ve dergi yayınına devam ederken Kavala’nın üye, daha doğrusu yönetim kurulu üyesi olduğu sivil toplum kuruluşlarının listesi uzamaya başladı. Dönemin BİLSAK’ı, tüm zamanların TEMA’sı, Helsinki Yurttaşlar Derneği, Demokrasi ve Uzlaşma Merkezi’nin kuruluşundaydı. Yıllar içinde Türkiye Sinema ve Audiovisual Kültür Vakfı (TÜRSAK), Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı (TESEV), Kültürel Mirası Koruma Derneği (KMKD), Hafıza Merkezi, Tarih Vakfı gibi kurumlar da girdi listeye. Uluslararası Af Örgütü’nün bağışçısı oldu. Avrupa ile Türkiye arasındaki yaratıcı diyaloğun büyük kentler dışında da teşvik edilmesini hedefleyen Kültür İçin Alan’ın kuruluşunda da vardı.
TÜRKİYE KOŞULLARINDA SİNİR BOZUCU NEZAKET
Her birinde, maddi desteğini sunup birkaç ukala öneri ve belki talimat sallayarak uzaktan takip eden alışılmış karakter yerine, dersini çalışan, dinleyen, öneren, büyük küçük bakmadan görev alan ve alanda bizzat emek veren bir karakter olarak varlık gösterdi. Asla kesintiye uğramayan nezaketiyle hep şaşırttı, doğal, burası Türkiye’ydi. Öyle bir nezaket ve sakinlik ki Ümit Kıvanç’a göre özellikle Türkiye koşullarında yer yer sinir bozucuydu. Bana göre de azıcık öfke iyidir, ama yoktu.
2002 yılında kültür ve sanat alanından, iş dünyasından ve sivil toplumdan insanlarla birlikte kültür ve sanat faaliyetlerini desteklemek için Anadolu Kültür A.Ş.’yi kurdu.
Amaç sanatı merkezin dışına taşımaktı, öyle oldu: başta Diyarbakır, Kars, sonra Antakya, Çanakkale, İzmir, Eskişehir, Gaziantep, Van, Batman ve diğerlerinin katılımıyla yapılan sayısız kültür sanat etkinliği, destek, diyalog, geliştirme çalışmaları, AB-Türkiye müzakere sürecinde Anadolu şehirleriyle Avrupa arasına yayıldı. Türkiye’nin dört bir yanında sayısız kültür sanat projesini destekleyen Anadolu Kültür, 2008’de Tophane’de kurulan DEPO -ki gerçekten dedesinin tütün deposuydu- ile İstanbul kültür sanat ortamındaki, ticari olmayan, eleştirel seslere açık, bağımsız bir sanat mekânı ihtiyacını karşılamaya başladı.
Bu yıl 20. yaşını kutla-yama-yan Anadolu Kültür üzerinden sayısız projeyi “destekledi” yetmiyor; konser, sergi, yayın binlerce etkinliğin bizzat içinde çalıştı. Yani desteği, entelektüel katkıdan bağlantılar sağlamaya, maddi destekten sandalye taşımaya, mekan vermekten havaalanında müzisyen karşılamaya çok geniş bir yelpazedeydi. Mesela kalabalık bir toplantıda “onca kitabı arabaya sonra da kitap fuarı alanına taşımama kim yardım eder?” sorusuna bazen tek olumlu cevap verendi, söylenen saatte gelmiş, kitapları taşımıştı. Anadolu Kültür Genel Müdürü Asena Günal, birlikte tuvaletlerdeki çöpleri topladıklarını hatırlıyor ki tanıyan herkesin onunla böyle bir hikayesi mutlaka vardı. Bir keresinde gerçekleşmesini maddi olarak sağladığı büyük konser salonundaki etkinliğin hazırlık çalışmalarında projeksiyon perdesinin yerine kadar fikir beyan ettiğinde, arkadaşından ‘fırça’ bile yemişti.
Değirmendere’de cansız bedenleri ceset torbasına koyduğu Marmara depreminden daha çok çocuklara yoğunlaştığı Van depremine, Diyarbakır ve Kars’ta sanat merkezleri açmaktan dezavantajlı grupların toplumsal hayata dahil olmasına, Ermenistan'la, Avrupa’yla kültürel işbirliğinden Êzîdî çocuklar için eğitim desteğine, mayın tarlalarının temizlenmesinden tahrip edilmiş ve geleceği tehlikede olan kültürel tarihsel varlıklara, yoksulluğun, Kürt sorununun bitirilmesine, her yerdeydi ama hükümet yetkilileriyle görüşmeler hariç hiçbir zaman sahnede ya da protokolde olmadı; neredeyse izleyicilerin arasında da değil, kenarda durdu. Bir arkadaşı ‘diğerkâm’ demişti onun için; içi boşalmış empatiden daha iyi anlatır belki. Ve tevazuu; bazen kendine zarar verecek düzeye çıktığı için arkadaşları buna da sinir olabiliyordu.
