20 Kasım 2006Radikal Gazetesi
Çevrecilik kavramıyla tanışmamız, 12 Eylül'ü takip eden zehirli günlere rastlar. 'Çevreci-Yeşil' diye adlandırılmak, meydanı boş bulan tuzukuru küçük burvuja vatandaşlarının bir varoluş biçimi olarak görülürdü kimi canı yananlarca. Hâlâ kimilerince fuzuli, diğer muhalefet kanalları kapatıldığında bayrağı açılacak bir uğraş; neredeyse bir bahane olarak görülüyor ne yazık ki. Bu arada küresel ısınma konusunda da Türkiyeli olarak AIDS konusunda göstermiş olduğumuz 'bize bir şey olmaz' tavrını ısrarla sürdürdüğümüzü söyleyebiliriz. Çevre konusundaki milli umursamazlığın çarpıcı bir örneği daha dün Milliyet gazetesinde manşetleşmişti: "Mavi Ege'de kül denizi". Haber, hatırlatarak başlıyordu. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Temmuz 2005'te, Yatağan, Yeniköy ve Gökova termik santrallarıyla ilgili olarak yargının verdiği kararı uygulamayan Türkiye'yi mahkûm etmişti. Mahkeme, değerlendirmesinde, 'Başvuru sahiplerinin Türk vatandaşı olarak sağlıklı bir yaşam sürme hakkına sahip olduğunu' vurguluyordu. Serhat Oğuz, haberinde anlatıyor: "Santralın temeli dokuz yıl önce atılan üç üniteli baca gazı arıtma tesisinin (filtre) tümünün 2007'nin ilk aylarında devreye alınması planlanıyordu. Yıllar süren bekleyişin ardından sistemin tek ünitesi çarşamba günü devreye sokulabildi. Ancak, santraldaki buhar kazanlarından birinde meydana gelen sıkışma, ekosistem borusunu patlatarak iki gün çalışabilen bu ünite ve ona bağlı arıtma tesisini devre dışı bıraktı." Kısacası, 20 yıldır Yatağan halkını zehirleyen santralde inşaatı dokuz yıldır bitirilemeyen baca gazı arıtma tesisinin ilk devreye giren bölümü de, e ne yapalım, bozuluverdi. Habere göre Yatağanlılar, filtrelerden çoktan ümidi kesmiş. Canının derdine düşmüş. 40 bin nüfuslu ilçede sanralın kurulmasının ardından üst solunum yolu hastalıkları ve kanser artmış. Bir hekim de oksijenin yetersiz kalması nedeniyle şişmanlığın yaygınlaştığına dikkat çekiyor. Yatağan Termik Santralı'ndan çıkan küller ve atık su, santralın birkaç kilometre ötesindeki kül barajına bırakılıyormuş. Kilometrelerce büyüklükteki bir atık alanı. Yatağanlılar, üzeri toprakla örtülen atıkların yeraltı suyuna karıştığından, suyun da zehirlendiğinden yakınıyor. Yatağan Çevre Platformu Sözcüsü, 2005'in Temmuz ayında aynı gün içinde 600 kişinin zehirlenme şikâyetiyle hastanelere başvurmasının da sudan kaynaklandığını iddia ediyor. Bu arada antik Stratonikeia kentininin mermer kalıntılarının santralın yaydığı külle kararmış olması onca yıldır insanların soluduğu havanın yol açabileceği tahribatın ciddiyetini sergiliyor. İzmir 9 Eylül Üniversitesi Onkoloji Bölümü'ne başvuranlara "Yatağan'dan mı geldiniz?" diye soruluyormuş. Babasının kanserden öldüğünü söyleyen radyolog Ayhan Özdemir, "Düşük kalorili linyit kömürü kullanıldığı için uranyum tehlikesi var. külleri de çimento fabrikalarına veriyorlar. O çimentodan yapılan binalardan evlerimize sürekli radyoaktif salınım söz konusu" diyor. Muğla Tabip Odası Başkanı Ferit Turhan da ilçede santralın bölge halkına ne derece zarar verdiğini bilimsel olarak ortaya koymak gerektiğini, Tabip Odası'nın bu amaçla hazırladığı projenin de 110 bin YTL bulunamadığı için gerçekleştirilemediğini anlatmış. Belki bu noktada bir münafıklık örneği sergileyerek, Muğla'da bu yıl Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının; dikilen bayrak, atılan fişeklerin kaç YTL'ye mal olduğunu sormak gerek. Bilime karşı siyaset Birleşmiş Milletler'in, küresel ısınmayla mücadele konusunda önayak olduğu kongre Nairobi'de 17 Kasım'da sona erdi. 70 çevre bakanının katıldığı kongreden, maalesef, dünyayı kurtaracak bir sonuç çıkmadı. BM Çevre Sekreteri David Milliband, kongrenin yarattığı düş kırıklığını dile getirirken, sera gazlarının emisyonu konusunda bir anlaşmaya varılamamasının nedenini bilim ile siyaset arasındaki kopukluk olarak açıklıyordu. Kısa vadeli siyasi menfaatlerin kaçınılmaz gerçeklik karşısındaki kirli mücadelesinden söz ediyordu elbette. Türkiye'nin tavrına gelince. Bu konuda Türkiye'de bir bilinç oluşturmak için yıllardır gününü gecesine katarak çalışan Ömer Madra, Türkiye'nin emisyonları en hızlı artan ülke