Saygon'un Düşüşü

-
Aa
+
a
a
a

Saygon, Nisan 1975. Tan ağarırken uyanıktım. Şiltenin altında, yer karolarının üstüne yatmış, balkon kapılarına yaslanmış yatağımın arasından dışarıyı gözetliyordum. Camlar kırılırsa yatak beni koruyacaktı; ama otele füze saldırısı olduğu takdirde, yatak kesinlikle üzerime düşerdi. Düşen bir yatak yüzünden ölmek: bu durum, en uzun kara komedinin - hep gereksiz ve genellikle gaddar olan ve üç milyon kişinin ölmesine, ve onların bir zamanlar güzel olan ülkelerinin harabeye dönüşmesine neden olan savaşın- son sahnesine uygun düşerdi.

 

Vietnam'ın tekrar birleşmesi için Ho Chi Minh'in varislerinin uzun süredir beklediği taaruz nihayet, Cenevre'de zorla kabul ettirilen "geçici" bölünmeden 20 yıl sonra, başladı. 1975'in Yılbaşında Vietnam Halk Ordusu (PAVN) Saygon'dan 75 mil uzaklıktaki eyalet başkenti Phouc Binh'i kuşattı. Bir hafta sonra kenti ele geçirmişlerdi. Ardından Askeri Donanmadan Tecrit Edilmiş Bölge'nin güneyindeki Quang Tri ve Phan Rang geldi, sonra da Bat Me Thout, Hue, Danang ve Qui Nhnon birbiri ardına ve pek az kan dökülerek ele geçirildi. Bir zamanlar dünyanın en büyük askeri üssü olan Danang, bir kamyonun kasasında oturarak beyaz bayrak sallayan Vietnam Kurtuluş Cephesi'nden (NLF, Amerikalılar onlara Vietkong derdi) bir düzine genç subay tarafından ele geçirildi. United Press haber ajansının yayınladığı bir resimde belirgin bir sembolizm vardı: Nha Trang'dan Saygon'a gitmekte olan son uçağa binmeye çalışan bir Güney Vietnamlı "müttefikin" suratının tam ortasına yumruk patlatan bir Amerikalı. Toplar ve ısıya duyarlı füzelerle donanmış 15 PAVN (Vietnam Halk Ordusu) tümeni tarafından kuşatılmış olan Saygon'un kuzey batısındaki Xuan Loc savaşının başladığı Nisan ortaları, sonun başlangıcı oldu.

 

20 Nisan'da Xuan Loc PAVN'ların eline geçmişti. Geride yalnızca Saygon kalmıştı. Savaştan kaçan mülteci kafileleri arasında, başkan ve başkomutanları General Thieu'nun, yanında sevet değerinde altınla Tayvan'a kaçarak yenilgiyi kabul eden Saygon rejiminin ABD destekli ordusu ARVN'nin küskün askerleri de vardı. 27 Nisan günü General Duong Van ("Büyük") Minh, Ulusal Meclis tarafından barış için bir yol bulması göreviyle başkan seçildi. 1963'te diktatör Ngo Dinh Diem'in devrilmesine ve yoldaşları subaylarla birlikte NLF ile bir barış anlaşması yapmaya çalışan kişi "Büyük" Minh'ti. Amerikalılar bunu öğrendiklerinde Minh'i apar topar görevden aldı ve savaş devam etti.

 

Saat sekiz olmuştu. Kahve almak için Lam Son Meydanı'nı geçtim. Saygon iki gecedir roket saldırısı altındaydı. Çin mahallesi Cholom'daki dip dibe inşa edilmiş küçük evlerin yaklaşık bir dönümü roket saldırısıyla ikiye bölünmüştü; ardından gelen alev fırtınası da alanı yerle bir etmişti. İnsanlar bir tablodaymışcasına kıpırtısız duruyor, evlerinden geriye kalan tek şey olan eğrilmiş demirlere bakıyordu. Muhabir azdı; dünkü füze saldırısı haberdi –on yıldır Saygon'a düşen ilk füzelerdi onlar; bugünkülerin haber değeri yoktu. Fransız bir fotoğrafçı eğrilmiş demirler arasında ağlayarak dolanıyordu. Kolumdan çekiştirerek eskiden mutfak olduğu alaşılan bir enkaza götürdü. Enkazın yanında yaklaşık beş yaşında bir kız çocuğu vardı; hâlâ hayattaydı. Göğsündeki deri bir sayfa gibi açılmıştı, kolları kavrulmuş, ellerinin biri içe biri dışa bakar halde önünde taş kesmişti. Yüzü hâlâ tanınır haldeydi; tombul yanakları ve kahverengi gözleri vardı ama ağzı kavrulmuş, dudakları tamamen yok olmuştu. Bir polis annesini kızdan uzak tutmaya çalışıyordu. Kolunda Kızıl Haç bandı olan bir izci, demirler üzerinde dolaşırken derin bir iç çekti ve elleriyle yüzünü kapattı. Fransız fotoğrafçıyla birlikte kızın yanına çömeldik ve başını kaldırmaya çalıştık ama saçları ısı nedeniyle macunlaşmış betonla demirlere yapışmıştı. Sedye gelinceye kadar, yarım saat boyunca, bu görüntüye kilitlenmiş, o küçük yüzle hipnotize olmuş, kıza su içirmeye çalışarak, bekledik.