AYRAN VE PLASTİK MASAYLA HÜKÜMETİ YIKMAK
Hiçbir şey yapmadıysa, Cezayir Restaurant’ı farklı görüşte ve alanlarda çalışan sayısız sivil toplum kuruluşuna ücretsiz etkinlik mekanı olarak açan Osman Kavala, Açık Toplum Vakfı’nın Türkiye’de faaliyet göstermesine de aynı amaçlarla, desteği genişletmek için önayak olmuştu. Tamamı sivil toplum projelerine giden destekler, yasalara uygun, belgeliydi. O vakıf, kamuoyuna açıkladığı gibi, hükümetin daha önce İstanbul'da memnuniyetle karşıladığı vakıftı.
Ama evet, Osman Kavala Gezi’ye katıldı; mesela duvar yazılarındaki cinsiyetçi küfürleri elinde fırçayla sildi, insanların etrafında dolaştığı kanalizasyonu tamir etmeye çalıştı. Evet, Gezi’yi finanse etti; bazen birilerine ayran, poğaça ısmarladı, etrafında otursunlar diye plastik masalar gönderdi, gazdan korumazdı ama maske gönderdiği de oldu. Ama insan koskoca Soros’un milyonlarca dolarıyla ne kadar ayran, ne kadar plastik masa alabilirdi ve ayran ve plastik masayla hükümet nasıl devrilebilirdi ki!
YAFTALARDAN BİR HÜCRE
Onun için yaptığı çalışmaların tek bir amacı vardı; farklılıklar birbirine karşılıklı anlayış ve duyarlılık geliştirecek, çatışmadan değil bu anlayıştan beslenecek, önyargılar aşılacak, kimlik ve aidiyet gibi kavramlar tartışılacak, bu tartışmalar toplumsal uzlaşmaya katkı sağlayacaktı. Bölgelerarası işbirlikleri güçlenince farklı etnik, dinsel, bölgesel gruplar arasında köprüler kurulacaktı. Barış olacaktı.
Gezi’de içinde insanların olduğu çadırları yakanlar ve köprüleri yıkanlar, 18 Ekim 2017 günü -Macaristan değil- Gaziantep dönüşü İstanbul'da, henüz pist kırıcılarının girmediği Atatürk Havalimanı'nda onu gözaltına aldı. O zamandan beri hücrede; 15 Temmuz darbe girişiminden başlayan suçlamalar, Gezi olaylarını organize etmek, casusluk gibi TCK’dan ‘ya şundadır ya bunda’ usulüyle bulunan maddeler ve birbiriyle alakasız pek çok örgütün arka arkaya sıralanmasıyla devam etti. Dünyaca bilinen sivil toplum kuruluşları ‘üst çatı’, ‘dış yapı’ gibi sıfatlarla suçlamalara karıldı. Birinden beraat edip tam çıkacakken diğerinden tutuklayan, ondan beraat edince ilk suçlamaya dönen parmak, sonunda ‘ağırlaştırılmış müebbet’te durdu.
Bu süreç içinde Cumhurbaşkanından başlayıp mahkemede ve iktidar yanlısı medya ve sosyal medyada devam eden sayısız yaftalama yapıldı. Karara gelene kadar belki de en incitici olan, Kavala’yı linç korosuna, onun gibi dünyayı soldan değiştirme iddiasıyla varlığını sürdüren ve bizzat destek olduğu grupların da katılmış olmasıydı. Bir taraf ‘Soros artığı’ diyorsa onlar ‘Soros çocuğu’ dedi. Hatta öyle olmamasına rağmen ‘sosyal meydan’da kurulan ‘yetmez ama evet’ darağaçlarına asanlar oldu. (Ergenekon, KCK, Balyoz davalarına karşı çıkmış, 2010 referandumunda boykot çağrısı yapan grubun içinde yer almıştı) Bu zamanda “Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için canımı bile veririm” sözü tatlı suların kıyısında romantik bir duvar yazısından ibaretti sadece.
Söylenecek hem hiçbir şey hem de çok şey varken, arkadaşı Yıldırım Türker’in şu Kavala cümlesiyle bitirelim:
“Barış istiyorsak, hak ettiğimiz hayatı zalimlerden koparıp almak istiyorsak Osman’ı bu utanç verici mahkûmiyetten kurtarmak zorundayız. Yoksa topluca müebbet zulme çarptırılacağız.”
