Geçen yazılarımızdan birinde, 'Bekri Mustafa' adlı romanından söz ettiğimiz Osman Cemal Kaygılı’nın adı son zamanlarda sık sık yeniden gündeme geliyor. Geçen yıl Mustafa Apaydın, 'Osman Cemal Kaygılı’nın Hikâyeleri Üzerinde Bir İnceleme' adını taşıyan kapsamlı bir kitap yayınladı. Bu yıl önce Arma Yayınları, onun gazete nüshalarında kalmış iki romanını ilk kez kitap haline getirerek piyasaya çıkardı. 'Akşamcılar' ve 'Kovuk Palas’ın Esrarı'. Ardından Selis Kitaplar, bu kez 1931 yılında Yeni Gün gazetesinde yayınlanmış gezi yazılarını biraraya getirerek 'Köşe Bucak İstanbul' adıyla kitaplaştırdı. Ayrıca çeşitli dergilerde Kaygılı’yla ilgili yazılar yayınlandı. Biz de, çorbada tuzumuz olsun kabilinden, Osman Cemal’in yaşamına ilişkin topladığımız bilgileri görüşlerinize sunuyoruz.
Osman Cemal 4 Eylül 1890 tarihinde İstanbul’da Eğrikapı dışında Yenimahalle’de doğdu. Mahalle bakkalı Mehmet Mustafa Ağanın oğludur. Çocuk yaşlarında önce babasını, az süre sonra da annesi Gülfem Hanımı kaybetti. Akrabalarının yardımıyla eğitimini sürdürdü. Kasımpaşa’da Cezri Kasım Paşa İlkokulu’nda okuduktan sonra, orta öğrenimini Eğrikapı Merkez Rüştiyesi'nde tamamladı. Menşei Küttab-ı Askeriyye'yi [Askeri Katip Yetiştirme Okulu] bitirerek Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Dairesinde (1906) ve Kıtaat-ı Fenniye Müfettişliği kaleminde çalıştı (1909). 1912'de, 22 yaşındayken İttihâd ve Terakki aleyhine Tepebaşı Tiyatrosunda yapılan bir gösteriye katıldığı için Mahmut Şevket Paşa suikastiyle ilgili görülen 800 kişilik listeye alınıp, Bahr-i Cedit vapuruyla birlikte Sinop'a sürgün edildi (1913). Burada kaldığı iki yılı aşkın sürede Ref’i Cevat (Ulunay) ve Refik Halit (Karay) ile tanıştı. Yetişmesinde bu iki yazarın katkısı vardır.
Sütçü, biletçi ve manifaturacı
Sürgünden dönüşünde yeniden Kıtaat-ı Fenniye Müfettişliği’ndeki görevine başladı. Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla birlikte, bir süre kâtiplik göreviyle gezici tümenlerde çalıştı. En son Menemen’de bulunan 46. Tümen idare katibiyken hastalığı nedeniyle emekliye ayrıldı (1917). Surdışı’nda Otakçılar Mahalesine yerleşti. Babadan kalma evi yanınca, yine aynı mahalleden bir ev kiralayarak hayatı boyunca buradan ayrılmadı. İlk yıllar mizah dergilerine verdiği yazılar geçimini sağlayamadığı için ek işler yaptı. Bahar ve yaz mevsimlerinde dağlardan kocayemiş toplayıp İstanbul’a getirerek sattı. Bir ara inek besleyip sütçülük, Haliç vapurlarında biletçilik, pazarlarda manifaturacılık yaptı. Cumhuriyetten sonra ise İmam Hatip Okulu'nda (1925), Çemberlitaş Ortaokulu'nda (1931), Fener Kız Lisesi'nde (1932-1945) Türkçe öğretmenliği yaptı. İki kez evlendi. Hakkında bilgi edinelemeyen ilk evliliğinden sonra, 1935 yılında Sabriye Hanımla evlendi. Hiç çocuğu olmadı.
