Ekonomi Notları – 37
Ömer Madra: Bugünkü ekonomi konumuz ‘barış ekonomisi’.
Hasan Ersel: Programda yeterince savaştan söz ediliyor. Biz Türkiye ekonomisine savaştan gelen olumsuz bir etki olmadığı varsayımı altında bakacağız… Bu yaklaşıma "gerçek dışı" da diyebilirsin…Savaşın yaklaşmakta olduğuna ilişkin bu kadar haber yaptıktan sonra böyle düşünmekte de haklısın. Ama, anımsatayım… Türkiye ekonomisinden söz ederken daha önce de böyle yaptık. Vurgulamak istediğim nokta Türkiye’de kendi iç dinamiğimizden gelen çok ciddi sorunlar olduğu ve bunların savaştan gelecek olumsuzluklarla karıştırılmaması gereği… Onun için bu yolu izlemek istiyorum.
ÖM: Yani savaş etkisini tamamen dışarıda bırakarak?
HE: Evet. Savaş, mevcut durumu daha da bozar. Onu biliyoruz. “Bir savaş olacak da işler düzelecek” diye bir şey olmaz… Özellikle de savaşın olduğu yıl… O yüzden savaşı bir tarafa bırakalım, bizim kendi uygulamakta olduğumuz program, bu program çerçevesinden Uluslararası Para Fonu ile olan ilişkilerimize bakalım… Bu bağlamda çeşitli açıklamalar duyuyoruz. Bazı açıklamalar durup dururken savaşa gönderme yapıyor ve kafaların karışmasına yol açıyor. Oysa bu bağlamda doğru sorular şunlar: Biz uygulamakta olduğumız program bağlamında neredeyiz? Hangi sıkıntılarımız var? Bu durumda IMF ile olan ilişkilerimiz nasıl gidebilir? İki gündür gazetelerde 2003 yılı bütçesine ilişkin bilgiler yayınlanıyor. Biraz burada yer alan rakamlara bakalım. Ne diyor bu rakamlar? Bunu yaparken bir noktayı da aklımızdan çıkarmayalım. Türkiye'de kamu borçlanmasında reel, yani enflasyonun etkisi giderildikten sonraki, faiz % 30 dolaylarında. Bu çok yüksek…
ÖM: Bu müthiş yüksek.
Saf durumdan epeyi uzaklaşmışız
HE: Çok yüksek! Bir benzetme yapayım. İktisat kuramında büyüme modelleri vardır. Bunlarda incelenen saf bir durum var. Orada dengede reel faiz oranının ekonominin büyüme hızına eşit olması gerekiyor. Türkiye ekonomisi % 5-6 büyürken o saf durumda, reel faizin % 5-6 dolayında olması gerekiyor. Tabii bu gerçekte olabilecek bir durum değil ama… %30'un acaip bir rakam olduğunu da ortaya koymaya yetiyor sanırım. Zaten biraz hesap yaparsanız görürsünüz ki, başlangıç borç miktarı ne denli küçük olursa olsun, reel faiz oranı %30, ekonominin büyüme hızı % 5 olduğunda bir süre sonra borç yükü milli geliri aşar. [ÖRNEK: Başlangıç borç yükü 100, Milli Gelir 10000 olsun. Yani borcun milli gelire oranı %1 gibi çok düşük bir oran. Büyüme hızı % 5, rel faiz % 30 ise 21.6 yıl sonra borç + birikmiş faiz milli gelire eşit olur]
Tabii bu durumda “aman bu borçlar ödenemez hale gelecek” korkusu yaşanıyor. Toplumun her kesimi bu kaygıyı duyuyor. Bürokrasideki görevli arkadaşlar çok daha fazla duyuyor. Bunun günlük dildeki karşılığı “devlet iflâs eder mi?”dir.
Özetle, reel faizler %30 civarında devam ettiği bir ortamda “faizleri düşürdük” demek olanaklı değil. Faizler daha önce de belirttiğim gibi, Türkiye’deki “hükümetsizlik dönemi” bittiği için çok yüksek düzeylerden biraz aşağı indi ama hala reel faizler çok yüksek.
