Ben o dönemde liseye geçmiş bir talebeydim. Ortaokulu bitirmiştim, liseye yeni geçecektim fakat yazları çalışıyordum, yaz tatilinde devamlı çalışırdım. Rızapaşa Yokuşu’nda meşrubatçılar vardı; o sene Alka Mefruşat diye bir dükkânda çalışıyordum. Alka Mefruşat’ın sahibi Stathi Alessandri adlı bir Rum’du. Rızapaşa Yokuşu’ndaki esnaf büyük oranda Rum, Ermeni ve Musevilerden oluşuyordu ve aynı zamanda Türkler de vardı. O sabah işbaşı yaptığımızda Rızapaşa Yokuşu’nun ilk görünümü, diğer günlerden değişikti. Bilirsin, her gün oraya gittiğin zaman sabah açıldığında üç beş kişi vardır; hamallar vardır, yüklemeler yapılır, mallar alınır, teslim edilir vs. Ondan sonra daha bir canlılık başlar. Alışverişle gelenler iner, devamlı değişik yüzler gider, gelir vs. O gün daha sabah gittiğimizde, o güne kadar hiç oralara uğramamış tuhaf kişiler, gruplar halinde yukarı çıkıyor, aşağı iniyor, sağa sola bakıyor, duraklıyor, tekrar yukarı gidiyorlar; kimseyle konuşmuyorlardı.
Evet. Normalde insanlar vitrine bakar, alışverişini yapar, çeker gider. Bunlar ne alışveriş ediyor, ne çekip gidiyor, ne de belirli sınırların dışına çıkıyorlardı. Yani Rızapaşa’nın altından üstüne, üstünden altına... Rızapaşa Yokuşu’nun ilerisindeki yolda benzer bir başka grup da oradan oraya gidip geliyordu devamlı. Tabii sonradan belli oldu, ama o gün de anlaşıldı... Türk Müslüman komşularımız çok tedirgindi. Hep yüz yüze bakılan, tavla oynanan, öğlende yemek yenilen kişilerin bir tuhaf halleri vardı. Açıkça konuşmadan, “Hadi Mösyö Stathi, bugün tuhaf durumlar var, sen dükkânını kapatıp eve gitsen” diye telkinlerde bulunuyorlardı. Yanımızda anahtar, kilit, vs. satan Ermeni Mösyö Hazaros vardı. Ona gidip “Hadi Mösyö Hazaros Ahbarik, sen dükkânını kapatıp eve gitsen bugün” diye telkinlerde bulundular. Ama “Niye öyle Mehmet Bey?” diye sorulduğunda; “E canım işte...” Sıkılıyor belli, seni kurtarmak istiyor, yardımcı olmak istiyor ama baklayı ağzından çıkartamıyor.
Öğlene doğru bu sıkışıklıklar, bastırmalar etkili olmaya başladı, gayrimüslim dükkâncılar yavaş yavaş dükkânlarını kapatmaya başladılar. O inip çıkan kalabalık güruhtan sataşmalar başladı. Biri taş atıyor, biri geçerken küfrediyor, biri ‘gâvur’ falan diye laf atıyor, sonra yoluna devam ediyor ama görüyorsun ki tuhaf bir durum... Öğlene doğru bütün azınlık dükkân sahipleri kanaat getirdi, biz dükkânlarımızı kapatalım, bir şeyler olacak, diye. Şark Hanı’nın önündeydi bizim dükkân, kapattık. Hemen arka kapıya Şark Hanı’nın kapıcısı geldi, “Mösyö Stathi, korkma sen” dedi, “biz bu kapıyı kapatıyoruz zaten, buradan içeri kimse giremez durup dururken.” Çünkü dükkânın bir de arka kapısı var ama Şark Hanı’nın içine girmek lazım. Biz önde kepenkleri indirdikten sonra kapıcı: “Korkma Mösyö Stathi, biz kapıyı kapatırız” dedi.
Ben evime dönmek üzere yola çıktım ama geçtiğim bütün yollarda ne otobüs var, ne tramvay... Hiçbir şey yok... Rızapaşa’dan indim, Tahtakale’ye doğru ilerledim. Mısır Çarşısı’nın içinde de, Tahtakale’de de aynı gidip gelen kişiler... Eminönü’ne çıktım, köprüyü geçtim, Tünel’e geldim. Tünel çalışıyordu, Tünel’le yukarı çıktım. Ondan sonra yine tramvay yok... İstiklal Caddesi’nde korkunç bir kalabalık, gidip gelenler ve patlamak üzere olan bir hava var. Tarlabaşı’na inip, Kalyoncu Kulluğu’ndan, İngiliz Sarayı’nın önünden evime indim. Evim tam Tarlabaşı Caddesi ile Kalyoncu Kulluğu’nun kesiştiği yerdeydi. Sağda karakol, solda bizim ev. Yani karakolun bir karşısında bizim ev, öbür tarafta karşısında Tanaş Priftis diye bir pastacı, şekerci dükkânı var.
Eve geldim, kapımızın önünde bizim kapıcı Ahmet Efendi... Ahmet Efendi Tarlabaşı caddesi 230 numaranın, 6 katlı apartmanın kapıcısı; birinci katta biz oturuyoruz. Babam o zaman ölmüş, 51 yılında, babamın muayenehanesi vardı orada, diş doktoruydu ve evimiz birinci kattaydı. İkinci katta Mühibe Hanım, tek Müslümandı apartmanda, o da Makedonya göçmeniydi. Onun üstünde Madam Mari, Ermeni; onun üstündeki üç katta da Rumlar oturuyor. Bizim kapıcı ben içeri girerken, “Hadi Mihalaki koş içeri” dedi ve beni içeri attı, kapıyı kapattı. Kale kapısı gibi demir bir kapı. Eline bayrağını aldı, kapının önünde durdu, yavaş yavaş sağı solu kırıp döküp gelen güruha karşı bayrağı salladı “Burada gâvur yoktur, ha burası Müslüman evidir” vs. diye adamları atlattı. Adamlar gerçekten bizim eve dokunmadı, eve girmediler, geçip gittiler. Herkes gittikten sonra bizim Ahmet Efendi kapıyı açtı, bayrağı içeri bıraktı, kazmasını aldı, kapıyı tekrar kapadı ve onların peşine takılarak ilerideki Rum evlerini kırıp dökmeye, talan etmeye, yağma yapmaya başladı.
Kaynak: Mihail Vassiliadis ile söyleşiden.
Program: Açık Gazete.
Yayın tarihi: 06 Eylül 2005
1 Cumhuriyet Dönemi Azınlık Politikaları Bağlamında 6-7 Eylül Olayları (Tarih Vakfı Yayınları), başlıklı araştırmanın yazarı Dilek Güven ve olaylara tanıklık etmiş olan Mihail Vassiliadis’in de katılımıyla gerçekleştirilen ve Açık Gazete programında üç bölüm halinde yayınlanan 6-7 Eylül Belgeseli’nden alınmıştır.