Bekir Ağırdır, yaklaşan 2023 Türkiye Cumhurbaşkanlığı ve Genel Seçimlerini ve yaşanan son gelişmeleri değerlendirdi.
(Bu bir transkripsiyondur. Metnin son hâli değildir.)
Ömer Madra: Günaydın Bekir, merhabalar!
Bekir Ağırdır: Günaydın efendim, günaydın sevgili izleyiciler.
Özdeş Özbay: Günaydın!
B.A.: Günaydın Özdeş!
Ö.M.: Son derece yoğun ve biraz da kaygı verici gelişmeler oluyor seçimlerde. Özellikle bu seçim sath-ı-mailinde, Diyarbakır merkezli gözaltılar bütün ortalığı feci şekilde gerdi. Hatta uluslararası tepkiler de Türkiye’deki görülmüş en ağır operasyonlardan bir tanesi olduğu da söylendi şimdiye kadar. Bunun dışında da özellikle sormak istediğim, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı ve Millet İttifakı’nın Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun önce Kürtlerle ilgili sonra da Alevi başlıklı videosu dünya rekoru kırdı. Dört günde 29 milyonu aşkın video oynatmasına ulaşıp dünya Twitter tarihinin en çok izlenen videosu olmuş. Biraz da bundan bahsetmek istiyorum. Daha önceki videosuyla, Kılıçdaroğlu’nun çektiği video ile ilgili Gazete Oksijen’de yazdığın yazıda, ‘iktidarın zihni çerçevesini kırdı’ demiştin. Bu da ikinci bir şey olarak değerlendirilebilir mi?
Artık seçim sürecine doğrudan müdahale ediliyor
B.A.: İstersen Diyarbakır’daki tutuklamalarla başlayalım çünkü olayın şöyle bir yanı var; biz, kamuoyu hep yaygın biçimde sandık güvenliği, seçim güvenliğini konuşurken sandığa giren oyların sayımını ve bu oyların doğru sayılıp tutanakların doğru düzenlenmesi üzerinden konuşuyoruz. İşin elbette önemli bir bacağı ama asıl hikaye, sandık güvenliğini de kapsayan biçimde seçim güvenliği meselesi. Yani seçimin demokratik, adil, özgürlükçü ortamda seçmenin kanaatini oluşturabilmesi için özgürce ve kısıtlanmadan her türlü bilgiye, iddiaya farklı adayların, farklı partilerin sözlerine, vaatlerine ulaşabilmesi, dinleyebilmesi vs. İşin bir yanı bu iken, bir yanı hep kamuoyunda bir tartışma var; iktidar ve Erdoğan çok sessiz duruyor ve şapkadan tavşan çıkaracak falan. Halbuki artık tavşan çıkartmak değil doğrudan seçime müdahale ediliyor, seçim sürecine doğrudan müdahale ediliyor. Bu tutuklamalar öyle, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) kapatma davasının bir demokrasinin kılıcı olarak gündemde tutulması öyle, Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) kararları öyle, bakanların görevlerinden istifa etmeden bütün kamu kaynakları, kamunun insan, bütçe, araç, gereç, her şeyiyle, kamu kaynaklarıyla siyasete ve seçime müdahil olmaları vs. İktidarın seçim sürecinin demokratik yürümesi, adil ve hukuki yürümesi gibi bir kaygısından söz etmek çok mümkün değil. Doğrudan siyasete müdahale ediliyor artık. Dolayısıyla, seçim sürecinde şapkadan beklenen tavşan değil, tavşan yerine yapılanlar bunlar ve bunun da süreceği anlaşılıyor. Her şeye rağmen, seçim güvenliği konusundaki bütün kısıtlamalar, iktidarın bütün siyasi alanı daraltma çabalarına rağmen bile olayın gidişatı çok muhtemelen değişecek, iktidarın aleyhine olarak. Dolayısıyla, bütün bu seçim güvenliği meselesinin sadece sandıktaki oyların sayımı ve tutanaklara doğru yazılmasından daha geniş bir çerçevede ele alınması gerektiğini, muhalefet partilerinin de yurttaşların ve Sivil Toplum Kuruluşlarının (STK) da sürekli olarak kamuoyunu bu konuda dikkatini çekmesi gerektiğini, YSK’nın kararlarının ne kadarının hukuka uygun olup olmadığının sürekli gündemde tutulması gerektiğini düşünüyorum. İşin bir yanı bu, dolayısıyla da önümüzdeki üç haftada bu tür müdahalelerin çoğalacağını beklemek çok düşük bir ihtimal değil.