Bu çerçevede 2002 yılında borç durumumuz ne? Devletin 150 katrilyon TL iç borcu var. Gayri safi milli hasılamız (GSMH) da tahminen 290 katrilyon TL. O halde kamu iç borcunun GSMH’ya oranı yaklaşık %52. Bir de dış borcumuz var, kamunun dış borcu da aşağı yukarı 57 milyar dolar, dış borcun iç borçtan farkı faizi daha düşük ve vadesi daha uzun, ama var bu borç.
ÖM: 57 milyar dolar aşağı yukarı kaç katrilyon TL yapıyor?
HE: İşte 1.600.000 çarp! (91.2 katrilyon TL ediyor, GSMH’ya oranı % 31. Kamunun iç ve dış borcunun toplamının GSMH’a oranı % 83 ediyor)
Bir de mali piyasalarımız bizim pek gelişmiş değil… Bu kadar büyük bir borç faizleri artırıcı bir baskı yaratıyor. Ne demek istediğimi 2003 bütçesi rakamlarına gönderme yaparak açayım biraz. YPK’da ele alınan bütçe taslağında “gelecek yıl biz buna 65 katrilyon TL faiz ödeyeceğiz” deniliyor. Bütçede yer alan “diğer cari harcamalar” kalemine bakalım. Bunun yaklaşık %80'i, askeri harcamadır. Bu kalem sadece 9.4 katrilyon. Bunu beğenmediyseniz, personel giderlerine bakalım: 29.6 katrilyon TL…
Faiz giderleri… 65 katrilyon TL idi. Müthiş bir rakam…
Faiz harcamalarının ulaştığı bu büyüklük korkutucu, değil mi? Ortalıkta şaka edilecek edilecek bir durum var gibi görünmüyor. Altını çizmek gerek: Bütçe gelirlerinin %66’sı faiz ödemesine gitmek durumunda.
Bu durumda ne oluyor? Bütçe açığı aşağı yukarı 49.7 katrilyon TL dolayında. Bu rakamı gelecek yılın tahmini GSMH’sına (%5 büyüyecek, TÜFE enflasyonu %20 dolayında olacak diye tahmin ediliyor) oranladığınız zaman %14 çıkıyor. Yani Türkiye 2003 yılında GSMH’sının % 14’ü kadar bütçe açığı veriyor.
Bu yüksek bir açık. Anımsatayım, Maastricht kriterlerine göre Avrupa Birliği ülkeleri için bu oranın %3’ü geçmemesi isteniyordu. Bizimki %14…
Bir de faiz dışı fazla (yani bütçenin gelirleri ile faiz dışı harcamaları arasındaki fark) sorunumuz var. Gazetelerde yer alan bütçe rakamlarını alırsanız, bütçede yaratılan fazi dışı fazla 15.7 katrilyon TL, yani GSMH’nın % 4.4ü.
4 trilyonluk gariplik
Oysa tüm kamu kesimi için faiz dışı fazla hedefi GSMH’nın %6.5’u olacak diye bir hedef konmuştu. Bu durumda bunun %4.4’ünü konsolide bütçeden yarattığımıza göre %.2.1’i de diğer kamu kesiminden, yani KİT’ler, fonlar, belediyeler gibi yerlerden yaratılacak. Bu bana biraz zor geliyor.
Ama bu konuda bir de gariplik var. Gazetelerde bu bütçe rakamları veriliyor, en altında da diyor ki: “faiz dışı fazlanın miktarı 19.7 katrilyondur.” Halbuki verilen rakamları toplayıp çıkarırsanız faiz dışı fazla 15.7 katrilyon TL çıkıyor. Aradaki fark az değil 4 katrilyon TL. Gazetelerde yer almıyor ama Reuters bir haber geçti. Ona göre bir maliye bakanlığı yetkilisi demiş ki “Bu farkın nedeni bütçeye konulmasına karşın serbest bırakılmayacak olan ödeneklerdir.” Ben bunu anlamadım… Çünkü bütçeye ödenek konuldu ise ve bütçe Meclis tarafından kabul edilmişse harcama yetkisi alınmış demektir. Bu durumda benim gibi olaya bakan birisi bu paranın harcanacağını düşünür. Harcanmayacak para için ödenek alınır mı?