Gezi Portreleri - 5
Ali Hakan Altınay: Bu yaz çocuklara yaz okulu yapmayı planlıyordu
Hakkında 18 yıl karşılığı suçlar aranırken Ali Hakan Altınay, insanların muhabbet ve müştereklerine, bir arada nasıl yaşayabileceğine kafa yoruyordu. Tutuklanmasaydı bu yaz, eşi Hande Altınay ve iki yaşındaki oğlu Ege’yle Çanakkale’nin bir köyündeki çocuklara yaz okulu yapacaktı.
Hayatı akademik başarılarla dolu bir düşünce ve sivil toplum insanı. Avrupa Siyaset Okulu Direktörü, Global Civics Academy/Küresel Vicdan Akademisi Başkanı. Anadolu Kültür Yönetim Kurulu Üyesi...
Bunlar şu an sürmekte olanlar; gerisinde uzun, uluslararası ve listesi kabarık bir akademi ve sivil toplum emeği var. Ailesinin ‘hiç üzmeyen’, sakin, hassas çocuğu, çok başarılı öğrencisi, daha üniversiteye girmeden, hep vicdanına hitap eden, diğerlerinin vicdanını da adeta bir kuş tüyüyle hatırlatan iş alanlarını seçti. Kendisinden önce başkalarını düşünmekle tanındığı için, Gezi Davası’nda tutuklandığında, arkadaşlarının aklına ilk şu geldi:
"Onun için yapacağımız en iyi şey, 'Sen şimdi bizi düşüneceksin, düşünme' demek olur!” Hakkında 18 yıl karşılığı suçlar aranırken Ali Hakan Altınay, insanların muhabbet ve müştereklerine, bir arada nasıl yaşayabileceğine kafa yoruyordu.
ANNE VE BABASINI DUYDU, SINAVI BİLEREK KAYBETTİ
1968 yılında İstanbul’da, bankada memur olarak çalışan babasının tek maaşıyla geçinen, yedi kuşak Afyonlu bir ailede doğdu.
Fenerbahçe’de, kendisinden 1,5 yıl sonra dünyaya gelen kız kardeşi -şimdi avukatı- Deniz Altınay’la birlikte büyüdü. Küçüklüğünden İtibaren ailenin en sakini, en yaşına göre olgunu, hep orta bulanıydı. “Düşünceli” derlerdi eskiden, yani empati yeteneği yüksek bir yaradılışı vardı: Parlak ilkokul hayatından sonra sıra kolej sınavlarına geldiğinde, tesadüfen anne ve babasının konuşmalarına kulak misafiri olmuş, “Deniz de arkadan geliyor, ikisi de paralı okulları kazanırsa, nasıl karşılarız” dediklerini duymuştu.
Paralı olan Saint Joseph’in sınavı ailesinin ondan hiç beklemediği şekilde, çok kötü geçti, parasız olan Kadıköy Anadolu’ya yüksek bir puanla girdi. Anne babasına bu ‘ilk’ kıyağı yaptığında henüz 12 yaşındaydı.
Lise çağına geldiğinde, o dönem girilmesi en zor okullardan olan İstanbul Fen Lisesi’ne yatılı olarak girdi. Ne ortamını ne yemeklerini sevdiği bu okulda ilk yıl birinci oldu. Amerika’nın iyi bir lisesine davet edildi; bir yıl içinde hem yanında kaldığı ailenin catering işinde çalışıp para biriktirdi, hem de Lise 1’den doğrudan Lise 4’e alındı ve mezun oldu. Türkiye’ye döndüğünde turist rehberliği yaptı, o zamandan, yani 17-18 yaşından itibaren kendi parasını kazanmaya başlamıştı.
BİRBİRİNİZİ ANLAYIN VE SEVİN OKULU...
O zamandan itibaren başladığı bir şey daha vardı: O başarı grafiğiyle istediği okula girebilir, bir hastanede ya da şirkette inanılmaz paralar kazanacağı bir meslek seçebilirdi. Hayır, ‘daha anlamlı’ şeyler yapmak istedi. Yıllar sonra ‘Küresel Vicdan’ projesine dönüşecek “insanlar nasıl bir arada, barış içinde yaşayabilir” sorusu, kırk tilki arasında geziyordu kafasında. Siyaset Bilimi’ni seçti. Tabii ki o zamanın Boğaziçi’sinde... Ve tabii ki üstün başarı derecesiyle bitirdi.
