Almanya’nın nükleer hikâyesi

Editörden
-
Aa
+
a
a
a

 “Anlatılan senin hikâyendir” Horace’ın Satirler’inde geçen bu sözü Marx, kapitalist üretim biçimini  İngiltere örneğinde bilimsel olarak incelediği başyapıtı Kapital’in önsözünde, birazdan anlatacağının Alman okurları için de, aslında tüm dünya işçileri için de geçerli olduğunu vurgulamak için kullanır. Almanya’da bu Cumartesi günü(15 Nisan 2023) son üç nükleer santral kapatılıyor; bu vesileyle Almanya’nın nükleer hikâyesini, nükleer atıkların varlığının 30 000 kuşak sürecek olması düşünüldüğünde ‘kapadım demekle de kesinlikle bitmeyecek’ olan bu serüveni, Mersin Akkuyu’daki nükleer santral göz önüne alındığında aynı zamanda bizim hikâyemiz olarak okuyabiliriz.

Atomun parçalanmasının bulunması, sonsuz ve temiz bir enerji kaynağı vaat ediyordu. İlk başta kimse radyasyon yayan nükleer atıkların ne olacağını ve reaktör felaketlerini düşünmüyordu. Hayal kırıklığı veya aklın başa gelmesi daha sonra olur‒ ve bu süreç, kitle mücadeleleri, iktidar- muhalefet etkileşimi bakımından aynı zamanda Almanya için bir demokrasi sınavıdır da.

İkinci Dünya savaşından sonra nükleer savaş tehlikesi Avrupa’nın üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyordu. Büyük tarihçi Eric Hobsbawm, “Hepimiz bir tür sinirsel histeri içinde yaşıyorduk,” diye hatırlıyor. 1950’lerde ve 1960’larda çok somut bir nükleer savaş korkusu vardır dünyada. Kore Savaşı ve Küba füze krizi dünyayı tam anlamıyla dehşete düşürmüştür. Tarihçi Ian Kershaw, Küba krizi patlak verdiğinde bir öğrenci olarak nasıl bir an önce eve dönmek istediğini hatırlıyor. O da artık nükleer savaşın patlak vereceğine inanıyordu. Ancak daha da şaşırtıcı olanı 1955’lerde başlayan ‘barışçıl atom’ denilen nükleere duyulan hayranlık dalgasıdır.

Cenevre Nükleer Konferansı o yıl gerçekleşir. Çok sayıda ülkeden bilim adamları ve politikacılar nükleer çağın şafağını beklemek üzere İsviçre’ye gelmiştir. Sovyetler Birliği bile temsil ediliyordu. Bu duruma açık bir özellik bulunuyordu: nükleer enerji (iki blok/sistem kastedilerek) sistem sınırlarını aşar. Rüya, en korkunç silahları, atom bombalarını insanlığın en büyük nimetine dönüştürmektir: “Kılıçlar saban demirine” deniyordu korku ve umudun diyalektiğinde. Atom bombasının yaratıcısı Robert Oppenheimer, atom bombaları ve reaktörler arasındaki “teknik yakınlığa” zaten işaret etmişti.

Almanya’da nükleer enerji: Coşkuyla başladı

Doğa ve İktidar adlı yapıtı bizde de yayınlanmış olan çevre tarihçisi Joachim Radkau, “1950’lerdeki nükleer coşkunun abartmaları daha sonraki nükleer enerji eleştirmenlerini öylesine etkiler ki, geçmişe dönük her şeyi bilme cazibesi karşı konulmaz hale geldi” diye açıklıyor. Geleceğin Tarihi adlı eserinde, “nükleer histeri” kavramının o dönemde, daha sonra olduğundan farklı bir içeriğe sahip olduğuna dikkat çekmektedir. 1950’lerde bundan, bu teknik için duyulan “aşırı heyecanlı bir coşku” anlaşılmaktadır.

Bielefeld’li tarihçi, o dönemde enerji şirketi RWE’nin nükleer enerji lehine argüman toplamakla ilgilenmediğini açıklıyor. Radkau’ya göre bunun yerine, “nükleer lobinin iyimser maliyet tahminlerini parçalara ayırma” işlevine sahip bir danışman istihdam edilir. Bu tutum, daha sonra nükleer teknolojinin en güçlü savunucularından biri haline gelecek olan Almanya’nın o zamanki en büyük elektrik üreticisinde 1960’lara kadar değişmez.

Bir “ekoloji çağı”: Adenauer nükleer enerjiyi lanetliyor

Dünya tersine dönmüştür: Başta sağ nükleer enerjiye mesafeliyken sol coşkuyla karşılamıştır. Sözgelimi dönemin Atom Enerjisi Bakanı Franz Josef Strauß (Hıristiyan Sosyal Birliği/CSU) nükleer enerji konusunda frene basarken ‒ onun için çok pahalıydı ‒ ve Şansölye Konrad Adenauer (Hıristiyan Demokrat Birliği/CDU) “tüm bu lanet nükleer hikâye” hakkında sadece lanet okuyabilirken ( “üstelik Petrol bir nükleer hikâye ile karşı çıkılamayacak kadar ucuz” sözüyle birlikte), Radkau’nun Ekoloji Çağı adlı kitabında ifade ettiği üzere Federal Cumhuriyet’te “solcu” bir nükleer coşku hüküm sürüyordu.

