Ed Vulliamy24 Ağustos 2003
Bir kere vuruldunuz mu, Amerika’ya olan aşkınızın bitmesi imkânsız gibidir. New York’un atar damarlarında koşuşturup duran adrenaline, 7 Metrosu’nun Manhattan’dan çıkıp Queens’e doğru 160 ayrı anadilin sadası ve rayihası arasından çelik hatlar üzerinde gümbürdeyerek kayıp gidişine duyulan aşk nasıl bitebilir? Uçsuz bucaksız semasındaki takım yıldızları ânında solduran eflatun renkli şafağın söktüğü muazzam çöle duyduğu aşkı kim yitirebilir? Amerika’nın gerçek başkenti, şair Carl Sandburg’un “geniş omuzlu kent” diye tarif ettiği Chicago’nun adaleli endüstrisine duyulan aşk biter mi? 1970 yılında, onsekiz yaşında bir delikanlıyken ziyaretine gittiğim o âsi Chicago’ydu zaten Amerika adına kalbimi çalan.
Şimdi, sözümona bir yetişkin olarak Amerika Birleşik Devletleri’ni terketme vakti. Tıpatıp Tony Blair’in Başbakanlık yaptığı süreye denk düşen dönem boyunca Amerika’nın bir sâkini ve orada çalışan bir gazeteci muhabiri olarak, buradan ayrılmalıyım artık.
1997’de Britanya’nın uzun Muhafazakâr gecesini sona erdiren o Mayıs sabahında ben de ABD muhabirliğine atanmıştım. Blair’in Amerika aşkı o günden bugüne derinleşmiş görünüyor; ama aşk, duyguların en güçlüsü ve en kırılganıdır; benim aşkım yıprandı. O adrenalin akışını, çölün ışığını, o geniş omuzları hâlâ seviyorum, ama benim yaşadığım altı yıl içinde Amerika’ya başka birşey oldu. Büyük bir Amerikalı olan BB King’in “The Thrill is Gone”/ “Heyecan bitti” adı o acı aşk şarkısının şu nakaratını çağrıştıran birşey: “Şimdi herşey bittiğine göre/Tek yapabileceğim, sana iyilikler dilemek...”
Ben ayak bastığımda Amerika bütün dünyada “cool” bir yer olarak görülüyordu. Bir Başkan’ın mı ülkeyi tanımlar, yoksa gerçek bunun tersi midir, bundan hiçbir zaman emin olamayız; ama, ben gittiğimde orası Bill Clinton’ın Amerikası’ydı.
“Cool” kelimesinin, belli belirsiz bir pozitif anlam dışında, herhangi bir bağlamda ne demek olduğundan pek emin değilim; ama, Clinton yönetimi Washington’ı bile iyi-kötü “cool” bir yer haline getirmişti: Öyle ki, insan, gün boyu Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’na danışmanlık yapmış biriyle akşam saatlerini paket pizza yiyip Allman Brothers Band dinleyerek geçirebilirdi. (Gerçi, itiraf etmek gerekir ki, danışman George Stephanopoulos da, hayal kırıklığı içinde yönetimi terk etmişti.)
Bu arada, dünyanın geri kalan kısmında ABD müdahaleleri ya Haiti ve Kosova gibi yerlerde ezilenler tarafından sevinçle karşılanıyor, ya da Bosna ve Ruanda gibi yerlerdeki ezilenler tarafından yalvar yakar talep ediliyordu. (Onlar bunu suçluların tavrıyla inkâr etse de.) ABD bir imparatorluk değil, bir kurtarıcı olarak görülüyordu. Clinton’ın arayışı her zaman sadece Amerikalıları da kucaklamıyordu aslında. O sırada teroristler evde yetiştirilmiş Sağ’ın ürünleriydi: 1995 Nisanı’nda Oklahoma bombardımanı ile kadın-erkek, çoluk-çocuk kendi vatandaşlarını katletmekle övünüyorlardı; kısa bir Amerika ziyaretim sırasında gazetem için ele aldığım bu kan banyosunda – asla bir yalnız kurt olmayan –Timothy McVeigh’in içinde yer aldığı silâhlı “yurtsever” hareketini araştırmıştım.
Şimdi o günleri hatırlamak insana tuhaf geliyor: Yanmış, kömür olmuş tuğlaların ağır kokusu, su basmış enkaz, toz-duman arasında koşuşturan kurtarma işçileri, ‘kayıp’ yakınlarının resimleriyle gözyaşları içinde orada burada dolaşan insanlar... (altı yıl sonra, farklı bir Amerika’da, farklı bir mahallede yeniden ortaya çıkacak sahneler).