Çalışma alanı olarak Türkiye ve dünyadaki sivil toplumu tercih etti. Amerika’da doktora yaparken bırakıp bir sivil toplum kuruluşunda çalışmaya başladı. Açık Toplum Vakıfları’nın Türkiye Temsilciliği’ni kurması için teklif alınca kabul edip Türkiye’ye döndü. Kurucuları arasında Osman Kavala’nın da yer aldığı, daha sonra vakfa dönüşecek temsilcilik, onun direktörlüğünde, beş yılda 86 sivil toplum projesine 7 milyon dolar destek sağladı. 2009’da Açık Toplum’dan ayrılmasına rağmen 18 yıl ceza aldığı ve 2013 yılında gerçekleşen Gezi ‘olayları’ davasında, yasalara göre suç olmasa da “Açık Toplum yöneticisi olmakla” suçlandı. Aynı şekilde 2017’de başlayan Anadolu Kültür yönetim kurulu üyeliği de iddialarda bir ‘2013 Gezi Suçu’ gibi yer aldı. O arada o Yale Üniversitesi, Brookings Enstitüsü gibi dünyaca bilinen kurumlardan aldığı davetlere icabet ediyordu.
Çünkü işin ‘muhabbet ve müşterekler’ kısmında, sivil toplum çalışmalarıyla insanlara, topluma destek olma tarafındaydı. Avrupa Birliği Türkiye ilişkilerinin geliştirilmesinden Roman çocuklara eğitim desteğine, kültür sanat etkinliklerine kadar sayısız projede yer aldı. İlk kurulduğunda adının başında Boğaziçi olan Avrupa Siyaset Okulu’nu kurdu. Bir mezunun kısaca ‘birbirinizi anlayın ve sevin okulu’ diye tanımladığı okulda, mesela bir İHH’lı ile bir Kürt feministin bir arada olduğu/tartıştığı dersler vererek daha üniversiteye girmeden kafasında kurduğu ‘anlamlı şey’i yapmaya başladı.
EN KIZDIĞI İNSANLA BİLE ORTAKLAŞMA ÇABASI
Bu çalışmalar, Birleşmiş Milletler’in desteklediği Global Civics / Küresel vicdan Akademisi’ni doğurdu, oluşturduğu bu program dünyanın pek çok üniversitesinde ders olarak okutulmaya başlandı. “Global Civics: Responsibilities and Rights In an Interdependent World” adlı kitabı Brookings Enstitüsü taranndan yayınlandı, Arapça, Çince, Portekizce, Rusça ve İspanyolcaya çevrildi. Financial Times, International Herald Tribune, New York Times, and Project Syndicate’de yazıları yayınlandı.
Tutuklanmadan bir süre önce, -biraz da atlattığı kanserin etkisiyle- artık hiçbir şeye kızmak istemediğini söylemişti; çünkü bu kızgınlık -çoğunluk arasında nefret-, her şeyin üzerini battaniye gibi örtüyor, asıl şeyleri görmeyi, sezmeyi engelliyordu.
Oysa o en kızdığı insanla bile ortak bir nokta bulmak istiyordu. 18 yıllık karardan sonra, “kötülüğü azımsadığını”, bu işin giderek zorlaştığını ‘itiraf’ etti. Yine de cezaevindeki Gezi tutuklularından gelen ve “Ya kin ve kibir baskın olacak ya da kardeşlik, eşitlik, özgürlük ve demokrasi kazanacak. Biz adaleti, kardeşliği, vicdanı, özgürlüğü ve tabii ki Gezi’yi savunacağız" diyen ortak mesajda imzası vardı. Çünkü, son yaptığı şeylerden biri Ayla Göksel ve Zülfü Livaneli’nin, çok farklı anlamlarda kullanılan “iyiliğin” yeniden ele alınması ve hayatın her alanında kalıcı olması fikrinden yola çıkarak derledikleri İyiliği Düşünmek kitabına bir yazı vermekti. Başlığı: Medeni Müşterek Muhabbet.
Tutuklanmasaydı bu yaz, eşi Hande Altınay ve iki yaşındaki oğlu Ege’yle Çanakkale’nin bir köyündeki çocuklara yaz okulu yapacaktı.
Gezi Portreleri - 6
Yiğit Ali Ekmekçi: Doğal bir uzlaşma makamı
Yakın dostu Tanıl Bora’ya göre hem ezelî hem ilk gençliğinde oturduğu “mahalleden” gelen Fenerbahçeliliği, uzun yıllardır daha çok basketbola münhasır gibiydi. Ayrıca İstanbul Erkek’e adım attıktan kısa bir süre sonra başlamak üzere, hep sınıfının popüler simasıydı ama bilinen anlamda değil. Mesela sınıf başkanlığı, ergenlik yarıştıran öğrencilerin, hatta öğretmenlerin pusula gibi döndüğü bir tür ‘doğal uzlaşma makamı’ydı.