 

Saldırılardan sonra Amerika Büyükelçisi Graham Martin, Saygon televizyonuna çıkarak ABD'nin Vietnam'ı terk etmeyeceğine dair söz verdi. "Ben, Amerika Büyükelçisi, bir gece yarısı kaçıp gitmeyeceğim. Hepiniz evime gelip, bavullarımı toplamadığımı gözlerinizle görebilirsiniz. Size söz veriyorum" dedi. ABD'nin Asya'daki son valisi olan Martin özel bir adamdı; inatçı ve huysuz. Ayrıca çok da hastaydı, aylarca çektiği zatürre nedeniyle cildi pörsümüş ve gri bir hal almıştı; konuşması sıkıcıydı ve aldığı ilaçlar nedeniyle sıklıkla anlamsızlaşıyordu. Birbiri ardına sigara içerdi ve konuşmaları uzun süren öksürük krizleriyle sık sık kesintiye uğrardı.

 

Graham Martin'i şahin olarak tanımlamak, bu kuşa sahip olmadığı vahşi nitelikleri atfetmek olur. Washington'a haftalarca, Saygon'un çevresinde B-52lerin uçtuğu bir demir halka oluşturarak Güney Vietnam'ın kurtarılabileceğini söyledi. Ama Martin gördüğünü de tam olarak gözardı edemiyordu; bir zamanlar Hind-i Çin'in üçte ikisine sahip olan ve kendi oğlunun da dokuz yıl önce uğruna öldüğü bir imparatorluğun kaybedilmesine başkanlık etme gorevi onun, sadece onundu.

 

Amerikan Büyükelçiliği'nin bahçesinde, bir asır önce Fransızlar tarafından dikilen çok sayıdaki büyük hint hurması ağaçlarından biri, ana girişin dışındaki bahçenin büyük bölümüne hakimdi. Bir helikopterin inmesine elverişli diğer tek alanın ortasında ise bir yüzme havuzu vardı ve elçilik binasının çatısındaki helikopter alanı da sadece küçük Huey helikopterlerin inmesine uygundu. "Dördüncü Seçenek" (helikopterle tahliye) ilan edildiği takdirde çok sayıda insanı bir günde, sahilden 30 mil uzaktaki Yedinci Donanma'ya taşıyabilecek tek şey, donanmanın Chinook ve Jolly Green Giant helikopterleriydi. Graham Martin'in son dayanağı ağaçtı. Personeline o ağaç yıkıldığında Amerika'nın itibarının da onunla birlikte yıkılacağını ve kendisinin de hiçbir saygınlığı kalmayacağını söylemişti.

 

Tom Polgar CIA bölüm şefiydi. Seleflerinin aksine olağanüstü iyi istihbarata sahipti ve Büyükelçi'nin inatçılığından duyduğu hoşnutsuzluğu açıkça ifade ediyordu. Thieu kendini üç buçuk gün boyunca başkanlık sarayının altındaki sığınağa kilitleyip istifa etmeyi ve hatta telefonları bile yanıtlamayı ısrarla reddettiğinde, Graham Martin'i nihayet müdahale etmesi gerektiğine Fransa Büyükelçisi Jean-Marie Merrillon'la birlikte ikna eden Polgar'dı. Martin için Başkan Thieu'nun devrilmesi elçilik ağacının devrilmesiyle eşdeğer olmuştu: hem kendi hem de Amerika için bir onur ve "cüret" meselesi. ABD hükümeti kendini Thieu'ye ve yarattığı güney devletine vakarla adamıştı; sık sık, oğlunun, Thieu'nun "Güney Vietnam'ı" "özgür" kalabilsin diye öldüğünü söylüyordu.

 

28 Nisan'da NLF şehir merkezinden üç mil uzaktaki Newport Köprüsü'ne bayrağını dikti. Muson rüzgârları erken başlamıştı ve Saygon'un üzerinde kasvetli bulutlar vardı; havaalanının ilerisinde yıldırımların uzun kavisli ışıkları parlıyordu ve Başkan Minh "cumhuriyet"inden arta kalanlara seslenmeye hazırlanırken kesik kesik gök gürlüyordu. Başkanlık sarayının avize ve altın brokarlı büyük salonunun dibinde durdu ve sanki umutsuz bir dua eder gibi duraklaya duraklaya konuştu. "Askerlerimiz sıkı savaşıyor" dedi ve sanki o anda aklına gelmiş gibi, ateşkes ve müzakere çağrısında bulundu. Konuşması biterken, birbiri ardına gelen gökgürlemeleri son sözlerini boğdu; savaş adeta bir tiyatro havasında sona eriyordu.