Soyadını nasıl ve neden aldığı konusunda birinci elden bir tanıklık için Fikret Adil’e başvuruyoruz: “Soyadı kanunu çıktığı zaman Osman Cemal kendine Kaygılı soyadını aldı. [Halk şairi] Kaygısız’a aşık denecek derecede bağlı olduğunu bildiğim için sebebini sormuştum. Bana ‘Nüfus dairesine gittiğim zaman,’ dedi ‘baktım, birisi benden evvel davranıp Kaygısız’ı kapmış. Ben de öyle ise benimki Kaygılı olsun dedim.’ Zavallı Osman Cemal! Talihsizliği orada da yetişmişti.” [2]
Çayırbaşında başlayan yazarlık
Osman Cemal, edebiyatla nasıl ilgilenmeye başladığını ise şöyle anlatır:
"Onbeş ile onsekiz yaşlarında herhangi bir genç, günün birinde ya Kuşdili Çayırında, ya Göksu'da yahut başka bir seyrangâhta eskaza, gözü kendi gibi bir küçük hanıma ilişir ve derhal gönlü o tarafa doğru meyle başlar. Bir iki tesadüf ve bil-iltizam karşılaşmalar başlar. İşte o zaman çocuk ise evdeki ağaybeysinin veya hemşiresinin kitaplarını, mecmualarını karıştırarak bunların içinden bir takım aşıkâne kelimeler, cümleler, mısralar aşırıp mektuplarına derç eder. Derken kendi de böyle kelimeler, bir iki tane yazar, çizer.(...) Günün birinde parmak hesabıyla yazdığı onsekiz mısralık bir manzumeyi posta ile bir mecmuaya gönderir. O mecmuayı idare edenler dahi evvelce böyle alaydan yetişme oldukları için, onu fevkalâde güzel bulurlar. Hatta içindeki hataların bile farkında olmayıp mecmuanın çıkacak nüshasına derç ve gelecek haftaya şairin resmini basacaklarını ilan ederler." [3] Bu ilk yazı büyük ihtimalle Baha Tevfik'in “Eşek” adlı güldürü dergisinde çıkmıştı. Sonra Alay, Ayna, Şebab, Aydede, Karagöz, Akbaba gibi dergilerde ve Sabah, İkdam, Alemdar, Akşam, Cumhuriyet, Yenigün, Vakit, Son Posta, Haber gibi gazetelede yazdı.
Osman Cemal Kaygılı, gazete ve dergilerde yazdığı yazılar ve öykülerle haklı bir şöhret edindi. Ama emeği her zaman sömürülmüştü. Sürekli geçim sıkıntısı çektiği halde bundan yakınmaz ve sadece gülümserdi. Halit Fahri Ozansoy “Edebiyatçılar Çevremde” adlı kitabında bu konuya şöyle değinir: “Zavallı Osman Cemal! Bütün maddi hayat sıkıntısına rağmen ne neşeli ve nükteli adamdı. Bir kere olsun yüzünü asık görmemiştim. Severdim Osman Cemal’i. O bütün dostlarını severdi. Bu halkı gören, halkı anlatan iyi kalpli halk çocuğunda, bütün ilerlemiş yaşına rağmen, zaman zaman gerçekten çocuksu bir taraf bulurdum. Biraz ortaoyununa kaçan esprilerine hayrandım. Birden öyle bir espri savururdu ki, seneler geçse insan unutamazdı… Osman Cemal, yalnız Osman Cemal’di. İstanbul’un yoksul ve bakımsız köşelerine neşesiyle teselli veren, eserlerinde için için kendine de yakan aynı mizah kudretile bu hayatları aksettiren hikayeci…” [4]
Mahallemizin yazarı
(Metni okumak için tıklatınız.)
Osman Cemal Kaygılı, yaşadığı gibi yazdı, yazdığı gibi yaşadı. O zamanlar küçük bir mahalle olan Otakçılar’da onu bir yazar değil, semt sakini olarak tanırlardı. Bütün eserlerinde Kağıthane ve çevresini, Topçular, Lonca, Fener, Bayrampaşa, Fatih, Aksaray gibi semtleri ve buraların insanlarını anlattı. Anlattığı bölgeler arasında ‘Surdışı’ da önemli bir yere sahiptir. Bu, kara surlarından sonra gelen, o zamanlar çoğunlukla yeşil saha, mesire yeri olan bölgeyi adım adım dolaşmış, insanlarıyla birlikte yaşamıştır.