Bilgi Üniversitesi, Terakki Okulları, Nesin Vakfı’nın da aralarında olduğu sayısız eğitim kurumunun, terör değil/sivil toplum örgütlerinin kurucusu, danışmanı, aktivisti.
Çok genç yaşlarından itibaren kafayı, şu günlerde sahip olmamamız için Allah ne verdiyse yapılan ‘bir arada yaşamaya' takmış; politik görüşüne, kimliğine, inancına bakmaksızın herkesi hayatına dost olarak yazmış, diğer Gezi sanıkları gibi olağan hak savunucusu…
Şu an Anadolu Kültür yönetim kurulu başkan vekilliği ve Terakki Vakfı Okulları yönetim kurulu üyeliği devam eden ve uzak yakın her tanıyanın ‘yol arkadaşım’ dediği Yiğit Ali Ekmekçi, ortaokul yıllarından bu yana gönüllü ‘tahkim makamı’ görevini de sürdürüyor.
ÖĞRENCİLERİN VE ÖĞRETMENLERİN BAŞVURDUĞU MERCİ
23 Eylül 1962 tarihinde Fransa Deols’te, üç çocuklu bir ailenin en küçüğü olarak doğdu. Babası otomotiv sektöründe yöneticiydi, iki ablası vardı. Hayatının ilk birkaç yılını Fransa’da geçirdikten sonra ilkokula İstanbul Fenerbahçe’de başladı.
İstanbul Erkek Lisesi’ne yatılı olarak girdi ve hazırlık dahil, yedi yılını orada geçirdi. Ortaokullar arası Türkiye derecesi yapan okul takımında başladığı basketbolu uzun süre zevk için de sürdürdü. İzlemeyi, zaten hiç bırakmadı. Yakın dostu Tanıl Bora’ya göre hem ezelî hem ilk gençliğinde oturduğu “mahalleden” gelen Fenerbahçeliliği, uzun yıllardır daha çok basketbola münhasır gibiydi.
Ayrıca İstanbul Erkek’e adım attıktan kısa bir süre sonra başlamak üzere, hep sınıfının popüler simasıydı ama bilinen anlamda değil. Mesela sınıf başkanlığı, ergenlik yarıştıran öğrencilerin, hatta öğretmenlerin pusula gibi döndüğü bir tür ‘doğal uzlaşma makamı’ydı.
“Tahkim mercii” diyor Bora, anlaşmazlık yaşayan ona başvururdu. Daha çocukluktan gelen bir başka özelliği, empati kelimesinin henüz günlük literatüre, hele de o yaş dönemi ilişkilerine girmediği günlerde, o bilinmeyen şeyi yaşatmasıydı. Tanıyanlar hala öyle olduğunu teyitli bilgi olarak veriyor; en “kötülerin” bile acaba o kötülüğü neden yapmış olabileceklerini anlamaya çalışan bir gözü olduğunu söylüyorlar. Hatta ona sık sık şeytanın avukatlığını abarttığı için kızıyorlar.
İSLAMCI AYDINLARLA İLK SÖYLEŞİLER
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’ni bitirdiğinde, 12 Eylül 1980 askerî darbesinin yarattığı iklim de son demlerini yaşıyordu. Ancak havada uçuşan demokratikleşme ya da sivilleşme gibi lafları ikna edici bulmayanlar da çoktu. Onlardan biri olarak, İletişim Yayınları’nın kuruluşunda, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi’nin dokümantasyon ekibinde yer aldı, 1985’te 10 sayı çıkan Gençlik ve Toplum dergisini yayımlayanlar arasındaydı; bu dergide özellikle o zamanlar “kapalı kutu” olarak görülen İslamcı aydınlarla yaptığı söyleşilerle dikkat çekti.
1996’da Bilgi Üniversitesi projesini oluşturanlardan biri olarak mütevelli heyetinde yer aldı. Üniversitede de birçok projenin yanında özellikle sosyal ilişkilerin yürütülmesinde, ihtilafların çözümünde, yine herkesin başvurduğu muhatap, adeta tek kişilik tahkim kurulu gibi bilindi.
2010’da Bilgi Üniversitesi el değiştirince, Hafıza Merkezi, Anadolu Kültür gibi kurumlarda aktif rol oynayarak kendini sivil toplum faaliyetine adadı. Eğitim alanını da bırakmadı; yeni bir üniversitenin kuruluş çalışmalarına, “Atölye İstanbul” adlı start-up projesine danışman olarak katkıda bulundu, Terakki Vakfı yönetim kurulu üyeliği yaptı. Nesin ve Mezopotamya vakıflarının da kurucu üyesiydi. Cem Küçük’ün televizyon programında verdiği bilgiye göre 28 Şubat döneminde, başörtülü öğrencilere kafelerde sınav yaparak üniversite öğrenimlerini sürdürebilmelerini sağlamıştı.