Ö.M.: Karamsarlık olabilir.
B.A.: Çok başka olaylar da yaşayacağımızı sanıyorum.
Ö.M.: Ben bir de şunu ekleyeyim izninle; Seçim Güvenliği Platformu’nun Artı Gerçek’te yayınlanan Amed merkezli operasyonlarda çok sayıda gözaltı yaptıkları paylaşımda tam da senin dediğini söylüyorlar. “Türkiye tarihinin en büyük seçim müdahalesi” diyor, yani bir günde 150 siyasetçi, haberci ve hukukçu gözaltına alındı.
B.A.: Geçenlerde hatırlıyorsunuz, etiket tasarlamış bir grafiker de gözaltına alındı. Yani bütün bunlar aslında adım adım iktidarın seçim yasası, kamuoyunun sonbaharda sansür yasası diye konuştuğu ‘internette dezenformasyon yasası’ vb. Bütün bu hazırlıklar, zaten seçim sürecine müdahale ya da siyasi alana olabildiğince muhalefete kısıtlama. Bir de medya gücü var. Medyadaki algıyı manipüle etme çabası ve arzusu, ona da dayanak olan bir kapasite var ortada. Bütün bunlar evet seçim güvenliği konusunda ciddi kuşkular üretiyor. Dolayısıyla sorun bu değil. Yani kamuoyu hep bu konuda yanlış oluşuyor. ‘Suriyelilerden kaç kişi yurttaş yapıldı, kaç kişi seçmen yazıldı, Suriyeliler sahte oy kullanacak mı?’ tartışması yanlış bir tartışma. İşin böyle bir tarafı var elbette ama büyük hikayenin içinde çok minör bir tartışma. Halbuki kamuoyu buraya takıldı kaldı. Asıl tartışmamız gereken genel olarak seçim sürecinin ne kadar demokratik, adil ve hukuka uygun yürüyüp yürümediği meselesi. O yüzden de bu tür, ‘yok hile yapacaklar, yok seçmen listelerinde onu yaptılar, bunu yaptılar’ türü söylemler esas itibariyle iktidarın da arzuladığı korku iklimini yaratmaya yarıyor. O yüzden dinleyicilerimizin dikkatlerini çekmek istediğim şey, bu tür hakikatle ilişkisi sorunlu olan vesveseleri, paranoyaları çoğaltmak değil gerçekten seçim güvenliğine dair itirazları ya da yanlışları gündemde tutmanın daha doğru, daha gerekli olduğunu sanıyorum. Öbür türlüsü bir korku iklimi yaymak, iktidarın her şeyi manipüle edebileceği ve her şeyi yönetebileceğini sanmak, iktidarın da arzuladığı bir korku iklimi ve kendinin de gerçek sahip olduğu güçten öte bir güç vehmetmek iktidara. Halbuki gerçek öyle değil. Evet, iktidar seçim sürecine doğrudan müdahale etme çabasına devam ediyor ve edecek de ama seçmenlerin kanaatleri ya da seçim tercihleri yalnızca bu çabalardan ibaret değil. Onun için toplumun hakikatle ilişkisini vesveseler ve paranoyalara dayamak yerine daha gerçek sorunlara dikkat çekmek ve o gerçeklikler üzerinden samimiyeti, sahiciliği ve gerçek itirazı inşa etmek gerekiyor.
Ö.M.: Yani Seçim Güvenliği Platformu’nun altını çizdiği şey, ‘Türkiye tarihinin gözaltı yoluyla en büyük seçim müdahalesi’ ifadesi önemli gerçekten. 1950’yi pek izleyememiştim belki ama 1957’den beri de bütün seçim kritik noktalarında bir şekilde bilgim ve kaygım olmuştur. Ama bu, Seçim Güvenliği Platformu’nun da ifade ettiği gibi tarihin en büyük seçim müdahalesinin gözaltı yoluyla olması önemli.
