Nörotipik umutsuzluk, otistik umut

Çetin Ceviz
-
Aa
+
a
a
a

"İyi şeyler de olmuyor değil?" demek mümkün mü? Deniz Yazgan, nörotipik ve otistiklere dair umut ve umutsuzluk konularını konuştu.

güneşe doğru elini açmış arkası dönük bir birey
Nörotipik umutsuzluk, otistik umut
 

Nörotipik umutsuzluk, otistik umut

podcast servisi: iTunes / RSS

(29 Haziran 2022 tarihinde Açık Radyo’da Çetin Ceviz programında yayınlanmıştır.)

Deniz Yazgan: Merhaba, 95.0 Açık Radyo’ya uzaklardan bağlanmaya, radyoya kavuşmak için son günleri iple çekmeye devam ediyoruz. Ben Deniz Yazgan, bugün 29 Haziran 2022 Çarşamba, engelliliğe ve nöroçeşitliye yönelik ayrımcı olmayan dünya düşleriyle Çetin Ceviz’i dinliyorsunuz.

Yazın ilk ayını uğurlarken, yapraklar solmadan, narlar olmadan, gün devrilmeden olması beklenenler, tutulması gereken sözler, beklenen haberlerin yarattığı umutsuzluktan ve bu umutsuzluğun kimler tarafından yaratıldığını, Türkiye’nin sansasyon vahası Twitter üzerinden tartışacağız.

Ülkenin ve içinde yaşayan insanların edilgen kılınageldiği ve artık bin yıldır sürüyormuş gibi hissettiren bu süreçte, umudu ve bir arada olmayı konuşmak çok ama çok zorken, faturanın yine yanlış kişilere kesildiğini görüyoruz.

Nihayetler mevsimi olan yazın getirdiği mutluluğun yolları tıkanıyor ilk önce. Herkes karnesini, diplomasını sevinçle paylaşır; şölenini, cemiyetini, mutluluğunu yaşarken, herkes kadar herkes olmadığı, “olamadığı” düşünülen nöroçeşitliler, otistikler, süreğen hastalığa sahip engelliler bu mutluluğu paylaşmak istediğinde aşağılanma ve ayrımcılıkla karşılaşıyor, yalancılıkla suçlanıyor Twitter’da. Bu suçlamanın devamında da şu cümle geliyor: “İnsanları boş yere umutlandırmayın!”

Peki kim bu boş yere umutlandırıldığı iddia edilen insanlar? Çoğu zaman olduğu gibi, engelli insanlara bakımla tırnak içinde cezalandırılmış ebeveynler. Halbuki, bir engellinin gerçek mücadelesi ve başarısı değil bir insanı boş yere umutlandıran, ama programı kıssadan hisse beş dakikada kapatmamak için patikadaki uzun yolu tercih edeceğim.

Bir de aynı mecrada engelliliğin umutsuzluk ve karanlığın en gerçek hâli olduğunun savunusunu, daha doğrusu bunun köpürtmesini görüyoruz. Korkunç, tetikleyici unsurlar barındıran bir gerçek yaşam öyküsü anlatılıyor. Engelli kardeşini “Daha fazla acı çekmesin.” diye öldüren bir kişiye sempati duyan bir kişinin çektiği ‘of’u, verdiği ‘ah’ı görüyoruz. Bir kişinin engelli olduğu için acı çekmesi ve acılarına son verilmesi için öldürülmesi, Steinbeckvari bir ürperme yaratıyor insanda, ancak yüzlerce kişinin bu sempatide ortaklaştığını da görüyoruz.

Umut ummaktan gelir

Yani, çoğunluğu oluşturan görüş bağıra bağıra söylüyor ki, “Engelli olmak çok üzücü bir şey, engellilik umutsuzluk. Engelli olduktan, engelli yakını olduktan sonra isteseniz de istemeseniz de bürünmeniz gereken renkler kurşuni…”

Bunun böyle olmadığını ifade etmek ise, kocaman titrleri isimlerinin başına almış, alanının uzmanı olduğunu iddia eden ve bu uzmanlıktan dolayı kötü hiçbir şey yapmayacağını savunarak bir safsatayı yeniden doğuran failler için ise hayalperestlik.

Bunun böyle olmadığını kanıtlamak gerekiyor.  “Umut ne ola ki?” diye sorarak başlamak en iyisi.

Türk Dil Kurumu’na göre umudun üç anlamı var.

  1. İsim; Ummaktan doğan duygu, ümit.
  2. İsim; Bu duyguyu veren kimse veya şey, ümit.
  3. İsim; Olması beklenilen veya olacağı düşünülen şey, ümit.