CEM KÜÇÜK’E BİLE FAZLA GELDİ
36 yıllık eşi, iki kızının annesi Ayşen Ekmekçi’ye göre, iyi bir hayat yoldaşı olan Yiğit Ali Ekmekçi, hayatına girenlerin sonuna kadar yanında oldu. Beraber güzel ve keyifli bir yolculuk yapıyorlardı, şimdilik yarım kaldı… Neden? İşi gücü derdi eğitim, sivil toplum faaliyetleri, kötüleri bile anlamaya çalışmak olan bir aydın olarak, Gezi Davası’nda hükümeti yıkmaya çalışmak gibi bir suçlamayla, iktidar ve muhaliflere ağır ceza yanlısı yorumcu Cem Küçük’e bile fazla gelen 18 yıl hapis cezasına çarptırıldığı için…
Danışmanı olduğu vakıflardan biri olan Bir Arada Yaşarız Eğitim ve Toplumsal Araştırmalar Vakfı-BAYETAV, karardan sonra yaptığı açıklamada onu, “Aklıyla ve vicdanıyla dostlarının yanında duran, dertlerini dert edinen, çözüm için çaba sarf eden sahici bir yol arkadaşı” olarak tanımlamış; verilen kararın Türkiye’de toplumun bir arada yaşama iradesine ve potansiyeline zarar verirken, dünyayı akıl ve vicdanla kucaklayan, birçok sivil toplum kuruluşuna karşılık beklemeksizin tevazuyla katkı sunan Yiğit Ali Ekmekçi’yi yol almaktan alıkoyduğunu ifade etmişti.
Açıklamanın son sözüyle bitirelim:
“Dava dostlarıyla birlikte, Yiğit’in de adil bir yargılama sonucunda aramıza döneceği günleri bekleyeceğiz.”
Gezi Portreleri - 7
Mine Özderden: Vicdan meselesi olan her yerde vardı
Mine Özerden'i dostlarının onun için hazırladığı anayasadan aktaralım: "Mine bin kere düşünür, bir kere söyler. Analitik düşünür. Sivil itaatsizliğe inanır. Gerçekçidir. Paylaşmayı sever. Doğayı ve tüm canlıları sever ve korur. Demokrasiye inanır. Hakkaniyetlidir...."
Yönetmen, yapımcı, reklamcı… Eğitimciliği ve sivil toplum uzmanlığı da var. Ama o mahkemede kendini insan hakları aktivisti olarak tanımladı.
Anadolu Kültür kurucularından biri olarak pek çok kültür sanat projesinde, mülteciler, kadınlar için yapılan çalışmalarda, doğal yaşamı koruyanlar tarafında yer aldı. Gezi’ye ilk, Taksim Platformu üyesi olarak sahip çıktı. Hala Gezi Davası’nda neden 18 yıl ceza aldığını bilmiyor, çünkü savcı mahkemede, avukatının ‘ne ile suçlandığı’ sorusunu cevaplamayı reddetti!
Arkadaşlarının onun için hazırladığı ‘Anayasa’ üzerinden biz cevaplayalım: Doğayı ve tüm canlıları sevdiği, koruduğu, demokrasiye inandığı, hakkını aradığı ve hakkını arayanın yanında durduğu, şiddet içermeyen, barışçıl ve demokratik her eylemi desteklediği, kısaca muhalif kimliği, entelektüel kapasitesiyle, 1 Mayıs’tan İstanbul Sözleşmesi’ne vicdan meselesi olan her yerde olduğu için…
PROLETER ŞOFÖR’ÜN KIZI…
30 Ocak 1965 tarihinde Köln’de doğmasının nedeni, anne ve babasının Almanya’ya işçi olarak gitmesiydi. Türkiye’ye döndükten sonra namı “Proleter Şoför” olarak yürüyen babası Yalkın ve annesi Halide Özerden oradan dönemin Türkiye İşçi Partisi’ne üye olmuş, aidatlarını düzenli göndermişti. Arkasına plastik harflerle ‘Proleter’ yazdırdıkları minibüse yükledikleri eşyayla Türkiye’ye doğru yola çıktıklarında Mine iki yaşındaydı.