“Çingeneler” romanı, Topçular’da Tokaların Bağı denilen yerin yakınında başlar. Yazar, bir arkadaşıyla birlikte oturup ağustos böcekleriyle kara kurbağalarının tatlı tatlı ötüşlerini dinlediklerini anlatır. Çevre bomboştur. Sadece çingene çadırları vardır harman yerinde. Çingeneler onlara “dilim dilim, ince kızartılmış ekmekler, küçücük toprak çanaklar içinde 0zeytin, peynir, domates, soğan, sarımsak, şeftali, kavurma”dan oluşan bir kahvaltı sunarlar. Yanında da koca güğüm içinde kaynamış süt…
Romanın tümünü aktarmaya niyetim yok. Sadece bugün artık bir sanayi semti olan bölgenin yüz yıl kadar önceki manzarasını görmenize yardımcı olmaya çalışıyorum. Osman Cemal, romanın daha sonraki bir bölümünde Topçular’ı şöyle anlatır: “Siz akşamları, hele yaz akşamları bu Topçular denilen yerin tabii güzelliklerini hiç gördünüz mü? Biraz Yakacığa benzeyen bizim Topçular’da böyle yaz akşamları arpa, yulaf, buğday, yonca, kayısı, armut, böğürtlen, devedikeni kokuları birbirine karışır da bu kokular, akşamın hafif meltemleri ile insanın ciğerine öyle esirî bir mahlûl şeklinde dolar ki, orada yaz akşamları bu hava içinde ciğerlerini banyo ettirenler, kendilerini âdeta, içinden binbir nebatî koku fışkıran ve hiç durmadan işleyen renksiz bir vantilatörün karşısında zannederler.”
“Çingeneler” romanında surdışının eski köy ve alanlarında dolaşırız. Vidos, Çıfıtburgaz, Litroz, Çiçoz, Avasköyü, Ayvalıdere ve diğerleri… Yazar Vidos’ta gördüğü bir panayırı şöyle anlatır: “ Aman Allahım! Burası büsbütün başka bir alemdi. Ben ömrümde bu kadar çok çingene çadırını ve bu kadar çok çingene kalabalığını bir arada görmemiştim. Buradaki çukurda belki karşı karşı ve takım takım kurulmuş, kırk beş, elli çadır ve bu çadırların etrafında karınca gibi kaynayan irili ufaklı yüzlerce çingene vardı.” Ardından yerleşik çingeneleri tanımak için Ayvansaray Lonca’ya geliriz. Birlikte kayıklara binip Kağıthane’ye doğru yola çıkarız. Yeri gelmişken belirtelim ki, edebiyatımızda en gerçekçi Kağıthane sefalarını, çingene düğün törenlerini de ancak bu romanda bulabilirsiniz.
Sait Faik bir yazısında, "Osman Cemal şimdiden sonra tek yazı yazmasa Türk edebiyatına kazandırdığı bu şaheserle (Çingeneler) gene mahzun ve gene yarı meçhûl aramızda dolaşsa, bu hiçbir zaman değeri birdenbire, bir çığlık halinde meydana çıkarmayı unutmayan edebiyat denilen şey ona bu şaheserin layık olduğu mevkii vermekte gecikmeyecektir," diye yazmıştı. Romanı “folklorik” bularak burun kıvıranları da şöyle cevaplamıştı: “Osman Cemal’in bu kitabı için biraz röportaj kokuyor, demişlerdi. Kokladım. Mis gibi bir şaheser, bir hakiki roman davantür, avantür romanı kokuyor. Fazla olarak bir de hakiki bir örf ve adet romanı.” [5]
“Aygır Fatma” romanı ise Meşrutiyet döneminde Defterdar bayram yerinin tasviriyle başlar:
- Haydi Kâhtaneye gidip gelme bir kuruş. Kâhtaneye gidip gelme bir kuruş!
Bayram yerindeki tenteli muhacir arabaları böyle bağırıyorlardı. Baharın tam ortalarına raslayan bir kurban bayramının ikinci günü idi. Vakit öğleden biraz sonra… O koca bayram yerini dolduran alaca kılıklı, yanakları, gözleri, saçları renk renk bir alay çocuk, birer kuruşla Kağıthane’ye gidip gelme için bu arabalara hücum ediyorlardı.”