Engelliden, nöroçeşitliden umulanın ne olduğunu tartışalım. Bunu önceki programlarda defalarca kez konuklarla veya kendi kendime konuştuğumu hissediyorum aslında. Engelliden dağları delmesi, delemiyorsa da göz yormaması, can sıkmaması için ortalıklarda gözükmemesi bekleniyor. Nöroçeşitli engelli için de benzer bir süreç var. Nöroçeşitli engelli bir şeyi başaracaksa, ondan çok çok çok üstün şekilde bunu başarması, bunu başarırken de çok spesifik bir tutumda bulunması bekleniyor. Bunu artık çok net bir şekilde söyleyebilirim. En yakın örneği ise bir ay önce yaşandı.

Geçtiğimiz mayıs ayında konuşmacı olarak katıldığım bir sempozyumda, meslek yaşamını otistik çocuklarla geçiren bir hekim, otizmi anlamak için film önerisi verdi. Kişi, Dustin Hoffman’ın başrolde olduğu ve 1988 yapımı Rainman’i otistik bir kişiyi anlatan en iyi film olarak önerdi. Bir başka örnekte ise, “Genelde konuşmazlar, konuşurlarsa da çocuksu konuşurlar. Yaşıtlarıyla yaşıtları gibi iletişime geçmeleri zordur.” örneği, yaşamında hiç otistik bir insanla karşılaşmamış ve nöroçeşitli çocuklarla çalışmak üzere yetiştirilen özel eğitim öğretmenliği bölümü öğrencilerine verilmişti.

Bilimsel bir çeperden geldiği iddia edilen yorumların da otistiğe, nöroçeşitliye yönelik umutsuzluktan doğduğunu anlayabiliyoruz aslında. Nöroçeşitli çocuğu normalleştirmeye çalışan, zekâ geriliğini çocuklukla karıştıran ve tipikleşmeyi kabul etmeyen nöroçeşitli çocuğun verdiği tepkileri “klinik”, çocuğun ta kendisini ise “umutsuz vaka” olarak kabul eden bu bakış açısı, otistikten ne beklenmesi gerektiği konusunda oldukça karmaşık sinyaller veriyor.

Umudun ummaktan geldiğine dair ilk anlamı belki de böylece nihayete erdirebiliriz. Şimdi engelliye hissedilenin ümide, umuda teğet geçip geçmediğini tartışalım.

Sokakta, metroda, okulda bir engelliyle karşılaşıldığında hissedilen nedir? Bu hissin, sokakta, metroda, okulda bir insanla karşılaşmaktan ayrı bir deneyim olmasının nedeni nedir?

Engelliden umulan, engelliye karşı hissedilenler

Engellinin alelade bir insan olamayışı, söz gelimi sokakta, metroda, okulda engellinin yoğun hislerle karşı karşıya kalmasının sebebi engellinin kendisi olması mı?

Engelliye acımak, engelliye merhamet etmek, engelliden tiksinmek… Engellinin kendisi oluşu, varlığını ortaya koyuşundan dolayı hissedilen duygular değil. Bilimsel olduğu iddia edilen görüşler, sosyal yaşamın bilimselliğe sığınmadan ortaya koyduğu sağlamcılık, engellinin tecrit edilmesini bir zorunluluk haline getiriyor.

“Benim olduğum yerde olmasın.”

Engellinin vahşi bir varlık olduğu, canavar olduğu ve insan gibi olamayacağına ilişkin bakış açısını dünyada izi sürülebilen en yaşlı otistik olduğu düşünülen “Vahşi çocuk Victor” anlatımında, sanat dünyasındaki canavarların genetik farklılık sahibi engellilerin vücut yapılarının abartılmış hali olarak portre edilişinde yüzyıllardır görebiliyoruz.

Engelliden umulanla engelliye karşı hissedilen, döngüsel ve zehirli bir ilişki içerisinde sıkışmış durumda. Çoğunluğun nazarında engelli, zekâ geriliğine sahipse, yumurcak bir çocuk; değilse bir ucube olarak davranması umulan insan altı bir varlık.

Acıyı da kendisi olduğu için çektiğine inanmak herkes için daha kolay. Bir insanın, bir başka insana acı çektirdiğini nedamet getirerek kabul etmesi, o insan dünyada ne kadar eskiyse o kadar zor. Çünkü kendisini öve pohpohlaya, ödediği bedelleri ve başarıları altın yaldızlarla çevreleyen nörotipikler olarak büyümemiz, yaşamamız ve ölmemiz bekleniyor. Vatana millete hayırlı olmamız için çalışmamız, başarmamız, bunları laf arasında anlatıyor gibi yapmamız, kendimizden bahsetmemiz gerekiyor. Çokça ve büyük bir hazla.