O bozkır gecesi, Oklahoma’nın bir ucunda giden İguana yataklı treninin lokantasında kulakları sağır eden, şaşkın bir sessizlik hüküm sürüyordu ve bu sessizlik, ara sıra bir adamın sorusu ile bölünüyordu: “İnsanlar bizden ne istiyorlar ki? Neden gelip çoluk-çocuğumuzu öldürüyorlar ki?” Soruya verilecek dürüst cevap şuydu: McVeigh’in milislerinin bile ötesindeki Sağ’ın nefret ettiği bir “Federal Hükûmet” ve onun başında da Beyaz Saray’ı gaspetmiş olarak gördükleri bir adam.
ABD’deki muhabirliğimin ilk yılında doğu Teksas’ta bir linç oldu: James Byrd adında bir siyah, üç beyaz adam tarafından bir kamyonun arkasına zincirlendi ve sürüklene sürüklene 75 parçaya ayrıldı. Bunun şuuraltındaki çağrışımları apaçıktı tabii: Mississippi Yanıyor (Mississippi Burning) filmiydi:
O linç günlerini yazdığım günlerin sonunda arabayla otoyola vurup Emmylou Harris’in “Bu gece Boylu Boyunca Teksas’ta Vals Yapmak” (Waltz Across Texas Tonight”) şarkısını defalarca dinlerken etrafımı saran havaydı:
Çamların içbayıltıcı reçine kokusu kadar yoğun bir şer kokusunun da asılıp kaldığı o ağır, kasvetli hava. Ama Teksas’ın Jasper kasabası bir klişe filân değildi. Birkaç hafta sonra kukuletalarıyla Klu Klux Klan’cılar kasabada resmi geçit yaptıklarında, onların karşısına çıkan kalabalığın içindeki insanların çoğunun yüzü kâğıt gibiydi. Cinayet davası başladığında da herşey filmden çıkmış gibiydi tabii: Mahkemenin panjurları güneşın ışıklarını diyagonal kesiyor, tepedeki vantilatör durmaksızın dönüyordu. Ama Jürideki 11 beyaz, içlerindeki tek siyahı başkan seçti ve ırkçı bir beyaz olan Bill King’i, siyah bir adamı öldürdüğü için ölüm cezasına çarptırdı. Bu da doğu Teksas’ta oluyordu üstelik: Derin Güney’in en iğrenç ırkçılıkla malûl köşesinde; Bill Clinton Amerikası’nın o köşesinde bile birşeyler kıpırdıyordu: Bir sonuç değil, ama bir başlangıçtı belki.
Tabii, bir de adamın kendisi vardı. Bill Clinton bayılıyordu bu ülkeye. Onu Arkansas’da, işin sonuna kadar asıldığı, müzisyenlerin çekip gitmesinden çok sonra, hâlâ ortalıkla dolanan birkaç kişiyle hoşbeş ederkenki haliyle hatırlıyorum. Hem Monica da onu görünce dizlerinin bağı çözülen tek kız değildi hani. O, Bill’in gönlünün çektiği kızdı sadece. Aslında bu olay bile adam hakkında bir fikir veriyordu. Bir puro kullanımının siyasi sonuçları hakkında haftalar boyu çalıştığımı, bir Amerika Başkanı’nın “anal-oral ilişki” konusunda sigaya çekildiğini düşünmek bana gerçeküstü geliyor. Sağcı muhalefet Clinton’ı yalancılıkla suçlamıştı. Hillary Clinton da büyük bir sağcı komplodan şikâyet ediyordu. Her ikisi de haklıydı.
Ezelden beri devam eden öyle Amerikan temaları var ki En İyi Dönemin Bill’i bile bunların altından kalkamazdı. Emekçi Amerika üzerine yazdığım yazılarda en hatırda kalan yerlerde alttan alta etkisini duyuran temalardı bunlar: Yoksulluk ve ırkçılık. Güney Dakota’nın en yoksul ilçesi Pine Ridge meselâ. Lakota Siyu’larının bataklık toprakları...
Orada, Çılgın At’ın pankartı altında toprak hakları konusunda bir yürüyüşe katıldım. Burada, Yaralı Diz katliamının gerçekleştirildiği yerlerde, sefaletin derin kuyusuna düşmüş, alkolizm, yerel şiddet ve yüzde 65 oranında işsizlik gibi meselelerle boğuşan insanların yaralı gururlarının iniltileri yükseliyordu. Ama gene de bu gururun için için yanmakta olduğunu hissediyordu insan: Gençler – ana babalarının kuşağını kınayarak – kabile tarihine, kadim örf ve âdetlere, at binmeye ve kendi dillerine geri dönüyorlardı. Blues’un doğum yeri olan Mississippi Deltası’nı tanımlayan unsurlar yoksulluk ve ırkçılıktır. Clarksdale’de 61 ve 49 numaralı karayollarının kesiştiği kavşağın altında, bulescuların en büyüklerinden Robert Johnson, gitar sihirbazlığı karşılığında ruhunu Şeytan’a satmıştı.