Sakin, serin kanlı ve neşeli, geleceğiz için oy vermeliyiz
B.A.: İktidar kaybetmemek için her şeyi yapacak, yapmaya arzulu, istekli ve kas gücü de var bunun için. Dolayısıyla o en baştaki ‘şapkadan çıkacak tavşana’ geri dönersek öyle bir zihni kapasite, öyle bir maharet kalmamış görünüyor ama kas gücü, devlet dediğimiz aygıtın bütün organlarının partizanca yönetilmesi ve organize edilmiş olması var. Bütün o organlar ve o güçler, o kapasiteler üzerinden de sürece müdahale ederek seçmenin algısını ve tercihlerini manipüle etme arzusu var. Bunlar tarihimizde de büyüklükleri ve boyutları ayrı belki ama tarihte de, Türkiye’de de, başka ülkelerde de çok yaşanmış şeyler. Sonuç olarak benim izleyicilere söyleyeceğim şey, her şeye rağmen biz seçim günü cenge gitmiyoruz, savaşa da gitmiyoruz, düğüne gidiyoruz. Kendi geleceğimiz için, yeni ilişkiyi nasıl evliliği düğünle taçlandırıp halaylar çekiyorsak, yeni gelecekle evliliği, ilk adım için o gün düğüne gidiyoruz diye görmek ve gerçekten o günü bir neşe, bir heyecan haline getirmek, daha da önemlisi saat kaç olursa olsun, hangi saatte gidip oy vermiş olursak olalım saat 17:00’de hepimiz sandıkların başına dönüp ‘gözümüzün önünde sayın sandıktaki oyları’ demek ve o gün akşam 17:00’den itibaren ülkede bir sevinç, heyecan ve neşe dalgası üretmek, bu tür vesveselere ya da arzulara yahut planlanmış başka türden şeylere destek olacak ya da onların arzuladıkları o korku iklimine teşne olacak çabalardan kaçınmak gerekiyor. Yani yapabileceğimiz çok şey olduğunu sanıyorum. Sakin, serin kanlı ve neşeli, geleceğiz için oy vermeliyiz, bu kadar basit aslında.
Ö.M.: Murat Sabuncu da T24’te Diyarbakır izlenimlerini döndükten hemen sonra yazmış ve “İktidar seçime doğru baskıyı daha da arttırabilir. İklim değişecek, enerjis ve kararlılığı ben de gördüm Diyarbakır’da,” diyor. İklimi sembolik olarak kullanıyor. “Bayramın üçüncü günü insanlar, sanatçılar halay çekiyordu,” diyor yani önemli bir tespit yapmış, senin dediğini de doğrular nitelikte. “Diyarbakır’daki sokaklara taşan pozitif havayı, seçmenin değiştirme arzusunu seçimlere çok az kala etkilemeye çalışan iktidar başarabilir mi? Zor, çok zor,” demiş ama bu uyanıklığa bağlı tabii.
Makbul vatandaş tanımı dışında kalmış her kümenin varlığına saygı duymamız gerekiyor
B.A.: En azından bu konuyu şöyle bağlayalım Ömer Abi, ‘Hürriyet için, adalet için, demokrasi için hadi’ demesi lazım hepimizin birbirine. Kendi geleceğimiz için ‘hadi’ dememiz lazım. Dolayısıyla, sadece korkarak ve sinerek değil, kendi geleceğimiz için neşeyle, coşkuyla, heyecanla oyumuza da, tercihlerimize de, kimliklerimize de sahip çıkmamız lazım. Kimliklerimize diyerek sizin en başta sorduğunuz soruya geri dönmek istiyorum; Kürtler ya da Aleviler videoları meselesi. Kemal Bey evet, iktidarın çizdiği bir zihni çerçevenin dışına çıkma konusunda çok ciddi bir hamle yaptı. Bir kere videonun bu kadar çok izlenmiş olması bile aslında seçmenin samimi sahici tartışmaya, samimi sahici bilgiye ve yeni bir arayışa ne kadar açık olduğunu gösteriyor her şeyden önce. Kıyamet kopmadı gördüğünüz gibi çünkü aksine bir meselemiz var. Yani evet, Türkiye’de farklı kimlikler var, evet bu kimlikler her şeye rağmen bir arada yaşamak için de bir ortak gelecek hayaline ihtiyaç duyuyorlar, yeni bir söze ihtiyaç da var orada. Sorunumuz, Türkiye’deki sorunun bir bakıma birkaç katmanı var. Bir yandan hayatın çok fazla kimliklere sıkışmış olması, ikinci katmanı bütün siyasetin kimliklerin içine sıkışmış olması, üçüncü katmanı da kimlikler arasındaki kutuplaşmaların bu