olarak raporlara geçtiğini hatırlatıyor. Madra'yla bir söyleşisinde Yeşiller İklim Değişikliği Koordinatörü Dr. Ümit Şahin bu duruma şöyle bir ekleme yapıyor: "Biz, senelerdir küresel ısınma konusunda bir şeyler söyleyenler de dahil olmak üzere, Türkiye'nin payını küçümsedik açıkçası. Çünkü rakamlar üzerinde konuştuğunuz zaman, "Amerika karbondioksit emisyonlarının ya da sera gazının yüzde 25'ini üretiyor, AB yüzde 15'ini üretiyor", vs. derken Türkiye'nin payı devede kulakmış gibi göründü. Biz bu işten sorumlu değilmişiz gibi göründü. Bizim birinci yanılgımız bu oldu senelerce. İkinci yanılgımız da, Türkiye sanki bu işten fazla etkilenmeyecekmiş sandık, bir de böyle bir yanılgımız oldu. Hatırlıyorum birkaç sene önce 'Türkiye ılıman iklim kuşağında canım, kutuplarda ya da tropikal bölgede değil ki, bize o kadar da bir şey olmaz' diye konuşuluyordu. Bunda da fena halde çuvalladık, çünkü bu sene göllerin, akarsuların nasıl çok dramatik bir şekilde, hızlı bir şekilde kurumaya başladığını gördük. Türkiye'de, sanki hiç küresel ısınma ile bağlantısı yokmuş gibi yaşanan ve herkesin çok farkında olduğu kuraklığın aslında bununla ne kadar ilgili olduğu anlaşılmaya başlandı. Böyle bir ikili yanılgı içerisindeydik. Bence bu Türkiye'nin, çerçeve sözleşmeye dahil olduğu, taraf olduğu halde 1992 yılından beri sürekli kaçak oynamasının da bir sonucudur. 1992'de Cumhurbaşkanı Demirel Rio'ya giderek iklim değişikliği çerçeve sözleşmesini imzaladı. Fakat biz bunu 2004 yılına kadar Meclis'ten geçirmedik. Yani 12 yıl boyunca oyaladık, Türkiye bu sözleşmeden kaynaklanan en önemli yükümlülüğünü yerine getirmedi. Bu yükümlülük Türkiye'nin sera gazı envanterini çıkarması yükümlülüğüydü. Yani biz ne kadar karbondioksit üretiyoruz, ne kadar metan üretiyoruz, bütün bunları hesaplamamız ve BM'ye duyurmamız gerekiyordu. Türkiye bunu ne zaman yaptı? Geçen sene hatırlarsınız, 3 Aralık'taki yürüyüş sırasında bizim taleplerimizden biriydi bu, 'Türkiye envanterini açıklasın artık' diye. En sonunda 2006'da açıkladı. Bu sene de bu envantere dayanarak, 92-2004 yılları arasında Türkiye'nin nasıl bir rekor kırdığı ortaya çıktı. Bu envanteri üç sene önce açıklasaydı bu rekor üç sene önce ortaya çıkacaktı. Aslında ortada o kadar şaşıracak bir durum bence yok." Bu konuda da inkârın terli kollarında avunuyoruz. Ömer Madra bir yazısında anlatıyordu: "Bekle ve gör, diyor bize çevre militanı bakanlar ve bilumum yetkililer. Kyoto Protokolü'nü imzalayıp onaylamanın da elbet zamanı geleceğini, Türkiye'nin menfaatleri neyse ona göre hareket edileceğini söylüyorlar. Kyoto gibi anlaşmaları bize dayatan sömürgeci devletlerin iğvasına kapılmayacağımızı söylüyorlar. İklim değişikliği ile mücadele etmek için kendimizin geliştirdiği harika yol haritaları olduğunu, ama bunu gene memleketin yüce menfaatleri uğruna kamuoyundan, yani bizlerden gizli tuttuklarını bildiriyorlar... Aynı doğrultuda, bazı köşe yazarları da Kyoto'yu imzalayalım diyen çevrecileri vatana ihanetle eşdeğerde bir yanılgıya düşmekle suçluyor, Kyoto'yu bir avuç ülkenin imzaladığını, Türkiye'ninse bu tufaya düşmeyeceğini, menfaatleri gereği, zamanı geldiğinde, mesela AB'ye üye olduğu zaman, imzalayabileceğini, ama o zamana kadar uslu uslu beklememiz gerektiğini söylüyorlar. Asıl meselenin iklim yıkımı değil, bunu savunan aydınlardan milletçe nasıl kurtulacağımız olduğundan yakınıyorlar. Ama yöneticiler de, bürokratlar da, çevrecilere kızan gazeteciler de doğru bilgi vermiyorlar bize. Kyoto anlaşmasını dünyada mevcut topu topu 190 küsur ülkeden 168'inin imzalayıp meclislerinden geçirmiş olduğunu, olayın dışında bir avuç ülkeden başka kimsenin kalmadığını söylemiyorlar.... Sadece iklimi batıran iki zengin ülke (petrolcü Bush'un ABD'si, kömürcü Howard'ın Avustralya'sı) ile hızla gelişen ve hızla kirleten Türkiye gibi 'orta karar' birkaç ülke dışında bu anlaşmaya taraf olmayan başka ülke kalmadığını bizlerden gizliyorlar... İklim değişikliğinin, iklim yıkımının, dünyanın ısınmasının, adı üstünde küresel olaylar olduğunu.. milli iklim, milli ısınma diye bir şey olamayacağını, milli yol haritalarıyla yeryüzünde iklim yıkımı mücadelesi yapılamayacağını birisinin onlara söylemesi gerek..."