Siyasetin unuttuğu bu toprakların yüzde kırkı, 16 bin dolar yıllık gelirle yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Ve burada bile, akşam güneşi rüzgârda deniz gibi dalgalanan pamukları yaladığında, canlı bir crack kokain pazarı harekete geçiyor. Clarksdale yakınlarındaki Jonestoown kasabası rahibi Benny Brown: “Ben buraya kırsal bölge filan demiyorum,” diyor. “Burası bir ‘rezervasyon’ aslında, bir karaderili rezervasyonu.” Buranın sâkinlerinden Ruby Walker ana, kızını bir silahlı çatışmada kaybettikten kısa süre sonra sundurmasının altında kedileriyle birlikte oturmuş, “Bazen düşünüyorum da,” diyor. “Buralarda sahiden kölelik kaldırıldı mı acaba?”
Meksika sınırının her yanında uzanıp giden, hem iki ülkeye de ait olan ve hem de hiçbirine ait olmayan ve benim Ameksika diye adlandırdığım toprakları da yoksulluk ve ırk belirliyor. Texas’ın El Paso’sunu ve Meksika’nın Juarez’ini kapsayan ortak yerleşim, yeni Meksika’nın bir mikrokozmosu: Benim bu ülkede bulunduğum yıllarda Hispanikler, en büyük etnik azınlık olarak siyahların yerini aldı.
Juarez, netameli olsa da güçlü, haşin olsa da nabzı küt küt atan bir kent: Hem Amerika Birleşik Devletleri’nin bir parçası hem de değil; canlı renkleriyle şaşmaz bir şekilde Meksikalı; ama işgücünün büyük bölümü kanter içinde ABD şirketlerinin sahip olduğu sefil fabrikalarda çalışıyor.
Kadim Meksika efsanelerine göre gökte parlayan güneşin ardında bir başka kara güneş vardır ve o, bu âlemi terkedip başka bir âlemi aydınlatır. Aztekler, kara güneşi yeraltı dünyasının taşıdığına ve bu güneşin mutlak kara ölüm olduğuna inanırlardı. Ve, “Ameksika” çölünü aydınlatan güneşin ardında, hiçbirşeyi geri yansıtmayan uğursuz bir kara ışık var: Bütün o müziğin, itiş kakışın ve bütün açık dükkân vitrinlerinde sallanan acı kırmızı biberlerin ardında hiç mi hiç parlamayan bir kara ışık. Çünkü Juarez’de kuzey ve güney Amerika’nın en korkunç toplu suçları, hiçbir cezai yaptırım olmaksızın işlenip duruyor: Bugüne kadar 345 genç kızın kaçırılması, ırzlarına geçilmesi, parça parça doğranması ve katledilmesi gibi. Bu genç kızlarla genç kadınların istisnasız hepsi, onları neredeyse boğaz tokluğuna çalıştıran ve fakat korumak için de parmağını bile kıpırdatmayan yeni Amerikan fabrikalarının işçileri... İşte burada, kıssadan hisse çıkarıyoruz: Amerika’nın başını çektiği küresel ekonominin getireceği büyük felaketin hissesini. “Issız Ada Makaleleri” diye bir radyo programı olsaydı ve bana da Amerika’da geçirdiğim yıllar boyunca tek bir makale yazma hakkı tanınmış olsaydı, yanımda Issız Ada’ya götüreceğim tek yazı işte bu hikâye olurdu.
İşin tuhafı, bu olay, Anglo Sakson Amerika’nın yerlileri arasında en iyi olanı benzersiz biçimde ortaya koyan, New York’un özünü ortaya çıkaran 2002 Dünya Futbol Kupası hakkında hiçbir ipucu vermiyordu: Dünya Kupası esnasında çalışkan göçmen Amerika, hangi kuşaktan, hangi renkten geliyor olursa olsun, bütün kenti ele geçirivermişti.
Kupaya katılan her takım, New York’un bir semtinde kendi sahasındaydı: Kendi dilinin konuşulduğu barlarda, kahvelerde flamalarıyla, bayraklarıyla, tezahüratıyla ağzına kadar dolmuş taraftarlarıyla... Rakip takım formalarını – Nijerya, Ekvator, Rus, herneyse işte – kuşanmış Amerikan vatandaşları, New York sokaklarında birbirleriyle karşılaştıklarında gözlerinde ikili bir bakış, dudaklarında ikili bir gülümseme taşıyorlardı: “Selam, ahbap ... Toz ol şimdi!”
