18. yüzyılın sonlarına dek süren Flaman Altın Çağı’nda, popülerliğinin zirvesine ulaşan türlerin “çiçeklendiği”, Flaman ölü doğa resimlerinden bahsediyoruz bu programda. Bahsi geçen eserler, Dutch Flowers başlığı altında ilk kez Londra’da, National Gallery’de bir arada sergilenmişti.
17. yüzyılın dönüm noktasında, Hollandalı ressamlar, çiçeklerin en ince ayrıntısına kadar gerçekçi olarak betimleyen ilk sanatçılar arasındaydı. Bu anlayışın ortaya çıkmasının aslında 16. yüzyılda egzotik çiçeklerin yetiştiriliyor olması, botanik bilimine ya da hortikültüre yani bahçeciliğe ilginin artmasıyla yakından ilgili şüphesiz. Bu dönem, Hollanda’da botanik bahçelerinin kurulduğu, bir yandan egzotik bitki türlerinin uluslararası ticaretinde patlama yaşandığı zamanlardır.
İlk çiçek resimlerinde üçüncü boyut ve derinlik yoktur; düzdür. Simetrik yerleştirmeler farklı mevsimlerde yetişen çiçekler bir araya gelir. 17. yüzyıl boyunca, buketler giderek rahatlamaya başlar. Daha doğal bir düzen vardır; bir derinlik duygusu vermek için çiçeklerin özellikle birbirinin üzerine geldiği, asimetrik yerleştirmeler ortaya çıkmaya başlar. 18. yüzyılın sonuna doğru çiçek resimleri daha dekoratiftir; “modern” zamanların da ruhunu yansıtan daha aydınlık bir renk paletiyle ortaya çıkar. İki yüzyıl boyunca hüküm süren Flaman resminin öncüleri arasında Jan Brueghel, Ambrosius Bosschaert, Roelandt Savery, Jan Davidsz de Heem, Jan van Huysum ve Rachel Ruysch gibi isimler var.
Flaman resimlerinde, en çok karşımıza çıkan çiçeklerden biri, şüphesiz Laleler… Bugün laleleri her renkte, her biçimde, her yerde görebiliyoruz ama bir zamanlar paha biçilemeyen nadide çiçeklerdi. 16. yüzyılın sonlarında Osmanlı topraklarından Hollanda’ya gelen laleler, botanikçiler, konunun uzmanları, sanatçılar ve entelektüeller tarafından heyecanla toplanıyor, melezleştiriliyor, kültüre alınıyor ya da araştırma konusu oluyordu. Laleler kısa bir süre içinde lüks nesnesine dönüştü ve onların canlı renklerde çizgili taç yaprakları 17. yüzyılın çiçek resimlerine baş role yerleşmeye başladı. Lale Osmanlı ve Avrupa sarayları ile zengin ve aristokrat ailelerin büyük, bakımlı bahçelerinde hükümdarlığını ilan ederken; pahalı ve az bulunan lale türleri ölü doğalarda da tüm çiçek ve objelerin tam merkezinde yerini alır.
Ambrosius Bosschaert’in , Flowers in a Glass Vase (1609–10) resminde 'Semper Augustus’ (solda) ve ‘Viceroy’ (sağda) Laleleri görünüyor. Bu lalelerde, alev yalımlarına benzeyen çizgilerin bitkiyi etkileyen bir virüs nedeniyle olduğunu bugün biliyoruz; ama 17. yüzyılda bu mutasyonlar son derece gözdeydi.
17. yüzyılda, başlarda akademisyenler ve bilim insanları daha önce rastlanmamış, sıra dışı Lale türlerini kendi aralarında çaprazlıyor, birbirleriyle paylaşıyorlardı ama bir süre sonra Lale para nedeniyle elden ele dolaşmaya başlar. Rağbet arttıkça nadir lalelerin fiyatı kontrol edilemez hale geldi. 1636 sonbaharında çılgınlık iyice hat safhaya vardı; sıradan laleler bile inanılmaz fiyatlara ulaştı. Lale soğanları değil sözleşmeler el değiştiriyordu. Fiyatlar 1637 Şubat'ında bir haftada yüzde 95'den fazla düştü. Daha sonraki tarihlerde ekonomide spekülatif balonlar oluştuğunda hep Lale Çılgınlığı dönemi hatırlanır. Lale bu düşüşten sonra eski fiyatlarına ulaşamasa da Hollanda’da yetişen, en popüler çiçek hala bugün.
Paulus Theodorus van Brussel’in 1792 yılında yaptığı “Flowers in a Vase” o dönemin en çok sevilen Lale türlerini ölümsüzleştirmiştir.