Daha ilerde ise Topçular semtindeki bir mahalle şöyle anlatılır:
“Akşamla yatsı arası… Aygır Fatmaların iki dağ arasına sıkışmış gibi geniş iki hendeğe benzeyen mahallelerinde yaz gecelerine mahsus insanlı hayvanlı tam bir curcunadır gidiyordu. Mahallenin bostana karşı olan bütün evlerinin kapıları hemen ardlarına kadar açıktı. Hava inbat olduğu için, bu ardlarına kadar açık kapılı evlerin içlerinden dışarıya ağır, tembel, yorgun ve soğan, sarımsak, yanık zeytinyağı kokulu bir fırın havası siniyordu. Evlerin bazılarındaki havaneli tıkırtıları kıvrak bir türkünün oynak tıkırtılarına ne kadar benziyordu.
Alt ve üst katlardaki karanlık odaların açık pencerelerinde her genç kız ayrı ayrı makamlarda bir şeyler mırıldanıyor; daha arka, daha kuytu sokaklardan ise hafif hafif ud, tef, darbuka sesleri geliyordu, Alt ve üst katlardaki bazı karanlık odaların pencere önlerine, evlerin ön taraflarına rastlayan önleri parmaklıklı, içleri bol çiçekli bazı bahçelerden de sokağa içki kokuları sızıyordu.
Mahalleyi en geç, en son dolaşan genç yoğurtçu Karakaş Sıtkı, içlerinden içki kokusu sızan bu pencerelerin , bahçelerin önünde duruyor, oralardaki içenlerle biraz şakalaşıyor, oradalardan uzatılan tabaklara ellişer, yüzer dirhem yoğurt koyuyor ve bazen akşamcıların kendisine ikram ettikleri teki, “Muhabbete!” diyerek ayakta yuvarladıktan sonra, bir iki dakika kadar orada burnu ile zurna taklidi yaparak çiftetelli çalıyordu.
Evlerin karşısındaki bostanda kara ve su kurbağaları, yarışa çıkmışlar gibi, bu ağır, inbat havayı sesleriyle didik didik ediyorlar; yüzlerce ağustos böceği hiç durmadan tek nota üzerinde karanlığı çınlatıyorlardı.”
Taklit ustası bir orta oyuncu
"Bir gece haminnem namazda secdeye yatmıştı, mangalın sacayağını o secdedeyken altına koydum ve oturur oturmaz 'estafurullah' diye sıçrayınca evin içindekileri bir gülmedir aldı."
“Meselâ yazdığı piyeslerde rol almış ve kalburüstü bir çok tiyatro sanatçısına taş çıkartmıştı. Rahmetli, bestekâr Kaptanzâde Ali Rıza, ressam Muazzez Beyler gibi bütün taklitleri hem diliyle, hem de kalemiyle mükemmelen yapardı.” [6]Osman Cemal’in bir başka özelliği ise ortaoyununu sevişi, bizzat yazdığı oyunlarda rol alışıydı. Kavuklu, pişekâr, zenne rollerine çıkar, iyi taklit yapardı. O zamanlar İstanbul’da yaşayan bütün dil ve lehçeleri ustalıkla taklit edebildiğini yazılarına göz attığımızda da hemen anlarız. Kadri Alpman, “O edebiyatımıza, mizahımıza, folklorumuza ve temaşamıza yalnız kalemiyle değil, bedeniyle de girmiştir,” diyerek bu özelliğini vurgular ve şöyle devam eder:
Kaygılı bir yazısında, İstanbul’da bir zamanlar meşhur olan revülerden Enver Kemal’in yazdığı “Darılmaca Marılmaca Yok”da Arabacı ve şair Celal Sahir; yine aynı yazarın “Haydindi Hopla Da Gel”de ise Zerdüşt rollerini üstlendiğini söyler. Aynı yerde, 1925 yılında kendi yazdığı [7] İstanbul Revüsü’nde de (1925) rol aldığını belirtir:
“Inkılaptan bir, iki yıl sonra benim yazmış olduğum İstanbul isimli ve tam on perdelik revü ortaya çıktı. Bu büyük revüyü o zaman Şehzadebaşındaki Ferah tiyatrosunda Muhsin Ertuğrul sahneye koymuştu, O zaman bu revüde belli başlı rol alanlar şunlardı:
Büyük Behzat- İ. Galip, Hazım, Vasfi Rıza, merhum Küçük Kemal, Muammer, Baba Saffet, Yaşar; tulûatçılardan meşhur komik Sepetçi Ali Rıza, rahmetli Kavuklu Ali; Zenne Cevdet ve hatırımda kalmayan daha on, on beş san’atkâr…. Yine bu revüde şimdiki mizah ve fıkra muharrirlerinden biri de beş altı rol alır ve kadın artistlerde birinci rolü Neyyire Neyir oynardı.” 1926 yılında ise “Bana Benziyor mu?” adlı oyunu bu kez Raşit Rıza tarafından Milli Sahne’de sahneye konulur ve Osman Cemal de Rum Meyhaneci rolünü oynar. “Mezarlık Yıldızı” (revü 1927) ve “Üfürükçü” ise (1935) kaynaklarda yazarı Osman Cemal olarak geçen iki diğer oyun.