Zafer Aydın’ın "İşçilerin Haziranı" kitabında anlattığına göre babası, Proleter’le Kadıköy-Pendik hattında yolcu taşımaya başladı. Sağ basın, minibüs durağındaki sağcı şoförler, trafik polisleri peşine düştü; dönemin İstanbul Valisi Vefa Poyraz bile makamına çağırıp yazıyı kaldırılmasını istedi, kaldırmadı. Söküp aldılar, yeniden yaptırdı. Defalarca gözaltına alınmasına, tutuklanmasına, dayak yemesine rağmen silmediği gibi, gündemde ne varsa afiş yaptırıp minibüsün üzerinde-arkasında taşımaya başladı. Bunlardan biri “NATO’ya Hayır” afişiydi. Çareyi dolmuş şoförlüğü lisansını almakta buldular.
Bu anne babanın kızı Mine Özerden, doğal olarak yaşadığı ülkenin siyasi sorunlarına duyarlı bir çocuk olarak büyüdü, üniversite yıllarından itibaren çalışmaya başladı. Fenerbahçe Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi’nde sosyal antropoloji okudu. Bir süre yazar Cemil Meriç’e asistanlık yaptı; günlüklerinin redaksiyonunda çalıştı.
Sinemaya meraklıydı; tekrar üniversite öğrenciliğine dönerek bu kez Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde sinema ve televizyon eğitimi aldı. Öğrenciyken Sinan Çetin’in Plato Film’inde prodüksiyon asistanı, Memduh Ün’ün 1990’da çektiği uzun metraj filmi Gün Ortasında Karanlık’ta yönetmen yardımcısıydı.
İLK FİLMİNDE FEMİNİST MİZAH…
1992’de, 7. Adana Altın Koza Öğrenci Filmleri Yarışması’nda ödül aldığı kısa filmi Leyleğin Getirdiği, feminist mizah yapan bir çalışmaydı; çocuğunun babasını seçmeye çalışan bir kadını anlatıyordu. Mezun olduktan sonra bir süre portföyündeki yabancı yönetmenlere prodüktörlük yaptı.
İSTANBUL’UN ZİLLERİ: ZİLNAME
Bir yıl sonra, İstanbul’da üretilen ve dünyaca ünlü cazcılarının kullandığı zilleri ve Zilciyan efsanesini anlattığı kısa metraj belgeseli Zilname’yi çıkardı. İFSAK Belgesel Başarı Ödülü’ne değer görülen film Kültür Bakanlığı tarafından desteklenmişti.
Bir süre içinde olduğu reklam dünyasında, yerli ve yabancı müşterilere TV reklamları, radyo spotları hazırladı, gazete ve dergiler için promosyon filmleri çekti, prodüktörlük yaptı, reklam ajansları için o dönem bir ilk olan ISO 9001 Kalite Belgesi alma çalışmalarında aktif rol oynadı. Ama artık sivil topluma geçme zamanıydı.
2001 yılında kurucuları arasında yer aldığı Anadolu Kültür A.Ş.’de Mali ve İdari Koordinatör olarak sivil toplum alanına adım attı. Diyarbakır ve Kars Sanat Merkezleri ile Diyarbakır Avrupa arası kültürel işbirliği kurulması süreçlerinde, mekanın bulunmasından insan kaynaklarına, teknik donanımdan artistik donanıma kadar her aşamada görev aldı. 13 farklı Anadolu kentinde kültür sanat etkinliklerinin yapılması ve dolaşıma girmesi konusunda aktif olarak çalıştı; idari yapıyı koordine etti, bütçeleri yönetti, mali raporları hazırladı.
AYNI ZAMANDA EĞİTMEN…
Halen Anadolu Kültür gönüllüsü olan Mine Özerden, bir ara İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde Genel Sekreterlik görevinin yanı sıra ihaleli satın alımlar, prosedürlerin ve demirbaş listelerinin güncellenmesi, ulaştırma ve yemek komiteleri gibi işleri koordine etti. 2009’da Antalya’da Bilgi Üniversitesi ofisini kurdu, yönetti. Üniversite el değiştirince ayrıldı ve emekli oldu.
KIŞLANIN HAYALETİ GEZİ ÜZERİNDE BELİRİRKEN…
Emekli olmak, bazı insanlar için çalışmayı bırakmak değildi tabii… Akademi İstanbul’da Kuramsal Kurgu ve Sinema Diline Giriş dersleri verdi. Uygulama süreçlerinde danışman eğitmenlik yaptı. Bu arada Sinema Televizyon Mensupları Derneği’nin kuruluşunda, KAMER’le birlikte kadın girişimciliği ve kadının insan hakları alanında farkındalık çalışmalarında yer aldı. Türk Matematik Derneği sergi koordinasyonunda, Geçişler mülteci projesinde çalıştı.