 

Yıldırımlar şehir merkezine doğru ilerlerken şehrin ana caddesi Tu Do'da hızlı hızlı yürüyordum. Bazı dükkânlar dünden beri kapalıydı, dükkân sahipleri kendilerini Tan Son Nhut Havaalanı'ndaki ABD komuta merkezinin -halk arasındaki adıyla-- Dodge City'deki- bowling ve jimnastik salonlarına atmıştı. Yer için oldukça sıkı bi ödeme yapmışlardı. Tu Do Caddesi No:24 'teki "Austin's Fine Clothes" mağasındaki Hintli terzi asık bir suratla dolarlarını sayıyor ve BBC World Service frekansını alamadığı için radyosuna küfrediyordu. Austin's'deki terziyi uzun süredir tanıyordum ve ilişkimiz gizli fısıldaşmalar ve komik bir gizlilik içinde sürüyordu… Eline sıkıştırdığım doları ovuşturur, inceler, ışığa tutar, karşılığında da İngiliz Vietnam piastreleri verirdi. (Britanya'nın Güney Vietnam'a yaptığı en harika ihracat kâğıt paraydı) Terzi parayı sayarken gök gürültüleri şehri sarsıyordu. Terzi'nin çekmecesinde dün ve bugünün hasılatı en az 5,000 $ vardı; Hindistan pasaportu gömlek cebinden kendini gösteriyordu. Pasaportuna vurarak "Komünistler pasaportlara saygı gösterir" dedi, onların aslında neye saygı duyduğunu bilmeyerek. Saygon'un en az bir ay daha düşmeyeceğini söylemesi, perdenin arkasındaki dikiş makinesinin başında duran Vietnamlı yardımcısını güldürdü.

 

Gök gürültüsünün sesi değişti, kuru ve metalik bir sese dönüştü. Bunlar silah sesiydi. Şehirde adeta her çeşit silah patlıyordu: hafif silahlar, havan topları, uçaksavar bataryaları. Tezgâhtan sadece, Amerika'nın Sesi istasyonundaki "Oldies and Goldies" programını çalmakta olan radyonun sesini açmak için dönen terzi "Galiba bombalanıyoruz" dedi.

 

Sonraki yarım saat boyunca sanki dükkan hedef alınmış gibiydi. Sokakla aramda en az iki duvar olmasına özen gösterdim. Ama terzi yerinden ayrılmadı ve silah seslerinden zorla duyulan Amerika'nın Sesi "Cherry Pink and Apple Blossom White" çalarken paralarını saymaya devam etti. Son derece aptal bir şarkıydı ama ben de terziyle birlikte söylemeye başladım; sözlerini muhtemelen asla unutmayacağım. Dışarıda bir köşede yaşlı bir Vietnamlı kadın, yaralı bir kuş gibi duvara yapışmış, ağlayarak dua ediyordu.  Önünde bir tütsü ve bir kutu kibrit duruyordu; vücudu korkudan öylesine titriyordu ki kibriti yakamıyordu. Defalarca denedikten sonra, kibriti ben yaktım ve işte o an kendimin de ne kadar korktuğumu da fark ettim.

 

Gökgürültüsü dahil bütün yoğun sesler durdu; sadece silahların sesi vardı. "Bizi bombalayanlara teşekkürler" dedi Terzi, "kur bin piastre arttı." Demir kepenkleri açtı, dışarı baktı ve "Tamam… koş" dedi.

 

Adeta bütün Saygon kontrollü ve sessiz bir panik spazmı içinde koşar gibiydi. Ayaklarımda derman kalmamıştı ama hiç olmadığı kadar iyi gidiyorlardı ve Bo Da Kafe'nin önünde patlak veren silah sesleriyle iyice dirildiler. Dizlerinin üzerine çökmüş bir askeri polis sokağın karşısını silahla tarıyordu. İnsanlar yere yatıyor veya düşüyordu ama kimse çığlık atmıyordu. Miramar Oteli'nden topuklu ayakkabılarıyla fırlayan bir barmen kız yere düştü ve yüzünü ve bacaklarını yaraladı. Çantasını başının arkasına koyarak kıpırdamadan yerde yattı. Caravelle Otelinin karşısında, uyduruk ve iğrenç kız resimleriyle ünlü bir galerinin önündeki polis M-16'sıyla havaya ateş ediyordu. Yanında bir adam, etrafında dağılan bisikletiyle yerde yatıyordu.