Osman Cemal oyunculuk alanındaki ustalığını özel yaşamına da taşımıştır. Arkadaşlarına yaptığı şakalar bir kitap dolduracak kadar fazladır. Bu konuda bütün kaynaklar hemfikirdir. Kendi de itiraf ediyor zaten. 1924 yılında Resimli Ay dergisinde yayımlanan ( yeni harflerle Güldiken dergisinin Kış ’97 tarihli sayısında yeniden karşımıza çıktı) “Yirmi Senedir Herkesi Nasıl Güldürüyorum?” başlıklı makalesinde çocuk yaşlarından başlayarak, gerek evde, gerekse öğrencilik döneminde sınıfta yaptığı şakaları anlatır. Anlattığı örnekler ortaoyunu gösterilerine, Aydede dergisi koridorlarına kadar uzanır. Daha sonraki yıllarda Osman Cemal’i anlatan anı kitaplarında da bu tür örneklere bol bol rastlanır.
Yaşama en yakın yazar
Osman Cemal cenaze namazının gazetecilerin çoğunun cenazesinin kalktığı Beyazıt Camii’nde değil, Edirnekapı’daki Mihrimah Camii’nde kılınmasını istemişti. Bunun iki nedeni olduğunu söyler Fikret Adil. [8] Birincisi, Beyazıt’a gelecekler aslında Eminefendi Lokantası’nda bir yemek vesilesiyle cenazeye katılacaklardır. Beni seven gelsin cenazeme diye düşünmüştür. İkinci ve asıl neden ise, Mihrimah Camii’nin o zamanki kötü ve bakımsız halini cenazeye katılanların görmesini sağlamaktır. Sağlığında bu camiin uğradığı yağmayı basına yansıtarak kısmen önlemiş olan Osman Cemal, ölümünün de bu amaca yardımcı olmasını istemişti. O her zaman çevresine sahip çıkmış, yaşadığı kentin güzel kalması için uğraşmıştı.
(Metni okumak için tıklatınız.)
Ömrünün son yıllarında hastalığıyla uğraşır. Reşat Feyzi Yüzüncü’nün yakından izlediği bu hastalık süreci şöyle cereyan etmiştir: 1943 yılının ikinci yarısında hastalık belirtileri ortaya çıkar. Başlangııçta teşhis konulamz. 1944’de hastalık artmaya başlayınca evde yatmak zorunda kalır, işe gidemez. 1 Mart 1944’de Gureba Hastanesi İkinci Dahiliye Kliniği’ne yatırılır. Midesinde kanser, ciğerlerinde verem olduğu anlaşılır. Bir ameliyat geçirir, fakat bir daha sağlığına kavuşamaz. Bir süre eve çıkar, ancak durumu yine kötüleşince tekrar Gureba Hastanesi’ne yatırılır. Sonunda 9 Ocak 1945 tarihinde Gureba Hastanesi Radyoloji Enstitüsü’nde hayata gözlerini kapar. [9]
Osman Cemal Kaygılı, Otakçılar Karakolu karşısındaki mezarlıkta yatmaktadır. Yaşamı boyunca yakasını bırakmayan yoksulluk ve şanssızlık burada da kendini göstermiştir. 1972 yılında “Portreler” adlı kitabında Osman Cemal Kaygılı’ya da yer veren Kadri Alpman, yazarın eşi Sâbire Hanımın (ki kocası ölünce çok zor durumda kalmış, Tekel deposunda tütün işçiliği yapmıştır), büyük bir üzüntü içinde şunları söylediğini aktarır: “Çok yaşlandım, yirmi altı yıldır hâlâ bir mezar taşına sahip olmayan kocamın mezarını da benden başka bilen olduğunu sanmıyorum.” Bu haklı serzenişten sonra Alpman çalışmaya başlar ve Reşat Ekrem Koçu’ya bir kitabe yazdırılır. Hattat Hâmit de bunu mezar taşına yazmayı kabul eder. Konu Kültür Bakanı Talât Halman’a aktarılır. Mezartaşının onarımına başlanır. Sonucu ne oldu bilmiyorum. Acaba Osman Cemal’in yerini bilen, ziyaret eden var mıdır dersiniz?
