Manzara bahçelerini, “bitkilerle adeta resim yapılan” İngiliz bahçelerini konuşacağız. Endüstriyel devrimle birlikte İngiltere, doğal yaşamın özgürlüğüne karşı, mekanik yaşamın olumsuz sonuçlarını sorgulayan ilk ülke olarak buna hazırdı zaten. Düşünürler, “asıl vahşi”yi övüp yüceltiyor ve hemen her konuda doğal olana özlemi dile getiriyordu.
İlk bahçelerin “cennet bahçesinin” dünyadaki görüntüsü olarak tasarlandığını; orta çağdan Rönesans’a uzanan zaman diliminde ise dinsel sembolizmin yerini hümanizme bıraktığını; hümanizm etkisiyle insan için yaratılan bahçelerin tüm Avrupa’yı da sardığını; katı bir geometriye dayanan Fransız usulü bahçe anlayışında ise insanın doğa üstünde tam bir egemenlik kurduğunu anlatmıştım önceki programlarımda…
Fransa’da, geç Rönesans ve Barok bahçelerinde basamaklı kaskadlar, teraslar, budanmış mazılar ve heykellerin doğal öğelerden daha çok öne çıktığı, bina ve bahçe eksenine oturtulmuş “vista”nın önemsendiği mimari bahçe anlayışı hakimdir ve tüm Avrupa da bu akımın etkisi altındadır. Ama o simetrik kurgudan, “vista”dan öteye gidemeyen bahçelerin yeni bir yaklaşıma ihtiyacı vardı, o da İngiltere’den gelir. Manzara bahçesinin düşünsel arka planını ODTÜ Mimarlık Fakültesinden Gönül Evyapan’ın “İngiliz Bahçe Anlayışına Kısa Bir Bakış” yazısından da yararlanarak size aktarmaya çalışacağım; Gabrielle van Zuylen’in Dünyanın Tüm Park ve Bahçeleri kitabından da yararlandım…
Claude Lorrain’in, Gaspar Poussin ve Salvator Rosa gibi yeni ekol doğa ressamlarının eserleri, yeni edebi akımlar ve İngilizlerin doğa sevgisi belirleyici olur “pitoresk” denen bu yeni anlayışta; bahçe tasarımı, doğal öğelerin bir senaryo içinde kurgulandığı bir tür doğa resmidir… Özellikle 1710-1730 yıllarını kapsayan bu dönemde resim, estetik ve özellikle şiirle uğraşan sanatçı ve düşünürler önce kompozisyonu tanımlıyor, bundan sonra uygulama için mimara ve bahçıvana başvuruluyordu.
Bu hareketin destekçileri arasında İngiliz deneme yazarı, şair ve siyasetçi Joseph Addison (1672-1719) ve şair Alexander Pope vardır. Bu iki isim, Fransız usülü bahçenin yapaylığıyla alay ediyorlardı. Addison şöyle der örneğin: “Niçin bir malikane arazisinin tümü, sahibinin zevkini tatmin ettiği kadar kâr da getiren tarlalarla donatılmış bir tür bahçeye dönüştürülmesin? ... Mısır tarlaları pekâlâ hoş bir görünüş verebiliyor. … hele aralardaki patikalar biraz daha özenle bakılır, çayırların doğal örgüsüne biraz el değdirilip birkaç ufak sanat eklentisi ve toprağın kabulleneceği ağaç ve çiçeklerle pekiştirilecek birkaç dizi çitle de geliştirilirse ... Çağdaş bahçe uygulaması, bu yalınlığa ne kadar da aykırı. Doğadan uzaklaşmayı sanki görev biliyoruz...” diye yazar…
Pope da “Epistle to Lord Burlington”/ Lord Burlington’a Mektup şiirinde, mimarinin ve tasarımın doğayı yansıtması gerektiğini söyler. Sanatçıların ortaya koyduğu bu kuramı ilk hayata geçiren mimarlar ise William Kent ve Charles Bridgeman olur. Bu gelişmeler olurken Fransa’da Jean-Jacques Rousseau yozlaşmanın karşısına doğal düzenin saflığını koyuyor; Almanya’da Schiller ve Goethe İngilizlerin icat ettiği manzara bahçesiyle yorumlanan romantik akımı göklere çıkarıyordu.