Ben bunu anlamadığım için de 2003 için bütçede faiz dışı fazla kaç TL diye sorarsanız 15.7 katrilyon derim. 19.7 katrilyon TL rakamını ciddiye almam. Öyle olunca da kamu kesiminin yaratacağı faiz dışı fazlanın hedeflenen büyüklüğe ulaşacağından kuşku duyarım. Kendimi de ona göre ayarlarım…
ÖM: Bu da 4 katrilyon değil mi?
HE: Evet. Bu açıklamada bir acaiplik var. Ama bu açıklamanın yapıldığı, haberlere geçtiği için üzerinde durma gereği duydum.
Yapı ve Kredi Bankası Kurumsal ve Ekonomik Araştırmalar Yönetiminde yaptığımız bütçe projeksiyonları ile bu bütçe rakamlarını karşılaştırdığımızda pek sürprizle karşılaşmadık. Özellikle bütçe gelirlerinde.
(İki kaleme ilişkin açıklama yapmam gerekiyor: Bunlardan ilki faiz harcamaları, YPK’ya sunulan bütçe taslağındaki rakam bizim projeksiyonumuzdan epeyce yüksek. Bunun nedeninin izleyemediğimiz piyasaya satılmayan devlet tahvillerinin faiz ödemeleriyle, erken itfadan kaynaklandığını düşünüyorum. Bir de personel harcamaları kalemi YPK’ya sunulan bütçede düşük. Kamu personeline ilişkin ciddi bazı kararlar alınıp uygulanmadıkça bu rakamın gerçekleşmesi bana pek olanaklı görünmüyor.)
Yani Türkiye’de bütçeyi tahmin etmek o kadar zor değil. Niçin? Çünkü hükümetin pek seçeneği yok. İktisat politikasının oynama alanı yok. O yüzden de “ben bu hizmeti götüreceğim, şu hizmeti götüreceğim, vs.” demenin pek anlamı yok. Nitekim, şimdi bazı yatırım projelerinin durdurulduğunu görüyoruz. Alınması gereken bir karardı. Kamu kaynaklarını sağa sola dağıtmanın alemi yok.
Bu yıl bütçenin hedeflere uygun hale getirilmesi ve hedeflerin tutturulması lazım. Bunun için belki başka harcamaların da kesilmesi gerekecek.
Bütün bunlardan sonra bir askeri harekât, kamu harcamalarını artırıcı etki yaratacağı için, işin daha da sıkılmasını gündeme getiriyor. Özetle rahat bir seneye girmiyoruz.
ÖM: Yani, savaşsız olarak düşünsek bile rahat bir seneye girmiyoruz?
HE: Evet onu söylüyorum, Saddam Hüseyin’in, çok kabahati vardır ama, ekonomimizin içinde bulunduğu bu durum onun marifeti değil. Bunu kabahatini onun üzerine yüklememek gerekir. Bu başka bir olay, bu bizim iç dinamiğimizden gelen, iç sorunlarımızdan kaynaklanan bir durum.
Bunu bizim alacağımız önlemlerle çözmemiz lazım. Bunun için olumlu bir çaba içinde olunmadığı takdirde IMF’nin yeniden şefkat göstermesi için de bir neden yok. Özetle ekonomideki olumsuzlukları Irak savaşına bağlama çabaları anlamlı değil. Böyle bir ilişki yok.
Bu sorunu çözmek için önlem alınır, gayret gösterilirse, bence IMF’nin de desteğini sürdürmesi gerekir. Ama bu tabii benim fikrim, IMF ne düşünür bilemem… Ama gayret gösterilmezse de IMF’nin destek vermemesi lazım. Çünkü bu durumda gidip başka kimseye bunu anlatamaz: “Türkiye gayret gösterse de göstermese de destek var, başka ülkelere gelince ancak ciddi olurlarsa destek var”. Bunu diyemez.
Reel faizler
ÖM: Reel faizlerin %30 civarında seyrettiği ve bunun çok yüksek olduğunu söyledik, birinci sorum ortalama nedir? Neye göre yüksek? Dünyada reel faiz seyri nasıl oluyor? İkinci sorum, bu reel faizler neden bu kadar yüksek seyrediyor? Bu piyasaların ya da yatırımcıların veya herhangi bir para sahibinin davranışı ile nasıl bir bağlantısı var?
