Sözü ele geçirmek

-
Aa
+
a
a
a

6 Ağustos 2006Bülent DikenAli Rıza Taşkale

Bugünün tamamen güdüsel ve refleksif, -gittikçe çocuksulaştırılan-, güvenlik politikalarının her türlü reaksiyona aynı tepkiyi vermeye zorladığı buyruk altındaki öznesi, sadece sembolik otoritelerin çöküşünü değil, bir otorite eksikliği olduğunu da gösterir. Özne, eskisinden daha fazla tehdit altında olduğundan değil, ancak güvenlik riskleri daha hayati şeyler olarak algılanıp tecrübe edildiği için ve özne, devletin güvenliğini temin edeceğine olan inancını yitirdiği için, güvenliği konusunda dinmeyen bir korku duyar. Kafeinsiz kahveyle birlikte, özne hem güvenliği hem de özgürlüğü, hem demokrasiyi hem de yapay bir baba gibi davranan güçlü bir devleti arzular. Alman sosyolog Ulrich Beck'e göre, ilk modernitede, özne "Ben açım" gibi ihtiyaçlarla anılıyordu. İhtiyaçlar toplumu korku toplumuna dönüştürüyor olduğundan, bugün, modern özne şöyle haykırır: "Korkuyorum."

Modern terör hareketi Peki "korkularımızı örgütleyen korku toplumunun" vardığı son aşama neresidir? Bu soruya verilebilecek en makul cevap, Amerika ve müttefiklerinin 'teröre karşı savaş' adı altında 'modern bir terör' hareketini başlatmalarıdır. Çünkü modern terör, şiddetin eski bir biçimi değildir. O, tutkudan değil, görsellikten, tüm politika yapma biçimlerinin yok olup tamamen olayların yokluğu tarafından üstlenilen patlayıcı bir formdan ortaya çıkan bir şiddetten beslenir. Yani, modern terörün vardığı son aşama, 'güvenlik politikası' adı altında sürdürülen 'devlet terörü'dür. 20. yy'da yaklaşık 200 milyon kişi devlet terörüyle yok edildi, devlet terörünün adı 'güvenlik politikası' olarak adlandırıldı, haklılık gerekçesini ve teröre ayna tutan yapısını bu referanstan alır hale geldi. Böylece, demokrasiyi korumak adına vatandaşlık haklarını çiğneyebiliyor, insanları despotlardan korumak adına onları öldürebiliyor ve işkenceyi ve katliamları meşrulaştırabiliyor (son örnek, İsrail'in Kana katliamı). Bugün, teröre karşı verilen savaştan doğan en büyük felaket, 'siyasetin' ortadan kayboluşudur. Bu yüzden, güvenlik politikasından bahsetmek yanıltıcı olacaktır. Bahsedilmesi gereken şey, güvenlik politikasının müstehcen/perde arkası gerçeğinin, peşi sıra çok daha fazla teröre sebebiyet vermesidir. Baudrillard'ın deyişiyle, "güvenlik takıntısı, yani, kalıcı korku içinde yaşamak, terörizmin gerçek zaferidir". Aslında, güvenlik politikasının teröre karşı savaşının ikonu haline gelen yüz artık Levinasçı bir yüz değildir; tam olarak 'Marlboro Man'in -Irak yanarken "sigara tüttüren asker"-, yüzüdür. Öldürme zevki ve savaş arasında bir ayrım yapmaksızın öfkeden deliye dönmüş gibi koşuşturmanın kibirli alışkanlığına dayalı olan 'çılgın savaşçı' miti, özellikle bu bağlamda ilgi çekicidir. 'Marlboro Man'in yüzünün ifade ettiği, "Amerika'nın ve İsrail'in cezasız kalan bir ikonu" haline gelen 'çılgın savaşçı' mitidir. Sürdürülen güvenlik politikaları vatandaşı, bir çocuk gibi korunmaya muhtaç biri ve korku içinde bir özne olarak yeniden tanımlar. Artık herhangi biri ve herkes korunmalıdır. Sonuç olarak, hem dost hem de düşman anlamsızlaştırılıp 'düşman' (Filistinliler, Lübnanlılar, Iraklılar) yasadışı bir savaşçıya veya aşırı tutucu (fundamentalist) birine indirgenirken, 'dost' (İsrail) ise, güvenlik kavramının öznesine dönüştürülür ve masumlaştırılır. Güvenlik politikası, her şey bir yana, politik meselelere apolitik çözümler üretmekle ilgilidir. "Savaş", der Clausewitz, "politikanın başka yollarla devam etmesidir." Teröre karşı savaş ya da güvenlik politikası, bizzat politikanın kendisinin yok olduğu bir sürecin devamı olarak görülmelidir.

Eleştirinin yokluğu Bütün bu olumsuzluklardan ve gözümüzün önünde cereyan eden bunca katliamlardan sonra, eleştirinin yokluğu, kötülüğün bir iç kuvvet olarak görülmesinde yetersiz kalıyorsa, politikanın yok olduğu böyle bir zamanda, insan ahlâki bir konumu nasıl alabilir? Aslında, terörün ve güvenliğin tüm politika yapma biçimlerini ortadan kaldırdığı böyle bir ortamda kategorik, 'Kantçı bir etik' yeterli değildir. Artık can alıcı soru, ahlâki bir duruşun içeriği değil, daha ziyade etik olarak yaşama önceliğini taşıyanın kim olduğu kararının verilmesidir. Diğer bir deyişle, önemli olan, haklara sahip olma hakkı, ortak bir insanlığa ait olma hakkı ve sözü ve konuşmayı bırakmama hakkıdır. Çünkü, egemen istisnaya karşı tam anlamıyla evrensel bir etik, politikasızlığın hakim öznesinin yüzüne ve çıplaklığına tanıklık edebilen bir şeydir. Şayet konuşma ve tanıma, yas olasılığı için, sonuçları olabilen bir erdem için gerekliyse, bizim sorunumuz konuşmadaki/sözdeki güvenin ölümüne tanıklık ediyor oluşumuzdur. Yani Bauman'ın deyişiyle, "konuşmanın etkililiğine ve politik eylemin etkililiğine olan inancımızı kaybediyor oluşumuzdur". O halde önemli olan, politik eylemin ve konuşmanın, yani sözün etkililiğine güvenmektir, çünkü söz özgürlüktür. BÜLENT DİKEN: Lancaster Üni., öğretim üyesiALİ RIZA TAŞKALE: Hacettepe Üni., doktora öğrencisi

http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=6119