Barok ekolünden gelen Bridgeman’in, Fransız bahçelerinin katı geometrisine karşı, ilk yaptığı şey sert çizgileri yumuşatmak olur. Onun tasarladığı malikane bahçeleri, çağın yenilikçi ruhunu da gözler önüne seriyordu. Avrupa’nın en bilinen manzara bahçelerinden, Buckinghamshire’daki Stowe da onun çalıştığı bahçelerden biriydi. Tasarımlarında araziyi, “doğal biçiminden daha doğal” bir görüntüye kavuşturmak için bazen yapay tepecik ve göllerle yeni baştan düzenliyordu. Eğri çizgi, yani S - eğrisi "güzellik çizgisi" diye anılıyordu. Artık ufka ulaşan bir eksenin yarattığı “vista” değil, doğallığı daha da ileri götürmek adına bahçeyi çevredeki tarlaların da bir parçasıymış gibi gösteren “ha-ha” kavramı öne çıkar.
Dışa yönelme, fiziksel boyutları zaten büyümüş olan İngiliz bahçesinin algılanma boyutlarının da genişlemesine yol açar. Öyle ki, artık "bahçe"den değil, "arazi' den söz ediliyor; hatta bu meslek de "arazi bahçeciliği" olarak anılmaya başlıyordu. Geniş İngiliz arazi-bahçeleri, bir senaryoya da bağlı olarak tapınak, çoban kulübesi, Gotik yıkıntılar, kemer, obelisk, Palladiyen köprü ve grotto gibi çok sayıda yapısal öğeleri de içermeye başlar. “Doğa düz çizgiyi sevmez” sloganını ortaya atan William Kent, dostu Alexander Pope’un da söylediği gibi “bahçe sanatının aslında manzara ressamlığı anlamına geldiğine” inanıyordu.
Birkaç yıl sonra, Pitoresk üslubun bir diğer ismi Lancelot Brown da arazi-bahçeciliğinde önemli bir isim olarak ortaya çıkar. 1750’lerden 1790’lara dek süren uzun meslek yaşamı boyunca İngiltere’deki pek çok malikane arazisini o tasarlar. Onun yaklaşımına göre, manzarada suyun varlığı da önemlidir; ama doğal bir göl gibi görünmesi şartıyla… Tasarımlarında göz alabildiğine uzanan çimenlikler, eşit uzaklıkta dikilmiş ağaçlar, kıvrılan göller ve büyük bitkiler hassas bir ölçek duygusuyla bir araya gelir. Kendisine emanet edilen arazilerin olanaklarını zorlamasıyla bilindiği için “Capability” Brown lakabıyla anılan tasarımcının “aşırı doğal yaklaşımı” tabii kimi tepkilere de yol açar.
Sir William Chambers eleştirenlerden biridir örneğin, şöyle der: "(Brown'm) bahçeleri doğadan öylesine tıpatıp kopya edilmişler ki, bildiğimiz tarlalardan pek az değişik... Ziyaretçinin önüne ilk çıkan, üzerinde döne döne dolaşarak, zaten gördüğü geniş yeşil tarlayı seyredeceği kıvrımlı bir patika oluyor ... Arada, bir ufak sıra, veya bir tapınakcık görüyor; bu keşfine seviniyor; oturup yorgun bacaklarını dinlendiriyor, ve sonra güzellik eğrisini lanetleyerek bitkin, hiç gölge olmadığından güneşten kavrulmuş (bir durumda) daha fazlasını görmemeye karar veriyor ... Artık bahçeler kalmamış. Yerlerinde bir çimenlik, kıvrımlı bir dere, ağaçlandırılmış tepeler, mazıların etrafını dolanan çakıl kaplı patikalar var, ve bunların tümü o çok aranan Mr.Brown tarafından modernize edilme çabasının sonuçları ...” diyerek eleştirmiş.
Biraz da Brown'nun olumsuz etkisi sonucu, informal, yani “biçimsel olmayana” karşı bir tutum gelişerek bahçe tasarımında formal, yani “biçimsel” olan yeniden gündeme gelir. Bu eğilimi ilk dile getirenlerden biri Humphrey Repton olur. Ondan öncekiler, yani William Kent de Brown da işlerine ilgili bir yazılı kayıt, plan ya da not bırakmamışlar ama Humphry Repton, yapıtlarını içeren dört kitap bırakmış arkasında.