 

Saygon gözlerimizin önünde "düşüyordu": ABD tarafından yaratılmış, büyütülmüş, damardan beslenmiş sonra da umutsuz vaka ilan edilmiş; dünyada hiçbir şey üretmeyen tek tüketim toplumunun başkenti; şimdi günde bin askerin terk ettiği dünyanın en büyük üçüncü ordusu ARVN'nin merkezi; sadece yağmaya gelen önceki imparatoru Fransa'nın aksine, tebaasından hiçbir şey, ne kauçuk, ne pirinç ne de hazine isteyen, sadece "stratejik çıkarlarının" kabul edilmesini ve Asya'daki tek görünürlükleri olan Coca Cola ve napalm için şükran duymalarını isteyen bir imparatoluğun merkezi olan Saygon.

 

Sabah birde Graham Martin üst düzey elçilik görevlileriyle bir toplantı yaptı ve Henry Kissinger'la konuştuğunu ve Kissinger'in, Sovyetler'in Washington Büyükelçisi Anatoly Dobrynin'in, (Kissenger'ın) Başkan Minh hükümetiyle müzakereli anlaşma talebini içeren mesajını Hanoi'ye ileteceğine söz verdiğini söylediğini bildirdi. Martin, Kissenger'ın Rusların bunu ayarlayabileceği konusunda ümitli olduğunu söyledi. Uçaklarla tahliye işleminin olabildiğince, belki 24 saat, sürmesini istediğini ifade etti.

 

Sabah dördü biraz geçe ağır silahların yaylım ateşinin ardından Tan Son Nhut Havaalanı'na bir sürü füze isabet etti. Bekleyiş sona ermiş; Saygon Savaşı başlamıştı. İzli mermilerin arkasında güneş eski bir kırmızı perde gibi yükseldi. Bir helikopter infilak etti ve ışıkları yanar halde ağır ağır düşmeye başladı. Doğuda, banliyölerde havan topları atılıyordu. Bunun anlamı,  NLF Saygon'a girmişti ve elçiliğe doğru dümdüz ilerliyordu.

 

Martin ve üst düzey görevliler arasında saat altıda yapılan toplantı tam bir felaketti. Martin hariç hepsi tahliyenin derhal başlaması gerektiğinde hemfikirdi. Martin hayır dedi, o "kaçmayacaktı". Ve hepsini dehşet içinde bırakan kararını açıkladı: Durumu kendi gözleriyle görüp değerlendirmek için Tan Son Nhut'a gidecekti. Elçilik personeli, imparatorluğun son prokonsülünün Roma'yla birlikte yanmak gibi bir planı olabileceğinden şüphelenmişti. Toplantı şaşkınlık içinde bittiğinde Polgar, dev hint hurmasının kesilmesini emretti.

 

Ağaç kesiciler doluştu. Dev ağacı kesecek olan ekip şöyleydi: Önemli bir grup CIA görevlisi, eski Özel Tim ekibi (Yeşil Bereliler) ve elçiliği korumak için iki Kaliforniyalı güvenlik şirketinin gönderdiği bir sürü eski asker. Koleksiyoncuların ağzının suyunu akıtacak silahlar taşıyorlardı – artık kullanılmayan ve süslü makineli tüfekler, tabancalar ve çeşit çeşit bıçaklar. Ama ortak bir noktaları vardı, hepsi de bir kovboy gibi kasıla kasıla yürüyordu: bacaklar hafif bükük, sağ kol serbest, parmaklar içeri dönük ve ara sıra tabanca kılıflarına dokunuyorlardı. Baltalar ve elektrikli testereler dağıtıldı; elçilik sekreterleri kesicilere bira ve sandviç taşıdı. Büyükelçinin ağacını Büyükelçinin onayı olmaksızın kesiyorlardı.

 

Aynı anda, bir sürü araba ve kamyon Botanik ve Hayvanat Bahçesi'nin önündeki pazara girdi ve hızla yüklerini boşalttı: donmuş etler, domuz pirzolaları, portakal suları, kavanoz kavanoz turşu ve vişne, kolilerce konserve fasülye ve Chunkie fıstık ezmesi, Sara Lee kekleri, Budweiser biralar, 7-up, Wrigley's cikletler, Have-A-Tampa marka plastik filtreli purolar ve daha bir çok şey. Hepsi de terkedilmiş Saygon levazımat deposundan, bir NLF devriye ekibinin deponun arka kapısından tek sıra geçmesinden hemen sonra yağmalanan mallardı. Saygonlular için akıl hocaları ve patronlarından çalmak kültürel bir zorunluluk gibiydi. Hızla erimekte olan etler birkaç kuruşa satılırken tam bir karnaval havası içindeki insanlar kıkırdaşıyordu. Bir kamyonetten bulaşık makinesi indirildi; su soğutucusu hemen satıldı ve bir çekçekle götürüldü. Bulaşık makinesi Blue Swan markaydı ve kutusunun üstünde "Müşterilerimiz en iyisine layıktır" yazıyordu. Makine kutusundan çıkarılmış ve sokağın ortasına bırakılmıştı. İki saat sonra hâlâ oradaydı – kimse satın almamış, önemli parçaları götürülmüş bir halde, Vietnam'daki tüketici girişimciliğinin sahipsiz bir anıtı gibi tek başına duruyordu.