kadar güçlü olması. Evet, bütün dünyada, batıda da ciddi bir mesele var; kimlik meselesi. Bunu üreten sadece ülkenin yani Türkiye’nin kendine özgü problemleri değil. Bir yandan bütün dünyada insanlığın bir dip dalgası var, nedir o? Göç ve kentleşme meselesi ya da teknolojik sıçrama sayesinde her şeyden herkesin haberdar olması. Buna ister küreselleşme deyin ister başka yerden isimlendirin, nereden bakarsanız bakın. Sonuçta insanlar Türkiye’de 1950’lerde, 60’larda, 70’lerde bile ülkenin yarısı o köylerde yaşarken, 40 bin köy diye bir efsanemiz var ya, köylerde yaşarken o köyler esas itibariyle hep monolitik kültür yani hangi kimlikten olursa olsun esas ağırlığı ya da ana karakteri bir kimliğin hakim olduğu monolitik kültürler. Halbuki göçle beraber kentlere, metropollere geldikçe birbirimizden yani daha önce köylerde, kasabalarda yaşarken dağın öbür tarafında kim olduklarını bilmediğimiz ama keşke efsanelerle, tevatürlerle bilgi sahibi olduğumuz insanlarla, kimliklerle aynı binalarda, aynı iş yerlerinde, aynı kampüslerde, aynı sokaklarda, aynı metrobüste, metrolarda yan yana geldik. Dolayısıyla bu metropolleşme ya da kentleşme süreci içinde doğal olarak insanların dayanışmaya ihtiyacı var, insanların kendilerine bir anlam dünyası inşa etmeye ihtiyaçları var. Oralarda eğer sosyal dokunuz, toplumsal dokunuz, toplumsal ya da hukuki yapı kurumlarınız ve kurallarınız tüm kimlikleri kapsayan biçimde yani çoğulcu değilse, doğal olarak insanlar kendi kimliklerine sahip çıkarak, kendi kimlikleri üzerinden bir anlam dünyası inşa ederek var olmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla, kimlik meselesi durup dururken karşımıza çıkmış ya da durup dururken batılıların Türkiye’ye dair kötü emelleri nedeniyle icat edilmiş bir problem değil, yaşamın akışı içinde doğal bir süreçtir. Doğal olmayan kısmı bütün bu kimliklerin birbirleriyle karşılaştıkları anda birbirlerini tanıyarak, birbirleriyle hemhal olarak, birbirleriyle söyleşerek, birbirlerini dinleyerek yeni bir senteze, yeni bir yaşam biçimine ya da yeni bir ortak alanın oluşması idi. Ama böyle olmadı çünkü siyaset Türkiye’de ve dünyada da daha baskın bir biçimde. Hem siyaset hem medya, o yaklaşılan yani selam mesafesine geldiğimiz bütün o farklılıkların aslında dost olma ihtimali üzerinden değil düşman olma ihtimali üzerinden kazanımlarımızın ayağımızı bastığımız yerdeki varlığımızı tehdit eden yeni insanlar, yeni öcüler, yeni korkular kaynağı olarak tanımladı hep. Dolayısıyla temas ve karşılaşma yeni bir hemhal olmayı, yeni bir sentezi, yeni bir toplumsal huzur ve barışı değil kutuplaşmayı üretmiş, çatışmacı iklim egemen oldu. Siyaset adım adım, 2000’lerden itibaren özellikle de artık tümüyle kimlikler üzerinden yapıldı. Şimdi bugünün insanının tabii ki çok kimliği var, sadece Kürt olmak ya da Türk olmak, sadece Alevi olmak, Sünni olmak değil, çevreci olmak da bir kimlik ya da kadın yahut erkek veya LGBT’li bir birey olmak da bir kimlik. Sonuçta çok kimlikli bir hayat var karşımızda ama hukuki formlar, kamusal düzendeki ortak alandaki kurumlar ve kurallar bu çokluğa uygun değil. Aksine devletin bir makbul vatandaş tanımı var, bir makbul kimlik tanımı var. Dolayısıyla diğerlerinden beklenen şey, o kimliğe biat etmeleri ve kendi kimliklerini yok saymaları, işin bir yanı da bu. İşin bir üçüncü katmanı da var, o da şu; Türkiye son 100 yıllık Cumhuriyet deneyiminde sonuç olarak bugün konuştuğumuz problemlerin neredeyse çok önemli bir kısmı bütün bu yüzyılın kalkınma ve modernleşme süreci diye tanımlayalım ya da Cumhuriyet dönemi