Takvimler 2013 Mayısı’na yaklaşıyor, Taksim Gezi Parkı üzerinde pek de iyi anılmayan eski bir topçu kışlasının hayaleti beliriyordu. Taksim Platformu’na üye oldu, kışlanın planlarını kamuoyuyla paylaşanlar arasındaydı. Taksim Platformu, meydanın kamudan nasıl koparılmak istendiği konusunda kamuoyunu uyaran ilk gruptu. Her pazar parkta toplanıyor, ağaçlara örgü giysiler giydiriyor, piknikler ve minik çaplı konserler yapıyorlardı. Türkiye ‘yüksek siyaseti’nde daha sonra bu ‘sürtüklük’ olarak anılacak ve bambaşka bir faza geçilecekti.
Gezi olayları -çadırlar yakılınca- patladığında, Mine Özerden İstanbul’da bile değildi; 2013 haziran başından temmuzun sonuna kadar Fethiye’de bir dil okulunda çalışıyordu. İstanbul’da olsa katılmaz mıydı, tabii ki evet ama Fethiye’den İstanbul’daki insanları hükümeti devirmeye yöneltmesi zordu biraz… Yine de Gezi sanıkları arasında yer aldı; emniyetten gönderiler isimsiz bir ihbara dayanarak, Osman Kavala’nın yönlendirmesiyle gaz maskesi, sargı bezi ve deniz gözlüğü gibi şiddetle ilişkisi pek kurulamayacak malzeme alınması için birkaç kişi adına banka hesabı açtırdığı iddia edildi.
İLK KEZ ‘MAHKEME YÜZÜ’ GÖRDÜ
Dava süreçlerinde hep ‘şaka gibi’ dedi. Avukatı yine de onun adına savcıya, hangi fiillerden hangi suçun isnat edildiğini sordu, bu talep reddedildi. İş başa düşmüştü; “düşünüp düşünüp uygun bir suç bulacaktı” kendine. Mahkemeye sadece yazılı dökümü getirilen, asıl kayıtlarına ulaşılamayan telefon görüşmelerine baktı, Osman Kavala’nın “Neredesin?” sorusuna “Gezideyim” diye cevap verdiği gibi cümleler vardı, aslında bambaşka bir şey konuştukları bir telefon görüşmesiydi. Sonuç olarak hükümete karşı ne yaparak suç işlediğini, hükümeti hangi eylemleriyle düşürmeye çalıştığını öğrenemeden cezalandırıldı.Arkadaşlarının dediğine göre ilk kez ‘mahkeme yüzü’ görüyordu.
Karardan sonra, Mine’nin Dostları grubunu ve web sitesini kurarak üzerine “Mine yanlış ve yalnız değil” sloganını yazan arkadaşları, bir de ‘Mine Anayasası’ hazırlamaya başladılar.
Anayasanın şimdiye kadarki maddeleri şöyle:
- Mine bin kere düşünür, bir kere söyler.
- Mine analitik düşünür.
- Mine sivil itaatsizliğe inanır.
- Mine gerçekçidir.
- Mine paylaşmayı sever.
- Mine detaylara önem verir.
- Mine bağımsızdır; örgütlenmeye inanır ama örgütü yoktur.
- Mine doğayı ve tüm canlıları sever ve korur.
- Mine demokrasiye inanır.
- Mine hakkaniyetlidir.
- Mine hakkını arar, hakkını arayanın yanında durur.
- Şiddet karşıtıdır, barışçıl ve demokratik her eylemi destekler.
Dolayısıyla bu bir ‘yok’lar davası olduğu; delil, suç, hukuki dayanak bulunmadığı için savunmalarında yok edilen doğal alanlardan, beyin göçünden, kadın cinayetlerinden, İstanbul Sözleşmesi’nden, yoksullaşmadan, uyuşturucu trafiğinden, barınamayanlardan, İkizdere’den, talandan, yalandan bahsetmiş, “Sormayalım mı?” diye sormuştu.
‘Soramazsın’ demediler ama sorularıyla birlikte cezaevine gönderdiler. En son, babasına son görev için geldiği mezarlıkta bir jandarma ordusunun arasında gördük onu… Deniz gözlükleriyle ihtilal yapmak üzereymiş, babasının tabutu önünde annesine sarılırken kaçacakmış gibi, azılı bir saldırganı bekler gibi bellediler tepesinde. Hayır, babasına ağladı ve her zamanki sorumlu vatandaş haliyle cezaevine döndü.
Mahkemede sarf ettiği şu sözleriyle bitirelim:
- Zaman gelir, iklim değişir. Akla, mantığa ihtiyaç duyulur. Sıradanlaşan kötülüklerle hesaplaşılır. İnsanlık tarihi böyle örneklerle doludur.