Saat farkları öldürücüydü: Maçlar sabaha karşı 2:30’da, 5:30’da ve 7:30’da yayınlanıyordu. New York göçmen nüfusu (ki aralarında ben de vardım) bir ay boyunca uykuyu muykuyu unuttu. Geceleri ver elini Harlem: 116. Sokak civarındaki “Küçük Senegal’de” bulunan Cafe Africa’da sabaha karşı 2:30’da Aslanlar’ı seyrediyorduk. Senegalliler, milli takımları çeyrek finale kalınca o gettoda tan yeri ağarıncaya kadar sokaklarda dansedip durdular ve park etmiş arabaların tepelerinde deli gibi koşturdular. Biz durmadan devam ettik yolumuza: Üçüncü Cadde’de İngiltere ya da İrlanda’yı, Queens’de Türkiye ya da Polonya’yı seyrettik, ardından SoHo’da, o tıklım tıkış Caffe l’Angolo’da, Gökmavili takımı takımı seyretmeye koştuk. İtalya Meksika’yla oynuyordu ve New York’ta bu bir derbi maçı sayılıyordu. “Ecco la vera America (İşte Gerçek Amerika!”) diyordu Milano’nun meşhur Gazetta dello Sport’unun muhabiri ve çok da yanılıyor sayılmazdı doğrusu.
Ne var ki, Amerika’da çoğunluk bu konuda Beyaz Saray’ın yaklaşımını ve Meksika Cumhurbaşkanı Vicente Fox’un, bir dostluk gösterisi olarak Başkan Bush’a ABD – Meksika maçını iki ülkenin ortak sınırında uygun bir noktada birlikte seyretmeleri yolundaki davetine Beyaz Saray’ın verdiği cevabı paylaşıyordu. “Başkan’ın o saatte (yani 02:30’da) uyuyor olacağı” şeklindeki mhut cevap ABD Başkanlık görevlilerinden biri tarafından Fox’a bildirildi. Oysa ben, o saatte Cafe Margarita’da gözlerim faltaşı gibi açık, varoluşçu Meksikalı kuaför Marco ile birlikte maçı seyretmekteydim. Marco’ysa, daha sonraki üç gün boyunca işinden izin almak, o zengin ve güzel başların saçlarını yapmaktan bir süre vazgeçmek zorunda kalacaktı; gringoların elinden mağlubiyet acısını tatmanın kahrı böylesine büyüktü işte. Şu çelişkiye bakın ki, ben de maçın hemen ardından takım elbisemi alelacele üstüme geçirdikten sonra – tekilaların da verdiği gazla – Boston uçağına atlayıp savaş suçları konusunda bir konferansa konuşmacı olarak katılmak zorundaydım. Giden yolcular salonunda da, konferans salonunda da milli takımlarının şanlı galibiyetinden haberdar olan bir tek Allah’ın kulu Amerikalıya rastlamadım.
Monika skandalinin Clinton’ın başkanlığını girdabının içine çekip yutmasından sonra çark Amerika’da üç kere döndü. Birinci dönüşü 2000 yılı Kasımı’na rastlar: George Bush’la Al Gore arasındaki o uzun güreş müsabakasında oyların sayıldığı, yeniden sayıldığı, gamzeli oy pusulalarının askıya asıldığı döneme. O tarihlerde Demokrat Parti’den bir sandık görevlisinin dahi itiraf ettiği gibi, James Baker III’ün atlayıp geldiği ve Bush tarafının dizginlerini ellerine aldığı anda, seçim sonuçları oracıkta belli olmuştu. Onyıllardan beri Teksas petrol sanayiinin avukatlığını yapan ve Baba Bush’un Dışişleri Bakanı olan Baker, Şirket’tendi. Oylar da Şirket’tendi yani.
Bence, komplo teorilerine itibar etmemek, gazetecinin aslî görevleri arasındadır. Ama, George ‘Dubya’ Bush’u ülkenin en yüksek mevkiine taşıyan kaldıraç mekanizması konusunda geliştirilen komplo teorisinde bir sorun varsa, o da bu teorinin insanın asla yaya bırakmaması. İnsan her an o görünmez tele takılıp yere kapaklanacağını sanıyorsa da hiç tökezlemeden dümdüz yoluna devam ediyor. Burası o mekanizma hakkındaki incelemelerimi anlatmanın hiç yeri değil elbette; ama şunu da söylemeliyim ki o makinenin dişlileriyle zembereklerinin nasıl çalıştığını anlayabilmek için Teksas’ta haftalarca insanların anlattıklarını dinledim, Sermaye Piyasası Kurulu’nda (SEC) da günlerce arşiv klasörlerini karıştırdım.
