11 Nisan 2010Taraf Gazetesi
Cuma günü öğleden sonra para ve borsa piyasalarında işlem yapanlar televizyonlarının başındaydı. Cumhuriyet Başsavcısı konuşacaktı ve bunun anlamı AKP’ye karşı yeni bir kapatma davasının açılma ihtimaliydi. Neyse ki sistem daha önceki yanlışına düşmedi... Anlaşılan toplumdaki değişimle ilgili yavaş da olsa bir fikre sahip olmuşlar, aynen Baykal’ın yaptığı gibi hafifçe çark etmeyi uygun bulmuşlardı. Ancak Başsavcı’nın konuşmasındaki bir cümle, söz konusu toplumsal değişimin hazmedilmesinin ne denli güç olduğunu ortaya koymaktaydı. Mealen tekrarlarsak, toplumun yargının bağımsızlığına ilişkin kaygılarının, haklarına ilişkin taleplerinden daha güçlü olduğuna inancını belirtiyordu. Diğer bir deyişle Başsavcı’nın beklentisi muhtemel bir referandumda anayasa değişikliğine ‘hayır’ çıkmasıydı.
Yine Başsavcı’nın ifadesiyle üst yargının her zaman siyaset yaptığı söylenemezdi, ama kendisini ilgilendiren veya temel ilkelere dokunan konularda yaptığı çıkışlar da doğaldı. Göründüğü kadarıyla bu anayasa değişikliği de böylesine önemli bir konu ve üst yargının ‘siyaset’ yapmasından garipsenecek bir durum yok.
Dolayısıyla Başsavcı’nın mealen aktardığımız cümlesi de meşru siyasete girmekteydi... Bunun demokrasi kavramının neresine oturduğunu veya böylesi bir siyasetin sınırlarının nasıl çizileceğini bir kenara koyalım. Çünkü Türkiye’yi anlamak açısından asıl ilginç olan Başsavcı’nın sözünün içeriği... Kendisi ne kadar farkında bilemiyoruz ama, Başsavcı ‘üst yargının bağımsızlığı’ ile ‘vatandaşlık hakları’ arasında bir tercihte bulunmamız gerektiğini söylemiş oluyor. Yani bunların uzlaşmaz olduklarını vurguluyor. Oysa ‘normal’ bir demokraside üst yargının bağımsızlığı zaten vatandaşların hak ve özgürlüklerinin garantisidir.
Böylece bir itirafa daha tanıklık etmiş oluyoruz. Vesayet sistemini savunanların kendi haklılıklarını kanıtlamak üzere ileri sürdükleri her gerekçe, aslında bu vesayet sistemini daha da deşifre ediyor ve bu yapının doğrudan hak ve özgürlüklere karşı olduğunu kanıtlıyor.
***
Mithat Sancar 18 mart tarihinde “İnkârın bedeli” başlıklı ufuk açıcı bir yazı yazmıştı. Söylediği şey özetle şuydu: Şiddet ve zulüm olaylarını içeren tarihsel dönemler karşısında ‘fail grup’ çoğu zaman savunma refleksleri geliştirir. “Bu refleksler; esas itibariyle soğuk ve öfkeli inkâr, geçmişi bastırma, suçu masumlaştırma ve giderek meşrulaştırma, kendini mağdur olarak sunma biçimlerinde ortaya çıkarlar... Ancak suçu reddetme (ve) onunla yüzleşmekten kaçma... demokratik bir kişilikle çelişen ve çatışan tutumların gelişmesine elverişli bir zemin sunar, bunu teşvik eder.” Sancar bu içe kapanmanın sonucunun “vicdanın körelmesi ve empati kapasitesinin düşmesi” olduğuna işaret ediyor. Aynı yaklaşımın bir diğer sonucunun ise ‘suçun kolektif hale’ gelmesi olduğunu vurguluyor.