diyelim, nereden tanımlarsak tanımlayalım ülkedeki ya da coğrafyadaki farklı kimliklerin kendi kimlikleriyle bu sürece dahil olamamalarının ürettiği problemler. Yani Türkiye Cumhuriyeti’nin bir makbul vatandaş tanımı vardır; Türk olacak, Sünni olacak, seküler ve laik olacak. Şimdi de işte bu iktidarın başka bir makbul vatandaş tanımı var; Türk olacak, Sünni olacak ve dindar olacak diye. Dolayısıyla makbul olmayanlar var ülkede devletin gözünde ve sonuç olarak bugün Kürt meselesi dediğimiz şey de, Alevi meselesi dediğimiz şey de bu. Düşün, hala Alevilerin Cemevlerinin ibadethane olup olmadığını tartışıyoruz 2023 yılında. Kamunun bunu nasıl tanımlayıp tanımlamadığını konuşuyoruz ya da ‘Kürtlerin ana dillerini yaşatmak için yapmaları gerekenlerin ne kadarına devlet izin verir, destek olur ya da ne kadarını kısıtlar?’, bunları tartışıyoruz, dolayısıyla bu kadim problemlerin hepsini birden aşmanın bir tek yolu var, kimlikleri yok sayarak değil kimlikleri tanıyarak ama herhangi bir kimliğin iyi, doğru, güzel diye tanımladığı bir hayatı kurarak değil, bütün kimliklerin içinde onurlarıyla var olabilecekleri bir ortak kurumlar ve kurallar oluşturarak aşabiliriz. Türkiye’de muhalefetin de sorunu kimliklerin ürettiği problemleri yok saymasıydı bir bakıma. Halbuki yok saymak değil var saymak ama var sayarken de herhangi bir kimliğin doğrularına, arzularına, ihtiyaçlarına göre bir hayatı kurmamızın ve sürdürülebilir olmasının bu hayatın mümkün olmadığını anlamak gerekiyor. O zaman yapılacak şey bütün kimlikleri tanıyarak ama herhangi bir kimliğin iyisi, doğrusunu kendine esas alarak değil hepimizin ve bütün kimliklerin içinde var olacağı hayatı konuşmak gerekiyor ama önce tanımak gerekiyor. Yani bu insanların ülkede makbul vatandaş tanımı dışında kalmış her kümenin önce onuruyla bu ülkede var olabildiğini tanımamız ve varlığına saygı duymamız gerekiyor. Beğeniriz, beğenmeyiz, yanlış buluruz, doğru buluruz, tercihleri eğri deriz, doğru deriz o başka bir şey ama varlıklarını tanımak, varlıklarına saygı duymak, onların da hepimiz kadar ve herkes kadar ya da makbul vatandaşlar kadar ihtiyaçları, talepleri olduğunu ve buna da haklarını olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. İşte Kemal Bey’in tam bu noktada yaptığı şey henüz bir çözüm vaadi, çok büyük bir hikaye, bir demokrasi sözü, vaadi, ütopyası anlatıyor olmasa bile en azından bu birinci zinciri kırmak yani o kimliklerin varlığını kabul etmek bakımından çok değerli ve önemli idi. Çünkü biliyoruz ki bir yandan da son 20 yılda bütün hatalarına rağmen bu iktidar iki kez Alevi açılımı, iki kez Kürt açılımı yapmaya çalıştı. Amacı öyleydi, hedefleri başkaydı, bir sürü hikaye anlatabiliriz elbette. Ama eğer bütün partiler ya da bütün siyasi aktörlerin bütün gayretleri ve enerjileriyle o süreçlere sahip çıkıp sürecin yönetimini ve nihai hedefi sadece iktidarın tahayyülünden çıkarılabilseydi yani o süreçleri çoğulculaştırabilseydi belki de bugün başka bir Türkiye konuşacaktık. Şimdi muhalefet lideri olarak ve cumhurbaşkanı adayı olarak Kemal Kılıçdaroğlu’nun Kürtler ve Aleviler videosu bu açıdan çok anlamlıydı. Başlangıç anahtarı çevirmek açısından, birinci anahtarı çevirmek açısından çok değerliydi her şeyden önce. Ayrıca o videoda söylediği çok da doğru başka bir şey daha var ki sonuçta Alevi olduğunu söylerken peşinden de Alevi olmanın yanında Sünni olmanın değil dürüst olmanın, liyakatli olmanın, ahlaklı insan olmanın yani bütün kimliklerin ortak değerleri, ortak olması gereken iyiler ve doğrular üzerinden bir bağlayışı vardı.