Repton’un “biçimsel olanı” yenden gündeme getirdiğini söylemiştim. Repton, mekanın ruhunu, yani genius loci’yi mükemmel biçimde kavramıştı. Bu arada not olarak eklemeliyim, Repton’un başarıya ulaşmasında, sadece yeteneği değil müşterilerini cezbetmek için geliştirdiği orijinal sunum yöntemi önemli rol oynuyordu. Red Books denen meşin ciltli kırmızı kitaplardır bunlar: Bu kitaplarındaki suluboya resimlerinde, projelerinin öncesi ve sonrasını gösterecek açılır sayfalar vardır.
Repton bahçelerinde, 18. yüzyılın idealleriyle yeni yüzyılın getirdiği yenilikleri birleştiriyordu. Romantizm akımının da etkisiyle taraçalar, korkuluklar, çiçek dikili bahçeler yapar, kendi ifadesiyle “düzenlenmiş çiçek bahçeleri, ölçülü olmak kaydıyla kabul edilebilir…” ona göre. Ünlü kırmızı kitaplarından birinde Repton’un kır evinin 1816 yılındaki görünüşü de vardır, Viktoryen çağın etkisiyle bahçelerin çiçeklenmeye ve renklenmeye başladığını görüyoruz.
Formal stilin bir türü olan "geometrik bahçe", 19. yüzyılın ortalarında, Repton’un dışında, örneğin Crystal Palace’ın mimarı Joseph Paxton tarafından da benimsenerek uygulanır. Paxton, diğer bahçe stillerinden biri olan ve bitki türlerini iyi bilen bahçıvanlarca geliştirilen "gardenesk" çiçek bahçesini, geometrik olarak tasarlıyordu ama ağaçlık ve mazılıkta doğallığı öne çıkarıyordu.
Repton’un 1818’de ölümünden sonra en etkili bahçe tasarımcılarından biri, Bahçecilik Ansiklopedisi’nin de yazarı, John Cladius Loudon olur. Kuralsız pitoresk üslubu izleyen genç bir bahçıvandır ama, Avrupa’ya yaptığı uzun yolculuklardan sonra kurallı bahçeyi, antik üslubu yeniden gündeme getirir; Gardener’s Magazine’de Viktoryen ahlakına uygun olarak her bitkinin güzel yanlarının vurgulandığı “düzenlenmiş çeşitliliği” öne çıkarır. Bir yandan da doğal ile geometrik arasındaki ikilem sürmekteydi. Bazı bahçelerde doğal yaklaşıma ağırlık verilirken, diğerlerinde geometrik düzen hakim oluyordu. 1840’lardan sonra keşif seferleriyle gelen egzotik bitkilerin çoğalması botanik zenginliğin artmasını sağlıyordu ama renk ve biçim karmaşasına da yol açıyordu.
Yeni bitkilerin ithalinde bir patlama yaşanır; 18. yüzyılın sonundan itibaren amatör bitki araştırmacılarının yerini deneyimli botanikçiler alır; fidanlıklar dünyanın dört bir tarafına bitki toplayıcılarını gönderiyordu. Yeni icatlar ve gelişmeler de İngiliz bahçelerini etkiler… 1845 yılında cam üstündeki verginin kalkması, İngiliz orta sınıfına evlerine limonluk yapmalarını kolaylaştırır. Küçük toprak sahipleri de egzotik türleri iklime alıştırmak, dikilecek çiçek stokunu artırmak, portakal bahçeleri kurmak için bunu tercih ediyordu. Bahçe dergilerinin yaygınlaşması, küçük bahçelerin çoğalmasını sağlar, ortalama İngiliz için bahçıvanlık en popüler hobi haline gelir.
Josephine’in Malmaison şatosunun bahçesini, orda yetiştirdiği gülleri bir programımda anlatmıştım. Manzara bahçesine düşkün olan Josephine, botaniğe sahiden ilgi duyuyordu; konumu sayesinde de en iyi botanikçilerin yardımıyla dünyanın dört bir yanından gelen bitkilerin koleksiyonunu yapabilmişti. Güney Amerika yolculuğunda Humboldt’a eşlik eden Aime Bonpland da Malmaison bahçesinin botanikçilerinden biriydi.