Sancar’ın bugüne ait gözlemi “1915’in Türkiye toplumu ve ‘Türk kimliği’ üzerindeki travmatik etkilerinin giderek belirgin hale geldiği”; sonuç değerlendirmesi ise, normalleşme ve demokratikleşme sürecinin önündeki en büyük engelin inkâr politikası olmasıdır...
Bu tesbitlerin çok ufuk açıcı bir yönü var: Bizi bugünkü demokratikleşme sancımız ile geçmişteki travma arasında bağ kurmaya yönlendiriyor. Geçmişi inkârın sistemleşmesinin, bir biçimde günümüzdeki vesayet rejimi ile alakalı olduğunu ima ediyor. Böylece vesayet rejiminin geçmiş travmayı normalleştirme işlevine sahip olabileceğini, belki de toplumun söz konusu vesayete bu nedenle de razı geldiğini düşünmeye başlıyorsunuz. Öte yandan aynı olguya aksi yönden baktığınızda, bizzat vesayet rejiminin de bir tür travma olduğunu kavrıyor ve bu travmadan kurtulmanın niçin geçmişle yüzleşmeye muhtaç olabileceğini anlıyorsunuz.
Şimdi Başsavcı’nın sözüne geri dönelim... Başsavcı aslında travma halini savunuyor ve bu durumu normalleştirmek istiyor. Siyaset üzerine konan vesayetin, giderek akla, yüreğe ve vicdana da konmuş olduğunu itiraf ediyor. Ve böylece farkında bile olmadan, geçmişi hatırlamaya başlayan ve sağlığını yeniden arayan bir toplumla yüzleşmek zorunda kalıyor...
***
Vesayetçi rejimin Ermeni meselesi ile ilişkisi üzerine üç küçük örnekle bitirelim: CHP Ermenistan ile imzalanan protokollerin Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından ‘ciddi sakıncalar’ taşıdığını öne sürmüş ve bu arada AB’nin Irkçılık ve Yabancı Düşmanlığı ile Mücadele Belgesi’ni de bir tür münafıklık numunesi olarak sunmuştu. Diğer bir deyişle CHP için ulusal çıkarlar ile vatandaşların hak ve özgürlükleri arasında bir uyuşmazlık vardı ve tercih ulusal çıkardan yana yapılmalıydı. Ermenistan ile ‘ilişki’ ise kendiliğinden bu ulusal çıkara aykırıydı... Bu örnek travmanın devletin hamiliği altında süreklilik kazandığını ve resmî dilin parçası olduğunu gösteriyor.
İkinci örnek AKP’nin reform adımlarından biri olan Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’ne ilişkin... Yapılacaklar arasında Nobelli edebiyatçıların davet edilmesi, dünyanın önde gelen üniversitelerinin rektörlerine konferans verdirilmesi gibi faaliyetler bulunuyor. Ama bir de şöyle bir madde var: “Ermenilerin 1915’i soykırımın yüzüncü yılı ilan etme çabalarının önüne geçilmeye çalışılacak.” Reform adına atılan bir adımda bile geçmişin travması ile yüzleşilmeye hazır olunmadığını, dolayısıyla bu reformun da niçin güdük kalacağını anlıyorsunuz...
Son örnek ise toplumdan: Bazı Gürcü seks işçileri kendilerini müşterilerine ‘Ermeni’ olarak tanıtıyorlarmış. Çünkü müşteriler ‘intikam duygularıyla’ davranıyor ve ‘sevişmek’ üzere Ermeni kadınları tercih ediyorlarmış. İsterseniz hâlâ sevişmenin anlamını bilmeyen ve sevmediği ile sevişmeyi tercih eden travmatik eril kimlikten söz edebiliriz. Ama bu işin içinde ‘Ermeni’ var... Yani somut bir insandan ziyade, bir kimlik... Bir kimlikle ‘sevişmek’ ve onu ‘öldüresiye sevmek’ ise herhalde ancak okkalı bir vesayet rejimini kendi benliğiniz haline getirmekle, travmaya müptela olmakla mümkün.