Sonuç olarak Osman Cemal Kaygılı’nın edebiyat tarihimizde özel bir yere sahip olduğunu söylebiliriz. Bu özel yer elbette “sanatsal” yetenek ve becerilerine dayanan bir yer değildir. Çünkü yaşamı günlük geçim kaygıları içinde geçen ve gazetelere son dakikada yetiştirdiği tefrikalar olarak üretilen edebi ürünlerinin “mükemmel” olduklarını söylemek açıkça yalancılık olur. Ama Kaygılı, Hüseyin Rahmi Gürpınar dahil, hiç bir yazarımızın yapamadığı kadar “içeriden yayın” yaparak bir dönemin yaşamını bugüne aktarmıştır. Yazarımız bizatihi yaşadıklarını, “halkın içinden”biri olmanın avantajıyla kaleme almış, sıradan insanları, toplumun kıyılarında yaşayanları gözümüzün önüne sermiştir. Semaî kahveleri, esrar muhabbetleri, eğlence yaşamı ve rakı alemleri başka hiç bir yazarın aktaramadığı ayrıntılarla edebiyatımıza onun sayesinde girmiştir.
Bu içi neşeli, sonu biraz hüzünlü yazıyı Osman Cemal’in kendini anlatan dörtlüğüyle noktalayalım:
Kâinat ıkılsa baştan aşağı
Belime sararım canfes kuşağı
İçimde boy atar ümit başağı
Osman’ı tepmedik nallar mı kaldı?
Argo Lügati (tefrika 1932) İstanbul’da Semai Kahveleri, Meydan Şairleri 1937 Çingeneler 1939 ( 3.B. 1973) Aygır Fatma 1944 ( 2. B. 1997) Bekri Mustafa, 1944 Akşamcılar (tefrika olarak 1937- 38) 2003 Kovuk Palasın Esrarı (tefrika olarak 1942) 2003 Sandalım Geliyor Varda, 1938SEÇME ESERLERİ
Araştırma:
Roman- Hikaye:
KOMİK AĞABEY
Fikret Adil, Osman Cemal’in yaşamına ilişkin iki ilginç yazı yazmıştır. Bu yazıları, Osman Cemal’in yaşamına ilişkin başka hiçbir kaynakta bulunmayan ayrıntılar taşıdığı için oldukça önemli buluyorum. Bunlardan biri 1930’ların başında gülük bir gazetede, diğeri ise ölümünün ardından Togo Albümü’nde yayınlanmıştır. İçeriklerinde tekrarlar olduğu için, bu iki yazının ilginç bölümlerini harmanlayarak huzurunuza getiriyorum:
“Meşrutiyetin ilanından hemen sonraki yıllardı. Bir Ramazan gecesi, Eyüpsultan’a hemen her arsaya kuruluveren sinemalardan biri gelmişti. Sinema operatörü, aynı zamanda spiker vazifesi görüyordu. Çünkü o devirlerde filmlerde yalnız Fransızca yazılı izahat vardı ve operatör, yazılar geldikçe yüksek sesle, halka bunları tercüme ederdi. Ben, çat pat Fransızca bildiğim ve o sinema operatörü ise bu dili hiç bilmediği için, Eyüpsultan’da iskele başındaki bir arsaya bir tahtahavale ile çevrilmiş bu sinemayı kuran meşhur Hacı Galip, beni, filmleri bâdihava seyretmek pahasına tercüman olarak seçmişti.