Flaman resimlerinde sıkça görülen çiçeklerden biri de Sümbüller… Antik çağlardan beri sümbüller Akdeniz’in doğusunda ve Küçük Asya’da doğada yabani olarak yetişen, derin mavi renkleri ve baş döndürücü kokusuyla cezbedici bir çiçek olmuş. Lale, gibi Sümbül de 16. yüzyılın sonlarında Batı Avrupa’ya girmiş bir çiçek. Ama 17. yüzyıl boyunca Hollandalıların Lalelere duyduğu çılgınca tutku nedeniyle biraz gölgede kalmış. 1600’lerde -Clusius’un Laleleri melezleştirip yetiştirdiği- Leiden’deki o botanik bahçesinde Sümbülün sadece birkaç çeşidi kayıt altına alınmış.
Osaias Beert (the Elder)’in ‘Flowers in a Porcelain Wan-Li Vase’ / Porselen Wan Li- Vazosunda Çiçekler (1615) resmindeki sümbül detayında da göreceğiniz gibi, o zamanlarda yetiştirilen sümbüller çoğunlukla, tek bir sap üzerinde, geniş aralıklı minik çiçekçiklerin sıralandığı bir türdendi. Çiçekleri daha bol ve salkım dizilişli olan sümbüller ilk kez 1612 yılında tanımlanmış ama Hollandalı yetiştiriciler ancak yüzyılın sonunda ciddi anlamda Sümbül çeşitleri geliştirmeye başlamışlar.18. yüzyılın başlarına geldiğimizde ise sümbüller Lalelerden daha fazla popüler olmaya; mor, kırmızı, beyaz ve pembe gibi farklı renklerde görülmeye başlamış. Sarı renkli sümbüller, biraz daha geç, muhtemelen 1760’larda yetiştirilen bir tür. Yüzyılın sonunda Hollanda’da, özellikle Harleem bölgesinde yetiştirilen artık sayısız sümbül çeşidi vardır.
Jan van Huysum’un Flowers in a Terracotta Vase ( 1736-7) tarihli resminde bir sümbülün detayını görebilirsiniz…
1730’larda, sümbül ticaretindeki -önceki yüzyılda Tulipmania yani Lale Çılgınlığından çokça farklı olmayan- spekülasyonlar yine korkutur ama neyse ki uzun ömürlü olmaz. Fransa Kralı 15. Louis’nin metresi olan Madame de Pompadour’un da 1745 yılından 1764 yılında ölümüne dek, bu kokulu çiçeklere karşı tutku derecesinde bir düşkünlüğü vardır. Madame de Pompadour’un o zaman modalarını yaratan bir isim olduğunu düşünürsek, bu çiçeğin popülaritesinin artmasına, sevilip yaygınlaşmasına şüphesiz çok katkısı olmuş. Versailles sarayının bahçelerine yüzlerce sümbül dikilmesini istediği; kışın da sarayın tüm odalarında sümbülün tatlı kokusunu yaymak için cam vazolarda topraksız sümbül yetiştirilmesini sağladığı biliniyor.
Flaman çiçek natürmortlarından bahsederken, sıklıkla kullandıkları mavi-beyaz porselenden bahsetmeden olmaz. Ambrosius Bosschaert’s Still Life of Flowers / Çiçeklerin Ölüdoğası resmindeki Wan-Li vazosu, 17. ve 18. yüzyıllarda Hollanda Doğu Hindistan Şirketi’nin Asya’dan Hollanda’ya taşıdığı egzotik ürünler arasında. Daha önce de bahsetmiştim, 1602’de Amsterdam’da kurulan Hollanda Doğu Hindistan Şirketi, Asya ticaretini tekelinde bulunduruyor; Hindistan, Endonezya, Çin ve Japonya ile Avrupa arasındaki ticaret ağlarını yönetiyordu. Uzak ülkelerden getirip Avrupa pazarlarına soktukları pahalı ve egzotik ürünler arasında baharatlar, ipek, çay ve Çin’in ‘kraak’ diye bilinen mavi-beyazları dahil- porselenler de vardır. Flemenkçe’de ticaret gemisi anlamına gelen ‘caracca’ sözcüğünden alan 'Kraak' porselen, Çin’in Wanli bölgesinde üretilip ağırlıklı olarak Batı’ya ihraç ediliyordu. Karakteristik mavi ve beyaz dekorlar, çiçekler, kuşlar ve diğer geleneksel Çin motifleriyle süslüdür. 1620’den itibaren Hollanda Doğu Hindistan Şirketi her yıl 100.000 parçaya ulaşan Çin porseleni ithal eder.