 

Artık Saygon'da 24 saat sokağa çıkma yasağı vardı ama sokaklarda hâlâ insanlar dolaşıyordu. Bunlardan bazıları Xuan Loc Birinci Karayolu'nda sıkı bir savaş vermiş 18. ARVN Tümeni'nin askerleriydi. Onların gelmesini ve Amerikalıların onları kendi kaderleriyle başbaşa bırakarak gitmeye hazırlanmalarını izlerken, ilk öfke sinyallerini göstermelerini bekliyorduk. O sabah şehir merkezinde ilk defa görüldüklerinde sadece yabancıları gözleriyle takip ettiler, bazılarını soydular ya da hayal kırıklıklarını hafifletmek için havaya ateş açtılar.

 

ITN'den Sandy Gall'la buluşmak üzere Caravelle Otel'e yürümeye başladım. Sandy ve ben ÜÜV Medya (Üçüncü Ülke Vatandaşları, yani Amerikalı veya Vietnamlı olmayan herkes anlamında) için "tahliye görevlileri"ydik. Birkaç gündür son derece acaip bir görevle boğuşuyorduk. Britanya, Kanada, İtalya, Almanya, İspanya, Arjantin, Brezilya, Hollanda ve Japonya basınından tahliye edilmek isteyen gazetecileri organize etmeye çalışıyorduk. Amerika büyükelçiliği SAFE –Siviller için Acil Durum Talimat ve Tavsiyeleri'nin kısaltılmışı- başlıklı 15 sayfalık bir el kitabı dağıtmıştı. Kitapta "helikopterlerin sizi alacağı toplanma noktalarını" gösteren bir Saygon haritası da vardı. İçine konmuş bir kağıtta şunlar yazıyordu: Tahliye işaretine dikkat edin. Diğer personele göstermeyin. Tahliye emri çıktığında, şifre Amerika Kuvvetleri Radyosunda okunacak. Şifre şudur: SAYGON'DA HAVA SICAKLIĞI 44 DERECE VE YÜKSELİYOR. BUNUN ARDINDAN 'I'M DREAMING OF A WHITE CHRISTMAS' ŞARKISI ÇALACAK. Japon gazeteciler şarkıyı bilmedikleri için anlamayacaklarından endişe ediyorlar ve insanlardan şarkıyı söylemelerini istiyorlardı.

 

Caravelle'de Sandy ve ben, Saygon'da ilk Noel karı başladığında hasta, sağır, uyuyan, tuvalette kalan ya da gizli bir ilişkisi olan gazetecilerin unutulmamasını sağlayacak kat görevlileri atadık. Bu ayarlamada kişisel çıkarlarım da söz konusuydu; hayatım boyunca her ciddi olaya resmen geç kalmama sebep olan bir hastalığım vardı, hââ da var.

 

Filipinler'deki Clark Hava Kuvvetleri Üssü'nden kalkan iki C-130 Herkül helikopteri Tan Son Nhut semalarındaydı. İniş yapmamaları emredilmişti. Havaalanı yakınlarına gönderilen izciler iki PAVN piyade müfrezesinin bir mil ötedeki mezarlığa istihkâmcıları yerleştirdiğini bildirdi. Güney Vietnamlı bir pilot F-5 savaş uçağını piste indirmiş ve uçağı çalışır durumda bırakıp gitmişti; bir Jeep dolusu ARVN askeri kalkmak üzere olan C-130 uçaklarından birini yumrukluyordu. General Homer Smith VHF kanalından "Pistte panik içinde 3,000 sivilin bulunduğunu" söylüyordu. "Durum kontroldan çıkmış gibi."

 

Graham Martin ofisinde tek başına, ağacın devrilmesini ve CIA büro şefinin "Ağaca dikkaaaat!" diye bağırışını izliyordu. Az sonra Başkan Ford'un isteğiyle Amerika Büyükelçisi'nin tahliyeyle ilgili nihai kararını vermesini söylemek için arayan Kissinger, bitkin ve hasta Graham Martin'i sabırla dinledi. 10:43'te "Dördüncü Seçeneğin" başlatılması emri verildi (diğer seçenekler deniz ve hava yoluyla tahliyeyle ilgiliydi). Ama Martin "onurlu bir anlaşma" için görüşmek için "hâlâ vakit" olduğu fikrinde ısrarlıydı.