Ö.M.: Ben de tam onu söyleyecektim, ilave edeceğim izninle, “Artık kimlikleri konuşmayacağız, başarıları konuşacağız. Artık ayrışmaları ve farklılıkları konuşmayacağız, ortaklıklarımızı ve ortak hayallerimizi konuşacağız,” demesi bana da çok anlamlı gözüktü.
B.A.: Bence de.
Ö.M.: “Değişim seferimize katılacak mısınız? Alevi olma diyen bu sisteme doğru olan, dürüst olan, ahlaklı olan olur diyecek misin?” diyor.
Birbirimizin yaralarını, duyarlılıklarını, yasını ve kederini de anlamamız gerekiyor ki yeniyi doğru kurabilelim
B.A.: Dolayısıyla, işin bu videolarla ve Kemal beyin bir yıl önce ortaya attığı helalleşme kavramını da bir arada dikkate alırsak, aslında evet, olması gereken de bu. Yani birbirimizle barışmak demek aynı zamanda bir sabah güneş doğarken hepimiz kapının önüne çıkalım, kimliklerimizi unutalım, sarılalım, öpüşelim demek değil. Böyle bir şey de mümkün değil ama geçmişteki bir takım hataları, varlıkları tanıdığımız kadar şimdi bir onarım sürecine ihtiyacımız var. O onarım süreci geçmişteki bir takım yaraları, kederleri paylaşmak, hukuki cezalandırmalardan söz etmiyorum ama birbirimizi anlarken, birbirimizle barışmaya çalışırken, birbirimizin yaralarını, duyarlılıklarını, yasını ve kederini de anlamamız gerekiyor ki yeniyi doğru kurabilelim. Dolayısıyla, bütün bu süreci ama helalleşme diyelim, ama tarihle barışma diyelim, ama yüzleşme diyelim, hesaplaşmadan söz etmiyorum, hukuki hesaplaşma ve suçların yargılanması işin başka bir tarafı. Ama asıl zihin dünyamızda, gönül dünyamızda bir helalleşme ya da yüzleşme veyahut tarihle barışma yaşayacaksak bunu sağlamadan da yeniyi kurmak mümkün değil her şeyden önce. O nedenle bu seçimden sonra ya da önümüzdeki yakın gelecekte Türkiye, yeni bir anayasa konuştuğu zaman bütün bu kimlikleri aşan ama bütün kimliklerin de onuruyla yaşam hakkını tanıyan, varlığını kabul eden ve ortak yaşamın, ortak geleceğin, ortak kaderin ilkeleri üzerinden yeniyi kurmak gerekiyor. O yüzden Kemal Bey’in açılımı bence gerçekten değerliydi. Tabii hemen dinleyiciler merak etti, hemen böyle dedi diye Kemal Bey’in oyları patlıyor mu? Hayır, elbette böyle değil. Yani bu tür meseleler ya da deprem de öyle, bu tür açıklamalar da öyle. Bu tür meselelerin öyle ilk anda etkileri tsunami gibi olmuyor ama dipte bir dalga kabarmaya başlıyor. Onun için bunun sayılarla ölçülmesi ve hemen sayılara vurulması ya da sayılar üzerinden analiz yapmak ya da ‘Kemal Bey’in oyu ne oldu? Tayyip Erdoğan’ın oyu buna karşılık nereye düştü?’ üzerinden meseleye bakmak değil de daha serinkanlı, daha sakin bir yerden ve gelecek için, gelecekten bakmak gerekiyor. O anlamda da çok önemli bir adımdı bence.