İşte yine böyle bir sinema akşamında, filmin bilmem kaçıncı kısmı bitip de, iple çekilip indirilen ağzı çenberli bir çuvala geçirilmiş “öküz lambası” ortalığı aydınlatınca, rüzgarla şişip indikçe resimleri büsbütün hayalleştiren beyaz perdedeki komiğe benzer birinin yanımda oturduğunu gördüm ve çocukluğun verdiği bir safiyetle:
- A... Komik burada! diye haykırdım. O kızmadı, güldü. Hattâ beni, arkadan leblebi atan bazı haşarı mahalle çocuklarına karşı korudu. Ahbap olduk. İsminin ne olduğunu bilmiyordum. Ona, uzun müddet, komik ağabey, diye hitap ettim.
Fakat bir gün, onu, birkaç mahalle delikanlısı bir köşede sıkıştırdılar. Üzerine, haftalarca suda yatırılmış kızılcık sopalarile hücum ettiler. Komik ağabey dört kişiye karşı kahramanca karşı koydu, hatta içlerinden birini hakladı. O zaman ismini öğrendim: Osman Cemal’di. Onu bir aralık gözden kaybettim. Sonra, Edirnekapı yolunda, peşinde bir sürü mahalle çocuğu, bisikletle gördüm. Çocuklar, garip kıyafetine bakarak arkasından koşuyorlardı. Osman Cemal’in kıyafetinde bugün için bir garabet yoktu.
Osman Cemal, peşinde kendisile alay ederek koşan çocuklara kızmıyor, bisikletinden inerek, onlara bir havari gibi, spor telkinatı yapıyordu.
Daha sonra, Osman Cemal’i futbol sahasında santrhaf oynar buldum. “Zafer” ismini taşıyan ve bir iki senelik hayatında mağlubiyet nedir tatmayarak dağılıp gidivermiş bir spor klübünün birinci takımında idi. Takımda o olduğu zamanlar, haf hattı bir duvar kesilir, karşı takım muhacimleri bu hattı aşamazlardı.
Hakemler ‘Hempayer’den galet ‘Arpayer’ denildiği, kambura yatmanın, usturpa yapıştırmanın faul sayılmadığı bu devirde, hasım oyuncuları Osman Cemal’e yapmadıkları kalmaz, fakat yirmi iki kişinin içinde tam sporu bütün centilmenliğiyle tatbik eden bu yegâne oyuncu, her çarpışmada ayakta kalırdı.
Osman Cemal’le iyice tanışıyorduk artık. Bu muhabbet neticesi beni elimden tuttu ve Babıâli’ye getirdi. O devirde, Osman Cemal Babıâli’de bir yıldızdı ve Babıâli onu tam manasile istismara hazırlanıyordu.
Şöhretleri o zaman yeni yeni parlamaya başalayan Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Yakup Kadri’yi bana Osman Cemal tanıttı. Ve ben ‘Şebap’ adını taşıyan mecmuada Salâhattin Enis ile tanıştım ve ‘Dersaadet’ isimli gazetede ilk yazılarımı neşrettim.” |
[1] Mustafa Apaydın, Osman Cemal Kaygılı’nın Hikâyeleri Üzerinde Bir İnceleme , Baki Kitabevi, Adana 20032] Fikret Adil, Togo Albümü 1946[3] Osman Cemal, "Matbuat Aleminden: Şair Nasıl Yetişir?" Aydede 29 Şubat 1340’dan akt. Behçet Çelik "Destursuz abdest bozan yazar", Virgül, Mart 1998[4] Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, Ankara 1970, s. 106[5] Sait Faik, “ Ozman Cemal’in ‘Çinegeneler’i,” Balıkçının Ölümü/ Yaşasın Edebiyat, Bilgi Yayınevi, Ankara 1977, s. 160-161. (Vakit, 23. 6. 1939)[6] Hâfi Kadri Alpman, Portreler, İstanbul 1972 s. 81[7] Osman Cemal, “Revü modası, eskiden oynayan bazı revüler,” Son Telgraf, 15 Ekim 1942. Akt. Mustafa Apaydın, agy.[8] Fikret Adil, agy[9] Reşat Feyzi Yüzüncü, Osman Cemal Kaygılı, Çığır Kitbevi, İstanbul 1947’den akt. Mustafa Apaydın agy