 

Caravelle, Gayrıresmi ÜÜV Görevlileri'nin haberi olmadan boşaldı. Bana kimse haber vermedi. Benim radyo Bing Crosby çalmadı. Ortaya çıktığımda odalar hayalet gemi gibiydi; giysiler, kâğıtlar, diş fırçaları arkada bırakılmıştı. Odama koştum, daktilomu, radyomu ve notlarımı toparlayıp küçük bir çantaya tıkıştırdım; gerisini bıraktım. İki oda görevlisi geldi ve benim çılgın bir halde toparlanmamı şaşkınlık ve biraz da korkuyla izlemeye başladılar. "Ayrılıyor musunuz efendim?" Evet dedim. "Ama çamaşırhaneden giysilerinizi bu akşamdan önce göndermeyecekler." Yüzlerine bakmamaya çalıştım. "Onlar sizin olabilir… ve daha başka gördüğünüz herşeyi de alabilirsiniz." Ellerine bir tomar para sıkıştırdım, kaba gidişim karşısındaki itaatlerini satın alıyordum. Dokuz yıldan sonra ne gidiş! Ama gitmek istediğim kesindi, savaştan alacağımı yeterince almıştım.

 

Dışarıda Lam Som Meydanı, kapı eşiklerinde ve kaldırımlarda oturan birkaç ARVN askeri dışında, boştu. İçlerinden biri hızlı hızlı Tu Do'ya doğru bana bağırarak yürüyordu; sarhoştu. Silahını kılıfından çıkardı, titreyen kolunun üstüne yerleştirdi, nişan aldı ve ateş etti. Koşmaya başladım, mermi başımın yanından geçti. Amerika Büyükelçiliği'nin kapısında büyük bir kalabalık vardı; bazıları sadece Amerikalıların çaresiz hava operasyonunu izlemeye gelmişti ama birçoğu kapının parmaklıklarına yapışmış, kapıdaki donanma askerinin onları içeri alması için yalvarıyor, ellerindeki Amerikalı memurlardan alınmış mühürlü belge ve mektupları sallıyorlardı. Yaşlı bir adamın elinde uzun zaman önce Pleiku'daki Hava Kuvvetleri subaylarının lokalini işleten bir çavuştan alınmış mektup vardı. Yaşlı adam orada bulaşıkçılık yapmıştı ve çavuşun 5 Temmuz 1967 tarihli mektubunda şöyle yazıyordu, "Bu mektubu taşıyan kişi Vietnam Cumhuriyeti'nin özgürlüğü için sadakatle hizmet etmiştir." Bay Nha, Pleiku'daki bir pilotun verdiği Teksas Ranger oyuncağının yıldızını da elinde tutuyordu. Mektubu ve oyuncak yıldızı, kalabalığa "Lütfen panik yapmayın… lütfen" diye haykıran kapıdaki donanma askerine doğru sallıyordu. Amerikalılar için çalışan bu insanlara kendilerini bildikleri bileli Komünistlerden korkmaları gerektiği söylenmiştı; şimdiyse, Komünistler burunlarının dibine gelmişken panik yapmamaları söyleniyordu.

 

Yaşlı adam kapı aralığından içeri girmeye çalışıyordu. Panik yapmamalarını söyleyen askerin itmesiyle yere düştü. Ayağa kalktı, tekrar denedi ve başka bir asker tüfeğin dipçiğiyle adamı itekledi ve elinden kaptığı Teksas Ranger yıldızını kalabalığın üstüne fırlattı.

 

Beni savaştan uzaklaştıracak beleş uçuşuma yetişmek için kalabalığı itekleyip güç kullanarak ilerlemeye çalışırken hissettiğim tek şey utançtı.

29 Nisan 1975, Saygon, ABD Elçiliğinin kapısı

 
 

Elçilik bahçesinde, deniz piyadeleri ve kovboylar kesilmiş dev ağaçtan geriye kalan kütüğün çevresinde duruyordu. Kovboylardan biri telsizine "OK, yerinden kalkmayan bu devle ne yapacağımızı söyleyin" dedi. Telsizden, "Sakin ol Jed, sen ve çocuklar bir 30 santim daha kısaltın ki pervaneler için yeterince yer açılsın." cevabı geldi. "Ve Jed, bir de talaşları temizlet, yoksa kesin motorların içine kaçarlar." Deniz piyadeleri ve kovboylar baltalarla kütüğe saldırdılar ama içlerinde büyüyen huzursuzluk ve beceriksizlikleri yüzünden bu kesim işi kapının hem içindekiler hem dışındakiler, hem de yan binadaki Fransız büyükelçiliğinin yüksek duvarları üstünde sırıtarak duran Fransız muhafızlar için bir eğlenceye dönüşmüştü.