Umutsuzluksa bence bu beklentinin ta kendisi. Bir insana, büyük ve önde olmayı bir gereklilik olarak satan, insanlara üstten bakmayı, ezmeyi öğütleyen, insan harici hayvanların ise insanlara bir şeyler hissettirsin diye var olduğuna inanan ve satın almayı yücelttikçe yücelten bu sistem umuda dair hiçbir şeyi içinde barındıramazken, bu sisteme rağmen kendi gibi var olmayı sürdüren insanlardan karanlıkla bahsetmek çok büyük bir iki yüzlülük.

Bir insanı umuda layık görmemek, o insanın bilinçsiz olduğunu da iddia etmekten, bu cüretkârlıktan gelir. Bilincin katı bir “şey” olduğuna dair bu inanç, insana özgü olan bilinci dahi kalıplaştırmaya yönelik bu tutturma, o kalıbın dışında kalanı ilk önce tutsak eder, sonra özgür olmamakla suçlar.

Annesine, babasına bağlı yaşamak zorunda olduğu iddia edilen kişiler coğrafyası tarafından terk edilmiş, umutla ilişiği coğrafyası tarafından kesilmiş kişilerdir. Coğrafya, bu anlamda umudun da kaderidir.

Umudu yok edenlere inat yaşamayı, direnmeyi savunmak

Çünkü özel olan politiktir ve kamuya dair her şey özel olanın emsal teşkil etmesinden korkar, umudun yeşermesinden korkar. “Çocuğunuzu normalleştirmek için elimizden geleni yapacağız, çok çocuğun teşhisini kaldırdık.” saiki onursuzca bir umut ticaretiyken, kötü giden her şeye rağmen kendisi gibi var olan bir otistikle sevinmek onursuz kabul edilir.

Aristoteles’e göre umut, uyanan insanın rüyasıdır. Otistiğin, nöroçeşitlinin yaşamının özgülüğüne umut duyması için sağlamcı algının ortadan kalkması bir umuttur, ancak makul düzenlemeleri yapmakla yükümlü olan yetkililer, insanların bu işe uyanmamasını tercih eder. Çünkü bütçe ve söz çoktan umut veren seçmenlere verilmiştir.

Umut kişiye özgüyken, kişinin kendisine dair hayallerinin birikintisinden oluşmalıyken, nörotipik umutsuzluk nöroçeşitlinin umuduna mütecaviz bir tavırla yaklaşır, sınırlar koyar ve en nihayetinde yok eder. Yok ettiğinde oluşan acıyı ise hiç üstüne alınmaz.

Onur Yürüyüşü’nde önü kesilen, haksız yere gözaltına alınan ve yalnız bırakılan yüzlerce LGBTİ hesap sorduğunda havaya bakarak ıslık çalmayı, umut veren seçmenin arzularına yanıt vermeyi tercih eden sistem, konu nöroçeşitliden açıldığında da aynı tavrı takınır. Umudu ve onuru bedenden söküp atmaya cüret eden, umudu yok edenlere inat yaşamayı, direnmeyi savunmak da bu nedenle insanın insanca varoluşuna borcudur.

Bu borcun şahsiliğini savunmaksa başka bir safsata türüdür. “Ben demedim, o dedi.”, ‘ben yapmadım, o yaptı’larla devam edecek bir saniyemiz kalmadı. Artık acıtmadan, verdiğimiz acıların da eleştirisini vererek, karalamadan ve karartmadan herkes için aydınlığı umut etmeli. Yok, edemiyorsanız, gölge etmeden, umudu karartmadan, kimseyi kendisi olduğu için onursuzca suçlamadan yoldan çekilmeli.

Bir insan engelli olduğu için umutsuz olmaz. İnsan kendisinden umulanla umulmayanı, kendisine karşı hissedilenle hissedilmeyeni tecrübe ettikçe umudunu kaybeder. Varoluşunu yok saymak zorunda bırakılan herkes gibi engelli de kendisini yaşamasının önüne koyulan ketlerde umudunu kaybeder. Faili kendisi değil, bizizdir, toplumdur.

Umut çeşitlilikte; varoluşun her çeşidinde, biriciklikte.

İki hafta sonra görüşmek üzere, hoşça kalın.