Bosschaert’ın Osaias Beert (the Elder) ‘Flowers in a Porcelain Wan-Li Vase’ (1615) resminin detayında da görülen vazodan da anlaşılacağı üzere, parçalar özellikle lüks duygusunu ve ender olduklarını vurgulamak altınla süslü bir kaide üzerindedir. Çin porselenlerinin natürmortlara girmesi sadece zenginliği ve ince zevki temsil etmekten öte, 17. ve 18. yüzyıllarda Hollanda’nın küresel ticaretteki güçlü varlığını da hatırlatıyor. Zaman geçtikçe, Asya ve Avrupa ürünleri arasındaki farklılıklar da muğlaklaşmaya başlar. Avrupa’dan çömlek örnekleri Çin’e gönderilerek Avrupa Pazarı için yeniden üretilmesi de istenir. Çin’deki karışıklık 1640’ların sonunda ticareti de sekteye uğratınca, işler tersine dönerek Delft’teki üreticiler kendi ürünlerini Çin desenleriyle dekore etmeye başlar.
Ölüdoğa resimlerinde gördüğümüz Ananaslar acaba ne zaman Avrupa’ya girmiş? 1640 yılında Kraliyet Botanikçisi John Parkinson’un kitabı 'Theatrum Botanicum’da Kral I. Charles’a ananası şöyle tarif ediyordu: "İlk bakışta Enginar’ın pullu kabuklu görüntüsüne sahip ama aslında bir kozalağa daha çok benziyor. … kokusu son derece tatlı... tadıysa, şarap, gülsuyu ve şeker karıştırmışsınız gibi… “
Wybrand Hendriks’in 1760 tarihli natürmortu, Fruit, Flowers and Dead Birds /Meyveler, Çiçekler ve Ölü Kuşlar resminde arka planda ananası görebilirsiniz. Bugün artık sıradanlaşsa da yüzyıllar önce Ananas Avrupalılar için ulaşılması zor, egzotik bir meyveydi. Güney Amerika’nın yerel meyvesi olan ananaslar Avrupa’ya ilk kez 15. yüzyılın sonlarında getirilmiş. 17. yüzyılda Hollanda Batı Hint Adaları Şirketi ananas bitkisinin tohumlarını ya da meyvelerini Hollanda’nın sömürgesi olan Surinam’dan Kuzey Avrupa’ya getirmiş. Yeni Dünya’dan başlayan bu uzun yolculuk sonunda aslında ananasların çoğu yenebilecek bir durumda değildir; ama tohumları ve fideleri kültüre almak için yeterlidir.
17. yüzyılın sonlarına doğru Flamanlar, ananası kültüre almanın öncüleri olurlar. 1658 yılında Leiden’den zengin bir tüccar yenilikçi bir ortam sıcaklığını, sıcak hava koşullarını ve yüksek nem oranını sağlamak için oldukça yenilikçi sayılabilecek bir ısıtma sistemi de geliştirir.
18. yüzyılın başlarında ananaslar büyük bir başarıyla Avrupa’da üretilmeye başladıysa da yüksek talebe karşılık düşük arz nedeniyle sadece zengin bir azınlığın ulaşabileceği bir lüks olabilmiş. Konuklara ananas ikram etmek gerçekten büyük bir misafirperverlik örneğidir o zaman. Ananasa sahip olmak sadece zenginliğin göstergesi değil; bahçıvanlarının becerikli ve deneyimli olduklarının da kanıtıydı. Merak nesnesi olan, pahalı ve egzotik ananaslar Jan van Os, Wybrand Hendriks ve diğer 18. yüzyıl Flaman ressamlarının sayısız meyve ve çiçek natürmortlarını “taçlandırıyordu.”
