Yılmaz Güney ve İbrahim Tatlıses’in (ve benzerlerinin) anlattıkları hikayeler binlerce yıldır ağızdan ağıza tekrarlanıp duruyor. Ama asıl olan hikayelerinin konusu değil, onların söyleyiş ve anlatış biçimleri özel.
Yılmaz Güney, İbrahim Tatlıses ve bir çok yaratıcı kişiyi nasıl birisi olduklarından bağımsız bir şekilde hayatlarımızın kalıcı bir parçası kılan bu özellikleri, onları kendi alanlarında bir lider durumuna getirir. Ustalıkları anlattıkları hikayeyi hayatımızın içine yerleştirebilmelerinde, duymaya ihtiyacımız olanı, bizden önce farkedip bize anlatmalarında (hissedip demek daha mı uygun, durumun ne kadar “farkında” olduklarını, oldukları noktaya ulaştıklarını bir plan sonucunda bilmiyorum).... O yüzden ikisi de sahici birer insan, “içimizden biri” ama olumlu duygu hiyerarşimizdeki en yüksek mevkide... |
Yılmaz Güney ve İbrahim Tatlıses’in kadın dövme, silahı yüceltme gibi eğilimlerini paylaşmaksızın, Akdeniz Akşamları’nda yüreğimiz şöyle bir hoplayabilir ve ürperebiliriz. Yol ya da İnce Cumali, anlatımındaki tutarsızlıkları düşünmemize fırsat bırakmaksızın duygularımızı tırmandırabilir. Filmin konusunu bile unuttuğumuzda, geriye kalan duygular olacaktır. O sıralardaki duygumuz her neyse, adeta bir düğmeye basılmış gibi geri gelebilir, günün birinde.
Duygu sözlüğüne göre
Bu vaktiyle çok sevdiğimiz ya da çok bayıldığımız bir kişi, bir fikir için de aynı ölçüde geçerli değil mi? Evet, fikirlere de, aslında fikirlerin kendilerine değil temsil ettiklerine bayıldığımız için kapılıyoruz, hele gençken... Eski bir aşkın, bazen aynen, hiç değişmeksizin, bazen de kin ve nefret kılığında geri dönmesi nadir bir durum değil. Yine de, şu anda o duyguları hissetmiyor olmak, vakti zamanındaki duyguların varlığını ya da sahiciliğini inkar etmeye bir vesile olmasa gerek. Örneğin, Sürü’yü ya da Yol’u seyrettiğinizde “solculuğu” seviyorduysak (solculuğun tam olarak ne olduğunu bilmemiz şart mı?) ve kendimizi “solcu” diye tanımlamışsak, solcuymuşuzdur, duygu sözlüğümüze göre.
Peki, Yılmaz Güney’in sinemasında yaptıkları bizi niye ilgilendiriyor? Evinde ya da sosyal ilişkilerinde kabadayı mı, yoksa beyefendi mi? Bunun Yol’u seyrederken bizim o filmin içindeki hikayeye kendimizi kaptırmamızla, filmde anlattığı hikayeyi ve anlatım biçimini beğenip beğenmemizle ne ilişkisi var? Hikayeyi sevip benimsediğimizde bize solculuk ve hatta komünistlik bulaşmış olur mu? Yoksa “canım, ben filmin sadece hikayesini sevmiştim” deyip işin içinden “sıyrılabilir” miyiz?
İsmail Cem ya da Kemal Derviş’in solculuklarının ne kadar sahici olduğu tartışılırken, tartışmacıların ulaşmayı beklediği iki sonuç var: Birincisi, Derviş veya Cem’e kendilerini bir daha solcu hissedemeyecekleri bazı dersler vermek; bu önceki paragraflarda cevaplandı sayılır; kimin kendini nasıl hissettiğini belirlemek başkasına düşmez. İkincisi, “halk”ın onları “solcu” kabul edip etmeyeceği. Peki, halk liderleri hakkında nasıl karar veriyor? Yılmaz Güney veya İbrahim Tatlıses hakkında nasıl karar veriyorsa, nerdeyse öyle... Düşünün bir, Bülent Ecevit’in kapıda bekleyen gazetecilere elleriyle ikram ettiği çaylar, makam arabası olarak Renault 12 kullanmaya kalkması, sonra hastalanıp yataklara ve “tuzaklara” düşmesi, bir |
“Sözü ile özü bir” olan, anlattığı hikayede verdiği mesaj ile yaptıkları ve yaşantısı çakışan bir lider olduğu için, muhalifleri bile söyleyecek söz bulamıyorlar. Aynı durum, Tayyip Erdoğan için de geçerli bence, buzdolabındaki kutu biralar onu duygu hiyerarşilerinin en tepesine yerleştirmiş olanları hiç etkilemez. Futbol oynamışlığından içi dolu olmayan konuşmalar yapmasına kadar hepsi onun temsil ettikleri ile pek güzel örtüşüyor. “Gereğinde” birasını da rakısını da içebilir, kimsenin gözünden düşmeyecektir. Boşuna telaş edip inkara yelteniyor, kendi keyfini ipotek ediyor.
Howard Gardner’ın liderlik tanımlamasında topluma önderlik eden kişilerin söylediklerini, yaşantılarıyla temsil etmeleri beklenir. Türk atasözleri sözlüklerini şöyle bir tararsanız, “ele verir talkını, kendi yutar salkımı” ya da “imamın dediğini yap, yaptığını yapma” gibi ilk bakışta banal bulunan, binlerce yılın içinden süzülüp gelmiş tariflerde de görürsünüz. Topluma anlattıkları kendi yaşantısına yansımayan liderlerin politik liderlik yapabilirliklerinden şüpheleniriz. Peşlerini bırakıveririz, (beklemediğimiz ve) yaptıklarını ya da (beklediğimiz ve) yapmadıklarını unutturan bir şeyler olana dek.