 

Vietnam dilinde, şairane ve hiciv barındıran bir deyiş vardır: "sıçanları ancak ev yandığında görebilirsin." İşte, Dr. Phan Quang Dan oradaydı. Eski Başbakan Yardımcısı, sosyal refahtan ve mültecilerin yeniden yerleştirilmesinden sorumlu devlet bakanı; Washington ve Büyükelçi Martin'in, Güney Vietnam'ın gerçek milliyetçi ruhunun ta kendisi olarak gördükleri adam. Saplantılı bir anti-komünist olan ve vatandaşlarını sürekli direnmeleri ve savaşmaları için teşvik eden Dr. Phan Quang Dan'ın yanında, kürkünün içinde bunalmış şişman karısı ve ellerindeki bavulları asla bırakmayan bir dolu taşıyıcı vardı.

 

Saygon'un "güzel insanları" da oradaydı; askere alınmasınlar diye zengin ailelerinin yüklü miktarda rüşvet verdiği askerlik çağındaki genç erkekler. Her ne kadar bir birliğin nöbet çizelgesinde asker olarak isimleri geçiyorsa da asla görev yapmamışlar ve maaşları büyük olasılıkla komutanlarının cebine gitmişti.  Onlara "hayalet askerler" deniyordu ve yoksul ailelerin çocukları Quang Tri, An Loc ve diğer tüm mevzilerde savaşıp ölürken, onlar Saygon'un kafelerinde, Honda'larında, Cercle Sportif'in havuz başında günlerini gün etmeye devam ediyordu.

 

 "Hey, benim… içeri alın, lütfen… çok teşekkürler… merhaba, ben geldim" Kapının dışındaki kalabalığın arkalarından gelen bu tiz ses, Vietnamlılar ve Amerikalılarca Güney Vietnamın en büyük vurguncusu gözüyle bakılan Tuğgeneral Dang Van Quang'a aitti. Kapıdaki deniz piyadesinin elinde içeri alabileceklerinin bir listesi vardı ve General Quang'ın adı listedeydi. Deniz piyadesi büyük bir özenle, son derece şişman olan General Quang'ın 4,5 metrelik parmaklıkları aşmasına yardım etti, ardından da üç Samsonite bavulu aldı. General içeriye girebilmiş olmaktan öylesine rahatlamıştı ki, 20 yaşındaki oğlunu kalabalık arasında boğuşur halde bırakarak yürüdü gitti. General'in ceketinin göğüs cebinden iki deste dolar sarkıyordu. Birileri paraları işaret edince, onları ceket cebine geri tıkıştırdı ve güldü. Amerikalılar General Quang'a "Kikirik" ve "Şişko General" diyordu.

 

Büyükelçilik'teki Amerikalılar şenlik havasındaydı. Yanlarında elçilik lokantasından yağmaladıkları buz kovalarında şampanyalar, yüzme havuzunun çevresindeki çimenlere yayılmışlar, bağrış çağrış oturuyorlardı. Başında Batı tarzı bir şapka olan biri yanındakine şampanya püskürtüyor, Frank ve Elmer adında iki uçak teknisyeni neşe içinde şarkı söylüyordu. "The Camp Town Races" şarkısını defalarca söylediler:

 

Özgürlük kuşlarıyla eve dönüyoruz

Doo dah, doo dah;

Eve plastik torbalar içinde dönmüyoruz,

Oh doo dah day.

 

Warren Parker ağlamaklı bir sesle bana "10 yıl sonra geldiğim noktaya bak." dedi. "Şuradaki adamı görüyor musun? Bir Ulusal Polis Memuru… işkenceci yani." Warren Parker o sabaha kadar Delta, My Tho ABD Valisi'ydi; onunla bir hafta önce orada tanışmıştım. Sessiz, neredeyse çekingen bir adam olan Parker 10 yıldır Vietnamlılara "tavsiyelerde bulunmaya" çalışıyor ve bu kadar çok kişinin tavsiyelerini istememesine şaşırıyordu. Birlikte, elinde, yürüttüğü bir şişe Taylor New York marka pembe tatlı şarapla "Vietnamlılar giremez, Vietnamlılar giremez" diye bağıran bir adamın yanından geçerek havuzun yanındaki lokantaya doğru yürüdük. Lokantanın bardakları çoktan yok olduğu için içkimizi şişeden içtik. Georgia aksanıyla "Sana bir şey söyleyeceğim" dedi. "eğer benim için gerçek bir an varsa, o da bugündür. Burada olduğum onca yıl boyunca ülkem ve bu ülke için çalıştım ve bugün gördüğüm tek şey iyi insanlarla pislikeri birbirinden ayırmayı başarabildiğimiz… ve bizde kalanlar da pislikler."

