26 Mart 2010
Anayasa Mahkemesi Raportörü Osman Can’ın dün bizim gazetede yer alan açıklamaları, askerî vesayetten de “demokrat” görünmekten de vazgeçmek istemeyen şizofren güruhun “ama... ama... ama...”larla yarattığı toz dumanı tek üfleyişte dağıtan kuvvetli bir nefesti âdeta.
Aynı zamanda, Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı olan Can’ın konuşmalarını, yazılarını düzenli takip edenler, onun sivil-demokratik bir anayasa istediğini, kısmî bir değişiklikle yetinme yanlısı olmadığını ve AKP’nin hâlihazırdaki değişiklik paketindeki somut eksikleri mutlaka gördüğünü biliyorlardır sanırım. Buna karşın arkadaşımız Melih Altınok, “Öngörülen reformlar yeterli mi” diye sorduğunda, Can’ın verdiği cevap, gündemdeki meselenin siyasi özünü billurlaştıran bir netlik taşıyordu.
Özetle şöyle dedi Can:
“Biz reformları yetersiz olarak değerlendirmiyoruz. Sonuçta bir darbe sistemi içerisinde, demokratik iradenin etkin olmadığı bir siyasal sistemde yaşıyoruz. Anayasası darbe anayasası, yasaları darbe yasaları olan bir sistem. Özlediğimiz değişim öyle bir anda olacak bir şey değil. Bir ideal peşinde koşturmak hapishane koşullarına takılıp kalmak anlamına gelebilir. Darbe koşullarının yapısal koşullarını kaldırmaya yönelik atılan her adımı, demokratikleşmeye dair her girişimi önemsemek, beslemek ve desteklemek zorundayız. Türkiye’de çok ciddi anlamda bir adım atma ortamı oluşmuştur ve bu adımın ciddi bir şekilde değerlendirilmesi gerekiyor. Bu hayati bir görev, çünkü Türkiye’de yargı yok. (...) Temel hak ve özgürlüklerin hayata geçirilmesini sağlayacak olan yapısal unsurlardır. Ve bunların başında yargı geliyor. Ama bugünkü yapı, özellikle yargının darbe ideolojisi savunuculuğu yapması üzerine kurulu. Yargının temel hak ve özgürlüklerle, demokrasiyle hiçbir ilgisi yok. Şimdi, ilk defa darbe mantığının, darbe siyasetinin ve darbe hukukunun yapısal unsurlarına dokunuluyor. Zaten gürültü de bu yüzden çıkıyor.”
Bu sözler, referanduma gitme ihtimali yüksek görünen anayasa değişikliği paketi karşısındaki “demokrat” tavrın tarifini yapmakla kalmıyor, toplumun ekseriyetinin pakete neden “evet” diyeceğini de anlatıyor bence.
Ortadaki “gürültü”, CHP lideriyle ağız birliği eden yüksek yargının üç gündür hop oturup hop kalkması ve kimi gazetelerin manşetlerinden yayılan “toz duman”, gerçekten de ilk kez hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ile sınırlı kalmayan, o hak ve özgürlüklerin uygulanmasının güvencesi olacak yeni bir yapının oluşturulmasına da niyet eden bir anayasa değişikliği teklifi ile karşı karşıya kalmamızın sonucu. Gürültü ve toz duman var, çünkü benim “sürekli darbe” dediğim süreci mümkün kılan, askerî vesayeti ayakta tutan yapı ilk kez çatırdıyor. Gündemdeki değişiklik paketinin kabulü, o yapıya ilk kazmayı vurmakla eşanlamlı olacak.
Ve şuna samimiyetle inanıyorum ki, Türkiye’de seçmenin çok büyük bir bölümü, o yapının yıkılmasına, AKP yöneticilerinden bile daha istekli, daha hazır. Bunun için de, muhtemel referandumda “evet” oyları AKP seçmeninin oylarının çok üstünde olacak gibi geliyor bana.
1960’ın, 1971’in, 1980’in acılarını yaşamış olmak değil sadece, darbe anayasalarının bizi hapsettiği cendereye artık sığmayan toplumsal hayal ve beklentilerin galebe çalması da, muhtemel referandumun sonucunu belirleyecek zira. “Sürekli darbe”ye, askerî vesayete “ama”sız “hayır” diyenlerin, son tahlilde, gerekirse, her zaman oy verdikleri siyasi partilerin yönetimiyle ters düşmek pahasına, vicdanlarındaki sese uyacaklarını tahmin ediyorum.
Darbe hukukunu içten içe destekleyen, kendi varlıklarını askerî vesayetin devamına borçlu gören “siyaset düşmanı” siyasetçileri bir yana bırakalım. Onlar, yargının mevcut sisteminde yapılacak bir değişikliğe her halükârda karşı çıkacaklardır nasıl olsa. Ama askerî vesayetin zulmünü, ayrımcılığını, “ikinci sınıf vatandaş” muamelesini yıllardır yaşayıp da, şimdi salt “AKP karşıtlığı” adına ve “siyasi rekabet” hesabıyla, darbe hukukunun yapısal unsurlarına dokunulmasına karşı çıkacak olan partiler, örgütler ve liderler siyasi intiharı göze alırlar bence. 2007’de e-muhtıra zorbalığına ve 367 haksızlığına direnmedikleri için siyasetten silinip giden sözde “demokratlara” benzer sonları. Gözlemim ve inancım bu.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın dün NTV’de Murat Akgün’e yaptığı açıklamaları da bu nedenle “gerçekçi” buldum ben.
Arınç, referanduma gidilmesi halinde CHP seçmeninin yüzde 40’tan, MHP seçmeninin ise yüzde 50’den fazlasının anayasa değişikliğine “evet” oyu vereceğini söyledi. Üstelik, sadece kişisel bir gözlem ve inanca dayanmıyordu Arınç’ın açıklaması. Nitekim “Elimizde ona yakın anket var. Hepsi de halk tabanında bu tekliflere sıcak bakan müthiş bir potansiyel olduğunu gösteriyor” dedi ve ekledi: “Siyasetçiye ilkeli olmak yakışır. ‘Hayır’ diyeceklerse çıksınlar Anadolu’ya ‘hayır deyin’ desinler. Göreceklerdir ki sözlerine hiç itibar edilmeyecek.”
Arınç’a katılıyorum. Askerî vesayetin, iktidara gelse bile “muktedir” olmamaya mahkûm ettiği Anadolu’nun, bu anayasa değişikliğine “hayır” demeyecek kadar çıkarının farkında, geleceğine sahip ve sağduyusu yerinde olduğuna inanıyorum.