Şimdi tek bir örnek vereyim diye söylüyorum, Dresser Sanayi şirketini kimin satın almış olduğunu öğrenmek istedim. Bir zamanlar dünyanın en büyük petrol hizmetleri şirketi olan Dresser Industries’in yöneticisi Prescott Bush’tu – yani Dubya’nın büyükbabası. Baba Bush da bu şirket adına Batı Teksas petrol havzasını hizmete açan kişiydi. Dresser’i Halliburton almıştı. Irak’ta geçenlerde bir sözleşme bağlayan Halliburton. Hani, Başkan Yardımcısı Dick Cheney’in, Baba Bush’un Savunma Bakanlığını yürüttükten sonra yöneticisi olup büyük bir servet yaptığı şirket. Ve bu iş böyle sürüp gidiyor. Başkan Bush, “seçilebilmek” için, seçim kampanyaları tarihinin mali destek alma rekorunu kıran kişi oldu. Ona en büyük mali destek veren kişilerden biri – Bush’un ifadesiyle – “Kenny Boy” diye bilinen Kenneth Lay idi. Lay, Amerika ve dünya tarihinin en büyük şirket dolandırıcılık operasyonlarından birini yürüten Enron Şirketi’nin baş yöneticisi. Enron’un muhteşem ücretlerle çalıştırdığı danışmanları arasında şaşmaz şekilde önde gelen kişi kimdi peki: Ralph Reed. Yani, Hıristiyan Koalisyonu adını taşıyan sağcı-dinci kuruluşun eski başkanı. Peki Reed’i yönetim kuruluna öneren kişi kimdi: Karl Rove. Yani, Bush’un Teksas’taki valilik seçim kampanyalarının tümünü yürüten ve şu anda da Beyaz Saray’ın en güçlü adamı olan kişi. Bir Svengali (ya da Rasputin) figürü.
Siyasetin büyük şirket yönetim kurulu odalarının duvarlarında sarmaşık gibi dallanıp budaklanması oyununun provaları Bush’un Teksas valiliği sırasında yapıldı. Bir zamanlar bağımsız olan ve çoğu Teksaslının yeniden bağımsız bir ülke olarak görmeye can attığı Teksas’ta bu hayalin gerçekleşmesini Birleşik Devletler statüsü yasaklıyor. Peki o zaman: Teksas ülke olamıyorsa, biz de ülkeyi Teksaslaştırırız.
Clinton’ın başkanlık döneminde iktidar bölgesinden dışarı atılmış bir grup insan, neredeyse on yıl boyunca oturup plan yaptı. Bu insanların adlarını iyi-kötü herkes biliyor şimdi: Cheney, Wolfowitz, Richard Perle, James Woolsey, Douglas Faith. Bu insanlar, Amerika’nın karşı çıkılamayan ve bir daha da asla çıkılamayacak askeri ve siyasal gücünün dünyanın dört bir yanında hâkim olması için kurdukları ana planı bir dizi makalede açıkça ortaya koydular. Planın odak noktası, Orta Doğu ve Irak’tı. Yazdıklarına göre, bu büyük rüyayı gerçek kılmak için gerekli olan tek bir şey kalıyordu geriye, o da ‘yeni bir Pearl Harbor’du. Bu adamların içinde yuvalandıkları bir sürü ‘think-tank’ten biri olan Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin (PNAC) yayınladığı bir belgede tastamam böyle deniyordu işte.
Çarkın ikinci dönüş olayı, kelimenin tam anlamıyla gökten indi. Bütün iyi muhabirler gibi ben de El Kaide’nin kaçırdığı uçaklardan ilkinin Dünya Ticaret Merkezi’ne saplanması olayını atladım. Ama, hemen ardından, kahvelerimizi kaptığımız gibi Altıncı Cadde’den aşağı bir koşu kopardık ve karşıdan kopup gelen korku dolu insan dalgasına rağmen, onları yarıp Kuzey Kulesi’nin çökerek kendi tozuna dönüşmesini tam zamanında izlemeyi başardık. Güney Kulesi gözlerimizin önünde çökerken de ben basın kartımı sallayıp kordonu yarmaya çalışırken yolumuzu kesip bizi içeri bırakmayan polis memuruna da hayatımı borçluyum herhalde.
Olayı izleyen şok, acı, haysiyet ve cinnet girdabını ise herhalde hiç kimse unutmayacaktır. Oturduğum blok bir anda mumlardan ve çiçeklerden oluşan bir halıya dönüşüverirken New York şehri baştan aşağı Amerikan bayrağı ve bir de yanmış et kokusu ile sarılıp sarmalandı.
Bu, Amerika’nın dünya yüzünde yakaladığı fırsat ânı idi; ama bunun böyle olduğunu derhal kavramamış olanlar da bağışlanmalı. Le Monde’un, manşetten anlattığı gibiydi: “Nous Sommes Tous Americains!”/”Şimdi Hepimiz Amerikalıyız!”. Yani, Amerika’nın tarihte hiçbir zaman bu gezegende daha fazla dostu olmamıştı – ya da biz öyle sanıyorduk. Ulusal Güvenlik Danışmanı Condoleeza Rice da tastamam aynı kelimeyi, “fırsat” kelimesini kullanmıştı zaten. Ama, neyin fırsatıydı bu? Geçenlerde aynı Fransız gazetesi Amerika hakkında bir başka manşet attı: “Seul contre tous”/ “Herkese Karşı Tek Başına”. Eh, neredeyse herkese karşı.