Eleştirel Teori’nin/Frankfurt Okulu’nun kendine özgü kuramcısı Ernst Bloch, nükleere duyulan bu hayranlığın ve coşkunun zirvesini oluşturur. Üç ciltlik başyapıtı Umut İlkesi 1955’te önce DAC’de (Demokratik Almanya Cumhuriyeti) ve dört yıl sonra 1959’da Suhrkamp yayınevi tarafından Batı Almanya’da yayınlandı. Ütopya filozofu Bloch, özellikle yapıtının atom enerjisini de ele alan ikinci cildinde (Tanıl Bora’nın çevirisiyle İletişim Yayınları tarafından iki cilt olarak yayımlanan yapıtın birinci cildinde) bu enerji türüne iyiden iyiye hayrandır: “Güneşteki zincirleme reaksiyonlar bize nasıl sıcaklık, ışık ve yaşam getiriyorsa, atom enerjisi de bombanınkinden farklı makinelerde, barışın mavi atmosferinde çölden meyve diyarı, buzdan bahar yaratır”  diye yazıyor sevinçle.

Bloch 1962 yılına kadar Doğu Almanya’da yaşadı ve dünyayı iyi ve kötü olarak ikiye ayırmayı seviyordu. Nükleer teknolojinin insanlar için yavaş uygulanıyor olmasını eleştiriyordu. Bir ütopyacının bakış açısından bunun sorumlusunun geç burjuva teknik düşmanlığı olduğu sonucunu çıkarmış olması akla yakındı. Ona, filozofa  “sanki fabrikalar doğrudan güneşin ya da Sirius’un enerji cümbüşünün üzerinde duruyorlar” gibi görünüyordu. Einstein’ın görelilik kuramının yardımıyla Bloch, okuyucularına kütlenin hangi enerjiyi içerdiğini açıkça gösteriyordu: ufacık gram kütle ile kozmik boyutlarda enerjiler açığa çıkarılabilirdi. Geriye dönüp bakıldığında filozof, tarihçi Radkau’ya göre ideolojik kör, kafası karışık biri olarak görünür – Radkau’ya göre bunun, Ernst Bloch’un sadece Karl Marx’ın değil, Karl May’ın da yazılarına değer vermesiyle de ilgisi olabilir, “insan kendi içindeki o büyük çocuğa karşı bir sevgi duyuyor”.

Radyoaktif radyasyon ve nükleer atık: Almanya’da erkenden uyarı sesleri yükseldi

Öte yandan nükleer atık, radyoaktif radyasyon ve kaza tehlikesi konusunda da yeterince uyarı sesi duyulmaya başlamıştı.AEG enerji santrali kurucusu Friedrich Münzinger, 1950’lerde nükleer enerji santralleri üzerine standart bir çalışmanın yazarıydı. Radkau, “Kitapta yirmi yıl sonra ancak nükleer karşıtı broşürlerde bulunabilecek pasajlar var” diyor.Örneğin, radyoaktif zehirlerin kimyasal zehirlerden bin milyon kat daha tehlikeli olduğu gibi. Münzinger kitabında, Almanların nükleer enerji konusunda örneğin Amerikalılardan daha şüpheci olmasının oldukça makul olduğunu söylüyor.Bu, Almanya’da kamuoyunu spekülatörlerden ve vurgunculardan çok, deneyimli mühendislerin belirlediğinin bir işaretiydi. Ona göre “Geniş bir alanda çok feci bir etkiye sahip olabilecek” bir reaktör kazasının beraberinde getirdiği tehlikelerin farkında olunmuyordu.Münzinger de dünyanın bir nükleer güç psikozunun pençesine düştüğünü görüyordu. Ona göre insanların bir “tinsel yanılma” içinde olduğu apaçıktı.

Fakat insanlar umursamıyor gibi görünüyordu. 1950’lerde hâlâ her şey hayal edilebiliyordu. Radyoaktif yemin, vücutta kat ettiği yol izlenmek istendiğinden radyoaktif tavuklar ve inekler hayal ediliyordu. Radyoaktivitenin kansere neden olmasından korkulmuyor, tersine kanserle savaşmak için radyoaktif maddeleri kullanma masalları anlatılıyordu. Bu tür fikirler, 1955 yılında Cenevre’de yapılan söz konusu toplantının ardından uluslararası atom bilimcileri tarafından kaleme alınmış olan Atomlar Sayesinde Yaşayacağız adlı kitapta bulunmaktadır.