Deniz kabuklarına gelince… Albertus Seba’nın merak kabinlerini anlatırken de söylediğim gibi- 16. ve 17. yüzyıllarda ayrıcalıklı sınıfın doğanın muhteşem varlıklarını insan yapısı nesnelerle içi içe sergilediği- merak kabinlerini uzak okyanuslardan getirilen deniz kabukları da doldurmaya başlar. 17. yüzyılda Hollanda deniz kabukları ticaretinde Avrupa’nın öncüsü konumundadır. Baharatlar ve diğer ticaret ürünlerinin yanı sıra, Hollanda Doğu Hindistan Şirketinin kargo gemileri Pasifik adalarından; Hollanda Batı Hindistan Şirketi ise Batı Hint Adaları ve Karayiplerden rengarenk ve göz alıcı bitki ve hayvan örneklerini taşıyordu. Deniz kabuğu toplama tutkusu da Lale çılgınlığıyla yarışacak düzeydedir o zaman. Birçok tarihçi ve yazar, “lale çılgınları” ile “kabuk delilerini” aynı kefeye koyuyor…
Laleler gibi, kabuklara da tuhaf formlarına ve sıra dışı desenlerine göre değer biçiliyordu; onların güzelliği laleler gibi gelip geçici değildir tabii, aksine değerli taşlar gibi kalıcıdır. Adı bilinmeyen bir Flaman ressamın eseri olan, 1620 tarihli Cognoscenti in a Room hung with Pictures resminde de göreceğiniz gibi, 17. ve 18. yüzyılın çiçek natürmortlarında kabukları da sıklıkla görüyoruz.
Resmin bağlamda, deniz kabukları Tanrı’nın yarattıklarını güzelliğini bize hatırlatırken, hemen yanındaki çiçeklerle gelip geçiciliğini bize anlatıyor. Harmen Steenwyck’in Still Life: An Allegory of the Vanities of Human Life / İnsan Hayatının Kibirlerinin Alegorisi (1640) Flaman ölüdoğa resimlerinin bir kolu olan bir Vanitas resmi. Kuru kafa, üzerinde memento mori yazan parşömen parçaları, çiçekler, kelebekler, eski kitaplar, kemikler gibi birbiriyle alakasız nesneler bir masa üzerinde çizilir ve tüm bu sembollerin hepsi insana varlıklarının kısa ömürlü olduğunu, ölümü hatırlatmaya ve kibrinden kurtulması gerektiğini anlatmaya çalışır. Çizilen güzel nesneler de çekiciliklerine kanıp kibrimize yenik düşmememiz gerektiğini simgeler ve aynı zamanda ahlaksal anlamlar barındırır. Gül ve kiraz cinsellik ve aşkı, haşhaş isa' nın acılarını; kanatlı haşeratlar da şeytanı ve kötü ruhu simgeler. Bosschaert’s Still Life with Flowers in a Wan-li Vase resminde üç deniz kabuğu vardır: (soldan sağa sayarsak) Batı Hindistan’dan ('Cittarium pica'); Endonezya’dan bir kara salyangozu olan 'Amphidromus perversus’; ve Doğu Afrika’dan Polinezya’nın doğu kıyılarına bulunabilen ('Mitra episcopalis') görülüyor.
Ve böcekler… Flaman çiçek natürmortlarına biraz yakından baktığımızda, böcekler ve hayvanların rengarenk dünyasına da tanık oluyoruz. Sinekler, böcekler, uğur böcekleri, karıncalar, tırtıllar, güveler ve kelebekler, kertenkeleler ve hatta dikkatlice düzenlenmiş çiçekler ve meyveler arasında bir kuş yuvası bile göze çarpar.
Jacob van Walscapelle, Flowers in a Glass Vase (1670) resminde olduğu gibi, bu küçük yaratıkların çiçek resimlerinde belirmesi, Flamanların doğal dünyaya dair duydukları merakı da birebir yansıtıyor. Flaman ölü doğa resimlerinde boy gösteren nadir bitkiler ve egzotik deniz kabuklarının aksine, böceklerin ve küçük yaratıkların çoğu sıradan, yerli türlerdir. Göze çarpan koyu kahve rengi, kırmızı ve siyah kanat çizgileriyle Vanessa Atalanta kelebeği bile, bütün Kuzey Avrupa yaygındı ve kara kış basıp havalar iyice soğumadan önceye kadar hayatta kalabilen kelebeklerdendi.
Flaman ressamların bazen ölü doğa resimlerinde, resme giren her böcek için geçerli olmasa da bu küçük hayvancıkları sembolik anlamları açısından da kompozisyona dahil ettiğini görüyoruz. Örneğin kelebek, Kıyamet Günü’nden önce bedenin yeniden dirilişini anlatan geleneksel bir sembol. Onun toprağa bağlı bir tırtıldan havada süzülen bir güzelliğe dönüşmesi, ruhun dünyevi esaretlerden kurtularak Cennete yükseleceğine dair bir metaforu anlatır. Karıncalar endüstrinin ve çalışkanlığı anlatırken, sineklerin negatif çağrışımlar vardır.
Şarkıcı / Yorumcu | Parça Adı | Albüm Adı | Süre |
---|---|---|---|
Suit Bergamasque Lepiska Saçlı Kız | Claude Debussy | 02:38 |