 

15:15'te Graham Martin elçilik asansöründen çıktı, fuayeyi geçip bahçeye çıktı. Büyük helikopterler –Jolly Green Giant'lar- gelmek üzereydi ve deniz piyadeleriyle kovboyların deliler gibi baltalamaları ve testerelemelerine rağmen kütükte belirgin bir kısalma yoktu. Martin'in Cadillac'ı onu bekliyordu. Elçilik personelinin şok olmuş bakışları altında Cadillac, kuşatılmış kapıya doğru ilerledi. Kapıdaki deniz piyadesi gözlerine inanamıyordu. Cadillac durdu, deniz piyadesi ellerini kollarını çılgınca sallamaya başladı ve Cadillac geri döndü. Büyükelçi arabadan indi, hışımla kütüğün ve kovboyların yanından geçti.  "Bir kez daha konutuma yürüyeceğim" diye bağırdı. "Bu şehirde özgürce dolaşacağım. Vietnam'ı, Başkan terk etmemi istediğinde, terk edeceğim!" Elçiliğin yan kapısından çıktı, kalabalığın arasından geçti ve dört blok ötedeki konutuna yürüdü. Bir buçuk saat sonra Nitnoy adlı kanişi ve Vietnamlı uşağıyla geri döndü.

 

İlk Chinook helikopter tehlikeli biçimde iniş yaparken pervaneler bir ağacı biçti ve kırpılan dallar silah sesi gibi ses çıkardı. Methedrine yüzünden kafası dumanlı bir onbaşı, bir subay gelip kendini sakinleştirinceye kadar, duvarın dibinde çömelmiş tahliye edilmek için sıralarını bekleyen kalabalığa "Yere yatın! Yere yatın!" diye bağırdı.

 

50 kişi kapasitesi olan helikopter 70 kişiyle havalandı. Pilot inanılmaz becerikliydi; pervanelerine isabet eden kurşunlar ve helikopterin yarattığı akımda uçuşan öğütülmüş elçilik belgeleri arasında dikey olarak 60 metre yükseldi. Ancak elçiliğin bütün belgeleri öğütülmemişti ve bazıları plastik torbalar içinde bahçeye bırakılmıştı. Bunlardan biri bende. 25 Mayıs 1969 tarihli yazıda şöyle yazıyor: "Çok Gizli…John Paul Vann'dan not… ayaklanmayla mücadele… Chau Doe köyündeki 900 ev, Amerikanın hava saldırısı sonucu tahrip edildi, tek bir düşmanın öldürüldüğüne dair kanıt yok… bu köyün dost Amerika'nın saldırısıyla yok edilmesi her zaman hatırlanacak ve hayatta kalabilenlerce asla affedilmeyecektir…" 

 

Elçiliğin çatısındaki çöp yakma fırınından para yağıyordu: 20, 50, 100 dolarlık banknotlar. Çoğu yanmıştı ama bazıları hala sağlamdı. Havuzun etrafında bekleyen Vietnamlılar gözlerine inanamıyordu; eski generaller, bakanlar ve işkenceciler gökten yağan işsizlik tazminatlarını kapışıyordu. Bir elçilik görevlisi beş milyon dolardan fazla paranın yakıldığını söyledi. Bir görevli "Biz gittiğimizde pislikleri kandırmak için, Elçilikteki her bir kasa boşaltıldı ve tekrar kilitlendi." dedi.

 

 "Kikirik" Quang gibi meşhurlar ilk helikopterlerde yerlerini aldılarsa da, Elçilikte hâlâ en az bin kişi,  sersemlemiş bir halde sessizce tahliye edilmeyi bekliyordu. Elçilik binasının içinde, elçilik personelinin çoğu kendi ofislerini sistematik biçimde yok etmeye çalıştıkları için cilalı masaların üstüne köpük köpük şampanyalar vardı. Su soğutucularını kırıyorlar, şişe şişe viskiyi halılara döküyorlar, duvardan resimleri indiriyorlardı. Üçüncü kattaki bir ofiste, çöp kutusunda sabık Başkan Johnson'un resmi, yerde de Arabistanlı Lawrence'ın çerçevelenmiş bir sözü duruyordu. "Onların kusurlu yapması, sizin mükemmel yapmanızdan iyidir; çünkü ülke onların ülkesi, savaş onların savaşı ve sizin de vaktiniz az."

 

Geceyarısı olmak üzereydi. Elçilik bahçesi, elçilik arabalarının farlarıyla aydınlatılıyor ve Jolly Green Giant helikopterlerin her biri 90 kişi taşıyordu. Güvenlik şefi Martin Garrett geride kalan bütün Amerikalıları topladı. Beklemekte olan Vietnamlılar olacakları sezdiler ve bir albay, Büyükelçi Martin'in elçiliği terk eden son kişi olacağına dair söz verdiğini söylemek üzere yanlarına gitti. Şüphesiz, Büyükelçi yalan söylüyordu.

 

 

30 Nisan sabah