Nükleer enerjiye hayır: Almanya’da güvensizlik artıyor

Nükleere hayır demek, her halükârda bu, ünlü Cermen korkusu ve teknik düşmanı romantizm değildir. Nükleer karşıtı ilk gösteri Almanya’da değil, Fransa’da Fessenheim’da 1971 yılımda yapıldı. Ancak nükleer karşıtı protestolar Avrupa’nın hiçbir yerinde Almanya’daki kadar devamlılık göstermedi.  Almanya’da nükleer teknolojiye olan güvensizlik her vesileyle giderek artıyordu. 1975 yılında, bir nükleer enerji santralinin inşa edilmesinin planlandığı Wyhl am Kaiserstuhl’da çok tepki gösterildi. 1979 yılında Hannover’de 100. 000 kişi o güne kadarki en büyük nükleer karşıtı miting için bir araya geldi. Avusturya’da nükleer enerjiye karşı bir referandum yapıldı. Eleştirel yayınlar artık tehlikelere dikkat çekiyordu: Holger Strohm’un kitabının başlığı Barış İçinde Felakete Doğru idi. Strohm bu yapıtında nükleer teknolojinin kullanımında, nükleer savaşın ötesindeki tehlikeler konusunda uyarıda bulunuyordu. Harrisburg’da 1979 yılında meydana gelen olay Almanya’da büyük yankı uyandırmıştı. 1986’da Çernobil’de meydana gelen radyasyon ölümlerinin görüntüleri kamuoyunu son derece etkiledi.
Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Svetlana Aleksiyeviç Çernobil. Geleceğin Bir Tarihi (Bizde bu yapıt Çernobil Duası. Geleceğin Tarihi adıyla yayımlanmıştır.) adlı yapıtında Çernobil kurbanlarının yaşadıkları trajediyi anlatmaktadır. “Her şey parladı, tüm gökyüzü” diyor kurbanlardan biri. Yangın söndürme çalışmalarına katılan itfaiyecilerin hepsi Moskova’ya hastaneye gitmek zorunda kalmıştı. Bir kadın Aleksiyeviç’e kocasını ilk kez nasıl gördüğünü anlatıyor: “Tamamen kabarmış, şişmişti; gözleri neredeyse hiç görünmüyordu.” Kısa bir süre sonra ölmüştü.  Havaya savrulan gaz ve uçucu maddeler küresel olarak yayılmıştı. Toz parçacıklarına uranyum, plütonyum ve sezyum bulaşmıştı. Tüm Avrupa yüksek düzeyde radyasyon dozuna maruz kalmıştı.

Nihayet Cumartesi (15.4.2023) günü Almanya’da kalan üç nükleer enerji santrali – Bavyera’daki Isar 2, Aşağı Saksonya’daki Emsland ve Baden-Württemberg’deki Neckarwestheim 2 ‒ elektrik üretim şebekesinden kesin biçimde çıkarılıyor. Aslında bunun geçen yılın sonunda gerçekleşmesi gerekiyordu. Ancak Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlattığı saldırı savaşı ve bunun tetiklediği enerji krizi nedeniyle, geçen yıl Şansölye Olaf Scholz’un (SPD) ısrar etmesinin ardından koalisyon hükümeti, üç reaktörü kış boyunca çalışır durumda tutmaya karar vermişti.

Federal Çevre Bakanı Steffi Lemke, mevcut nükleer atıklar için güvenli bir nihai depolama alanı olmadığını ve bunun için uygun bir yer bulmanın “yüzyılın pahalı bir görevi” olduğunu yazıyor konuk yazar olarak Tagesspiegel için kaleme aldığı bir makalede.  Lemke, daha 30.000 neslin nükleer atıklarla yaşamak zorunda kalacağını hesap ederek şöyle diyor: “ Bu, aslında hayal edilemeyecek kadar uzun bir süre ve böyle bir teknolojinin nasıl sürdürülebilir olarak sınıflandırılabildiği benim için muamma.”

Bir nükleer santralin sökümünün bile ancak yıllar süren iş ve işlemlerle gerçekleştirilebileceği uzmanlar tarafından belirtiliyor. Söküm faaliyetleri başlayabileceğinde, yakıt elemanlarının önce reaktörün basınçlı kabından çıkarılıp bitişikteki depolama havuzuna aktarılması gerekiyor. Örneğin zamanla nükleer sistemler temizlenecek, ana soğutma hatları sökülecek ve reaktörün basınçlı kabının iç kısımları sökülecek. Sonuç olarak, bir nükleer santralin sökülerek hizmetten çıkarılması ancak 10 ila 15 yıl içinde tamamlanabilmektedir.

Almanların barışçıl atom”a karşı direnme iradesi sonuna kadar sürdü. Küresel olarak bu, benzersiz bir durumdu. Bu, son üç nükleer santralin de artık enerji üretim ağından çıkarılmasının belirleyici bir nedenidir. Böylece nükleer enerji konusu Almanya için, en azından enerji üretimi anlamında bugün itibariyle kesinlikle kapanmış oluyor, darısı bir an önce diğer ülkelerin başına.