İmparatorluk döneminden sonra İngiltere’den ülkeleri Fransa’ya dönen göçmenler, o sırada moda olan manzara bahçelerinin Fransa’ya da girmesine neden olur. Baş tasarımcılarından biri de Gabriel Thouin olur; İngiliz bahçelerinin akılcı yaklaşımını Fransız usülü bir sistemle birleştirir. Patikalar ve ağaçlıklı yürüyüş yolları, dairesel çim alanlar ve çiçek tarhlarından oluşan basit bir modele dayanıyordu bu. Devrimle birlikte saraylara el konmasıyla beraber, bazı bahçeler kamusal alanlara dönüştürülmüş. Jardin des Plantes örneğin, İngiliz bahçesine bir örnek… Ulusun görsel açıdan yüceltilmesiyle doğanın buluşturulması “volksgarten” yani halk bahçesi düşüncesi, Viyana’ya ve Berlin’e de yayılır. Paris’teki ünlü Pere-Lachaise Mezarlığı da kıvrımlı yürüyüş yolları, ağaçlıklı alanları, göl ve göletleriyle bir manzara bahçesidir.
İngiltere’deki Hyde Park da toplumsal reformun sonucu doğmuş, halk parklarından biri. 1860’ların sonunda Fransa ve İngiltere’nin neredeyse bütün büyük şehirlerinde halka açık parklar vardı. Napolyon, Paris gibi çalkantılarla dolu bir kente yeşil adacıklar ekleyerek, toplumsal uyum yanılsaması yaratabileceğinin bilincindeydi. Cennet bahçesi temasının, kent yaşamının zararlı etkilerini ortadan kaldıramasa bile gerilimleri dindirebileceğine inanıyordu. Paris’in bu yeni park anlayışının, aslında kitlelerin denetim altına alınmasını amaçlayan bir stratejinin sonucu olduğunu söylemek mümkün.
Bu model fazla değişmeden Avrupa’nın diğer ülkelerinde ve sömürgelerde de uygulanmaya başlar. Öte yandan abartılı Viktoryen bahçeleri güçlü bir tepki de doğurur; zanaatkarlık becerisine eski saygınlığını kazandırmak amacıyla yola çıkan Arts and Crafts akımından etkilenen İrlandalı William Robinson, egzotik bitkiler yerine eski İngiliz geleneğine dönüşü, bitkilerim büyüyüp serpilmesine izin vermek; renklerine, yapraklarına, biçimlerine ve yaradılışlarına saygı gösterilmesi gerektiğini söylüyordu. 1871 yılında yayımlamaya başladığı The Garden dergisinde, görüşlerini geniş bir kitleye ulaştırır.
Robinson’un İngiltere’nin yerli çiçeklerini savunması gibi bir yandan da Linnean Society üyesi Henry Ernst Miller, İngiliz doğasının güzelliklerinin yeniden değerlendirilmesi gerektiğini söylüyordu. 'Naturalizm' düşüncesinin İngiltere’de doğmuş olmasının en önemli nedeninin, İngilizlerin kır yürüyüşlerine merakı olduğunu söyleyebiliriz. Bir İngiliz için bahçe, içinde uzun süre oturulacak, düşünceye dalınacak ya da Barok bahçeleri gibi tiyatro oyunlarına yer verilebilecek bir ortam değildir. Açık hava etkinlikleri için uygun bir iklimi de yoktur ülkenin.
İngiltere’de bahçe, başlarda evin dışa doğru bir uzantısı olarak düşünülüyordu ama bu yeni akımla birlikte bahçe evin değil, doğanın eve uzantısı olarak görülmeye başlar. Tabii bu görüşe karşı çıkan, peyzaj mimarının amacının bitkileri oldukları gibi göstermek değil olmadıkları gibi göstermek olduğunu düşünenler de vardı. Biçimselin ve doğalın savunucuları arasındaki tartışma sürer gider ve 20. yüzyıl bahçelerini de etkiler… Ama bahçe sanatının 20. yüzyılda nasıl değiştiği de başka bir programın konusu…
Şarkıcı / Yorumcu | Parça Adı | Albüm Adı | Süre |
---|---|---|---|
21 numaralı piyano konçertosu Andante | Wolfgang Amadeus Mozart | 05:39 |