Şimdi, çarkın üçüncü kere dönüşünü, yani Irak’a karşı girişilen o savaş seferberliğini anlatmanın zamanı değil. Belki bir tek şu söylenebilir: “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi”ni kaleme alanların tümü şimdi ya Bush yönetiminin önde gelen simaları ya da en yakın danışmanları konumunda. Belki bir de şunu eklemeliyim: CIA’in eski kıdemli analistlerinden biri olan ve hâlen teşkilâtta bulunan meslekdaşları ile yakın temasını sürdüren Mel Goodman, daha geçen Ekim gibi çok erken bir tarihte bana Saddam Hüseyin’in silâhlarına ilişkin CIA değerlendirmesi üzerinde yönetimdeki siyasal kadroların nasıl “oynamalar yapıldığını” anlatıyordu.
Ben Amerika’ya bir köşe yazarı olmaya ya da Michael Frayn’in “Akıl Fikir Sahibi Adam Nasıl Biridir?” başlıklı o insanı gülmekten öldüren makalesinde makaraya aldığı o insanlardan biri olmak için gitmedim. Benim kendi düşüncelerimi, ister kelimelerle, ister resmederek, isterse müzikle benden çok daha iyi ifade edebilecek Amerikan sesleri var; bunların bazılarını hem değer verdiğim dostlar, hem de – çok daha önemlisi – kolay kolay kulak tıkanamayacak sesler olarak bu yazıda anıyorum.
New York’ta, dünyanın en büyük yazarlarından biri olan Susan Sontag’ın arkadaşı olma onuruna ve keyfine vardım. “İnsanların Amerika’ya atfettikleri bir yığın projeksiyon var,” diyor Sontag. “Ama, en çarpıcı projeksiyonlar, Amerika’nın tutarlılığına dair olanlar. Bak, Arnold Schwarzenegger Kaliforniya’nın yeni valisi olabilir; ama bu, Kaliforniya’nın hayat tarzının değişeceği anlamına gelir mi? Elbette gelmez. Her yer ton ve renklerini bireylerden alır. Schwarzenegger’in vali olması da Kaliforniya efsanesinde yeni bir çağa girilmesi demek olacaktır; Clinton’dan Bush’a geçiş Amerika efsanesinde nasıl yeni bir çağ idiyse, tıpkı öyle.”
“Bana kalırsa,” diye devam ediyor Sontag, “şimdi gördüğümüz, yani Bush yönetiminin izlediği siyasetin temsil ettiği şey, eski bir Amerikan geleneği: Ondokuzuncu yüzyılın ortalarından beri varlığını sürdüren emperyalist gelenek bu. Ama, önümüzde çok hareketli bir yolculuk var. Gerçekliğin birden insanın kucağına düşmek ve burnunun ortasına bir yumruk indirmek gibi bir huyu vardır. “İmparatorluk Lite” işi yürümeyebilir; acaba Amerikalılar ağır İmparatorluğa hazır mı?”
New York’ta – dünyanın en büyük belgesel fotoğrafçılarından biri olan – David Turnley’in arkadaşı olma onuruna ve keyfine vardım. “Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra,” diyor Turnley, “Amerika’nın artık dünyanın merkezinde olmadığı canalıcı bir dönem yaşandı,” “Amerika sahne kenarına doğru çekildi ve mesafeli, kayıtsız bir üstünlük duygusu edindi kendine. Böylece, benim yetiştiğim dönem – yani iyi Amerikalı olmanın Amerika’nın yaptığı herşeyi sorgulamak anlamına geldiği dönem – artık kapanmış oldu.”
“Ve böylece, biz de artık bütün dünyayı bir futbol maçı gibi gören bir Amerika’yla başbaşa kaldık: Maçta ya kazanırsın ya kaybedersin. Amerika her türlü nüans duygusunu yitirdi. Ve, Amerikalılar futbolda faul yapılmasından, arkadan sert girmelerden filân hiç hoşlanmazlar ama buna rağmen, biz şimdi dünyanın her yerinde faullü oynanmasını istiyor ve bunu teşvik ediyoruz. Öyle bir ülke haline geldik ki, Batı Şeria’da ya da Gazze Şeridi’nde bir mülteci kampında doğup büyümenin nasıl birşey olduğu hakkında en ufak fikrimiz yok... El Kaide’ciler gibi insanların – hemen söyleyeyim ki onlarla herhangi bir konuda görüş birliğim filân yok – evet bu insanların bizden neden bu kadar nefret ettikleri hakkında da en ufak fikrimiz yok.”
New York’ta John Cale’in arkadaşı olma onuruna ve keyfine vardım.Cale, gerek Velvet Underground grubuyla, gerekse ondan sonra büyük bir üretkenlikle ortaya koyduğu çalışmalarla dünyanın en büyük rock müzisyenlerinden biri olduğunu göstermiştir.