Ö.Ö.: Bir de galiba şöyle bir sorun var; kimlik siyaseti yapan veya reddedenleri işinin içerisinde, Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarında eksik kalan yön, sanki kimliklerle sınıfsal arka planın biraz göz ardı edilmesi. Sanki ikisi ayrı meseleler gibi, yani ekonomik eşitsizlikleri burada kastediyorum.
B.A.: Doğru.
Ö.Ö.: Hala işin eksik kalan yönü bu, Kemal Kılıçdaroğlu’nun.
B.A.: Çok doğru Özdeş. Yani Türkiye’nin şöyle bir şansı var, tarihi fırsat aralığındayız diyorum ben, samimiyetle de buna inanıyorum o da şu; biz kimliklerin ürettiği hikayeyi, en azından olumsuz tarafını yeterince deneyimledik, yeterince yaşadık. Bu arada asıl hayatın içinde sınıfsal bir başka hikaye var ve büyük hikaye orada dönüyor aslında. Daha da önemlisi kimlikler arasındaki sürtüşmelerin ya da gerilimlerin ürettiği enerji, pozitif enerji üretmiyor ama sınıfsal gerilim pozitif enerji üretiyor. Sonuçta uzlaşmanız mecbur. Halbuki kimlikler arasındaki uzlaşma zorunluluğu yok çünkü her kimliğin kendi ekosistemi içinde varlığını sürdürme şansı var. Halbuki sınıfsal olanda öyle değil. Yani patronun işçiye ihtiyacı var örneğin ya da emeğin sermayeye ihtiyacı var. Nitekim insan hakları kavramından bütün bu örgütlenme haklarına, sendikal gelişmelere bütün bu hikaye biraz da sınıfsal gerilimin ürettiği sonuçlar. Şimdi Türkiye, pandemi ve pandemiye eşlik eden bu büyük ekonomik tufan nedeniyle yoksullaşmanın bu kadar yaygınlaşması, kalıcılaşması, kuşaklar arası devredilir hale gelmiş olmasını nedeniyle sınıfsal gerilim kimlik geriliminden daha yoğun bugün. Bu bir fırsat alanı açıyor aslında. O nedenle dediğin eksiklikten tabii ki söz edilebilir yani daha bütüncül bir pozisyon ve daha bütüncül bir demokrasi, hikayesi, yeni bir söz anlatabilirdi Kemal Kılıçdaroğlu parçaları yerli yerine oturtarak. Dolayısıyla, bu videolar eğer böyle kurgulanıyorsa ve devamı bu anlamıyla gelecekse çok da anlamı olabilir. Eğer böyle kalacaksa evet dediğin gibi bir adım olsa da bir eksiklik. Çünkü hikayenin asıl büyük parçası o sınıfsal gerilimde ve yeniyi nasıl inşa edeceğimizin ana ilkelerini nasıl belirleneceği meselesinde. Henüz orada bir öneri duymadık ya da Kemal Kılıçdaroğlu’nun bütün ekonomik vaatlerinde de sadece o sınıfsal olanı dikkate alan ya da sınıfsal gerilimi yok etmeye çalışan ve çözmeye çalışan, öyle bir zihni kopuş var mı, ondan söz etmek çok mümkün değil doğrusunu istersen, eksik yanlarından biri bu elbette.
Ö.M.: Ama ilk videoda yoksul bir ailenin içinde doğup ondan sonra kendi hayatını kurmaya çalıştığını belirten cümleler de var. Dolayısıyla, belki gerisinin de geleceğini düşünmemiz de mümkün olabilir.
B.A.: Evet, özellikle bu gençler meselesinde, fırsat eşitliği meselesinde falan söylenmesi gereken ve tartışılması gereken çok problem, çok konu var. Gecikmiş de olsa en azından muhalefet bazı şeylerde biraz daha farklı pozisyonlar almaya başladı. Bu bile aslında gelecek için bir miktar umut veriyor.
Ö.M.: Peki bitiriyoruz, çok teşekkür ederiz.
B.A.: Efendim iyi haftalar, görüşmek üzere.
Ö.Ö.: Görüşmek üzere.
B.A.: Hoşçakalın, sevgiler.