O da benim gibi Britanya’lı, Galler’den geliyor; ama, benim aksime asla memlekete dönmeyecek. Ne var ki, şöyle diyor: “Benim, Amerika’yla aşk maceram – ki müzikle aynı anda başlamıştı – hırp diye pike yaptı; Clear Channel radyolarının [Başkan Bush’un çok yakın bir arkadaşına ait yerel radyo istasyonları ağının] Dixie Chicks grubunu, Bush rejimine yönelttikleri eleştirel beyanı geri almaya zorladığını duyduğum anda Amerika aşkım da pike yaptı.
John Cale şunları da ekliyor sözlerine: “Şu son elektrik kesintisiyle birlikte, rejime duyulan güven de – zaten hiçbir zaman öyle âhım şâhım sayılmazdı ya – tepe üstü yere çakılıverdi. Tüm Amerika Birleşik Devletleri enerji sistemini oluşturan üç elektrik şebekesinden birinin sırf Teksas’a tahsis edilmiş olduğu kimin aklına gelirdi ki?!
“Bir zamanlar büyük olan bu ülkenin (ve ben de şimdi onun bir ürünüyüm) cömertliği, şimdi yükselen bir politik humma ile gitgide gölgeleniyor. Bu humma, 1960’larda Komünist Manifesto ile dalga geçmek için kullanılan bir parodiden türetilmişe benziyor: ‘Senin olan benimdir, benim olan da benimdir.’ Ben baktığımda Beyaz Saray’da bir ‘şehzade’ ve onun ardında dolanan bir takım güçlü gölgeler görüyorum; kaynakların yağmalanmasını bir hayat tarzı haline getirmiş kara gölgeler... Bu arada ben de Karl Rove’un her sabah kapımın altından odama püskürttüğü zehirli atmosferin içinde fokur fokur kaynayıp duracağım tabii. Bir iki şarkı yazarım, sesi sonuna kadar açarım, ölülerimi gömerim.” Böyle diyor John Cale.
Amerika iki yüzü olan İanus gibi bir ülke olmuştur daima: demokrasi düşünü kovalayan Tom Paine gibi insanların yaptığı bir devrimle kurulmuş, ama soykırım ve kölecilik üzerine inşa edilmiştir. Göçmen akınlarıyla zenginleşmiş, ama kudret ve servet tutkusuyla gözünü hırs bürümüştür. Belli bir zaman diliminde bu Amerikalardan hangisinin yükselişte olduğu, daima sorulan bir sorudur. Bana sorarsanız, Clinton döneminde o demokratik Amerika’nın bazı unsurları öne çıkmaktaydı. Ya da en azından şu söylenebilir: Şimdi uluslararası bir vatandaş olarak dünyadaki rolünü kendine yeniden biçen, Anayasası’na altın yaldızlı harflerle yerleştirdiği demokratik hakları insanların rızasıyla geri alan, erozyona uğratan bir ülkeye kıyasla Clinton Amerikası’nda bu ögeler daha öndeydi.
Benim terkettiğim ülke, geldiğim ülke değil. Kongre binasındaki kafeterya, mönüsündeki Fransız usulü kızarmış patatesleri “Özgürlük usulü kızarmış patates”lere çeviriyor. Öğrencilerden, Irak’ın işgaline karşı çıkan hocalarını gözlemeleri ve idareye ispiyonlamaları isteniyor. Mısır kökenli Amerikalı bir arkadaşımın yedi yaşındaki oğlu okulundan Bağdat’ta görev yapan askerlere gönderilecek bir mektubu imzalamayı reddettiği için, arkadaşımın kapısına polis dayandı.
Dolayısıyla, insanın Amerika’ya olan aşkı ve inancı, daima zıtlar arasındaki karşı-seslerin sınavından geçecektir – dünyanın geri kalan kısmında olduğu gibi. Amerika vizesi için müracaat kuyruklarının en uzun olanları, şaşmaz biçimde Amerikan bayrağının en çok yakıldığı ülkelerde görülür – Amerika’nın sağladığı özgürlüklerin genellikle en kıt olduğu ülkelerde. Ne var ki, George Bush Amerikası’na artık “cool” bir yer gözüyle bakılmadığını ileri sürmek hiç de çelişkili olmaz. Yani Amerika heyecanı sadece bende değil, bütün dünyada bitti aslında.
Amerika’nın dünyada nasıl algılandığını ölçmenin binbir yolu vardır ve hepsi de gayet karmaşıktır: Bunlardan biri, yeryüzü sokaklarında Amerikan karşıtlığının Irak savaşına kadar görece az olmasıydı. Amerikanın dünyadaki algılanışını ölçmede muhtemelen daha da öğretici olabilecek bir yöntem de, dünya pazarındaki en bir Amerikan markaların kaderine bakmak: Bu Ağustos’ta, Roper ASW danışmanlık şirketi tarafından yürütülen bir araştırma, tarihte ilk kez, Nike, Microsoft ve McDonald’s firmalarının denizaşırı satışlarında, sırasıyla % 14, % 18 ve % 21 oranlarında düşüş kaydedildiğini ortaya koydu.
Benim aşkımı değilse de inancımı son haftada bir son dakika golü olarak canlandıran tek şey, insanın kişisel ve siyasi havasını, moralini yükseltme konusunda uzmanlaşmış bir Amerikan esin perisi oldu. Bu canlandırma operasyonu ABD’de değil, doğduğum kasabanın yarım kilometre ötesinde, Londra’daki sıcak dalgasının içinden geçip Çoban Bush İmparatorluğu’nu boydan boya kateden bir kasırga biçiminde gerçekleşti: Kasırga Patti – nâm-ı diğer Patti Smith. En büyük kızım Elsa’nın dokuzuncu yaşgününü orada kutluyorduk. İki saattir ortalığı kasıp kavurmakta olan kasırga, Patti’nin kendi “milli” marşı ve aynı zamanda toplu duası olana geçmesiyle doruğa çıktı. Bunun hemen ardından da Patti, demokrasi ilkesini kafalara bir kez daha çakan, İmparatorluğun boyunduruğunu söküp atıveren o soylu belgeyi, Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’ni okumaya geçti: “Bu doğruların kendiliğinden apaçık olduğunu, tüm insanların eşit yaratılmış, Yaradanları tarafından doğuştan belirli Haklarla donatılmış olduğunu kabul ederiz ... Daima aynı Emelin peşinde koşan uzun bir suistimal ve gasplar dizisi, bu hakları mutlak bir Despotluğa indirgeme yönünde bir komplonun varlığını ortaya koyarsa, işte o zaman böyle bir yönetimi devirmek onların hakkı ve ödevidir...”
Tam o anda, metin bizi tuhaf bir yere doğru götürmeye başladı. Thomas Jefferson’un ithamnamesi Kral III George’u değil, onun yaşayan adaşını hedef almaya başlayıverdi: Amerika Birleşik Devletleri Başkanı’nın tarihi, art arda defalarca tekrarlanan haksızlıklar ve gasplar tarihidir...”
Daha sonra, kuliste, rock and roll’un şairesi, turne boyunca saçına taktığı siyah kurdeleyi Elsa’ya verdi. Patti Smith, kızıma verdiğin doğumgünü hediyeleri için teşekkür ederim sana: Kurdele için ve, daha da önemlisi, bir zamanlar âşık olduğum Amerika’dan bir anlık görüntüyü bize sunduğun için. Ve, hâlâ orada duran, hâlâ kıpır kıpır olan o Amerika’ya, hakettiği o sesi verdiğin için.
Bir an için New York’a dönersek: Orada Nevada Smith’in Yeri diye bir bar vardır; tüm hayatın futbol topu etrafında döndüğü. Kapıdan girdiğiniz anda hem mekânı, hem de ABD Doğu Saati ile Britanya saati arasındaki 5 saatlik farktan dolayı zamanı kaydıran bir tünele girmiş gibi olursunuz. Nevada’nın Yeri Cumartesi - Pazar sabahları tıklım tıklım doludur: İnsanlar takımlarının formalarına göre renk renk giyinmiş, ellerinde Arjantin’ler, televizyon ekranlarına çivilenmiş, İngiltere’nin yağmurlu öğle sonralarından gayet iyi bildiğimiz ve sevdiğimiz şarkıları avaz avaz söylemektedirler – tabii New York’un geri kalanı sabah kahvaltısı ile meşgulken olur bütün bunlar.
Sonuç şudur ki, daha varlıklı New Yorklular sokaklarda aptal küçük köpeklerini gezdirip bir yandan da ‘Benedict usulü yumurta mı yesem yoksa “günün spesiyalitesi”ni mi seçsem’ diye düşünüp dururlarken, birden çok acaip manzaralarla karşılaşıverirler. Meselâ, geçen sezon oynanan Worthington Kupası finalinden sonra olduğu gibi: Alışılmadık ölçüde yeis ve keder içinde sessiz sedasız yürüyen bir Mancunian (Manchester United) taraftar ordusu ile zevkten dörtköşe olmuş Scouser’lar (Liverpool Taraftarları) alayının böğüre böğüre sloganlar atarak Üçüncü Cadde’den bir nehir gibi akıp gitmesi gibi manzaralar... Öyle ki, küresel bir David Beckham olayı ile daha yeni yeni tanışan bir ulus, sabahın köründe şöyle bir nakaratla da tanışıverir: “Beckham, ey Beckham, saçını sıfıra vurdur, fâhişe karını da durdur!..”
Eh, pekâlâ!.. Becks şimdi İngiltere’yi terketti; bana gelince ... hımmm ... benim eve dönüş zamanım geldi anlaşılan.
Çeviren: Ömer Madra