HE: İlk soru için için bir hipotetik karşılaştırma yapmıştım. Dengeli büyüyen, belirsizliklerin olmadığı bir ekonomi olsaydı, bu ekonomide reel faiz büyüme hızına eşit olurdu, bu da reel faizin Türkiye’de %6-7 olması anlamına gelirdi. Gerçekte böyle olmuyor, ama bakıyoruz işlerini yoluna sokmakta olan bize benzer ülkelerde bu %10-15 arasına iniyor. Diğerlerinde çok daha düşük. Aslında %15 düşük bir faiz sayılmaz, gelişmiş ülkelerde böyle bir faiz pek yok. Ama Türkiye’de sözünü ettiğimiz reel faizin bu yarısı!
Bir düşünün, reel faizleri yarıya düşürsek 65 katrilyon nereye inerdi? O zaman bütçe ne kadar rahatlardı. O kaynaklar nasıl kullanılabilirdi?
ÖM: Bu belirsizlikten doğan çok önemli bir şey. Aslında son derece kritik bir döneme de girdiğimizi söyleyebiliriz.
HE: Yalnız bu ‘kritik’ sözünün de altını çizeyim. ‘Kritik’ durumda olmak ‘mahvolduk’ demek değil, arada büyük fark var. “Kritik” derken doğru işler yapıldığı zaman olumlu yöne gidilir, tersi yapılırsa olumsuz gelişmler olur denmek isteniyor. Yoksa “iş işten geçti, battık” denmiyor. İşte bu nedenle bütçenin ciddi bir biçimde yapılması ve uygulamanın da buna göre olması zorunlu. Hükümetin kendi siyasi programını bu sınır altında çizmesi gerekiyor. Elbette ki hükümet hizmet vermeye gelmiştir, bunun tersi olmaz ama o hizmeti vermenin zamanlanması son derece önemli…Ekonomiyi altüst etmemeye dikkat edilmesi gerekir. Onun için beklemeyi bilmek de gerekir. Hükümet, bu ara, bu işin ciddiyetinin biraz farkına varmış gibi görünüyor. İnşallah yanılmıyorumdur.
Tabii bütçe daha kesinleşmedi, daha tartışılıyor, belki son biçimine gelinceye kadar başka önlemler de alınır…Hükümet belki bir miktar daha bir şeyleri kısmak zorunda kalabilir…
ÖM: Dış dünyaya da bu savaş şartlarında daha dikkatli bakmak gerektiğini düşünerek, ‘şer mihveri’ oluşturduğu belirtilen İran üzerindeki ekonomik gözlemlerine birkaç dakika ayırmamız iyi olur.
HE: Bence bu bölgenin büyük ülkelerinin hepsine bakarsak iyi olur. Mısır’da da önemli gelişmeler oluyor. İnşallah yanılırım ama büyük bir soruna doğru gidiyorlar. Çünkü onlar da dün kuru serbest bıraktılar.
ÖM: Öyle mi? Bunu bilmiyordum.
İran'ın durumu
HE: İran’dan başlayalım. İran’la, komşumuz ve biraz da kapalı kutu gibi olduğu için ilgileniyorum. Bu ülkede olup bitenleri anlamak çok zor. Karmaşık bir siyasal sistemi var. Biz alıştığımız kendi siyasi sistemimizin nasıl çalıştığını çıkaramazken orada o kadar karışık bir siyasi sistemi anlamamız hiç söz konusu olamaz.
Dikkat çekmek istediğim birkaç nokta var: Örneğin İran 2001/2002 (onların kullandığı yıl miladi takvime tam denk düşmüyor) döneminde %4.8 büyümüş. İran bir önceki yıl % 5.7, ondan önceki yıl da %3.6 büyümüş. Yani büyüyen bir ekonomiden söz ediyoruz.
İran doğal kaynakları zengin bir ülke. Dünya petrol rezervinin %10’una sahip, dünyada Rusya’dan sonra en fazla gaz rezervi olan ülke. Yalnız bu gazı paraya dönüştürebilmek için nakledebilmek lazım, nakledebilmek için de belli iyi ilişkiler içerisinde bunun ucuz gidebileceği yollar olması gerek. Bu da İran’ın uluslararası ilişkilerinin düzelmesini gerektiriyor.
ÖM: Oysa müthiş de bir ambargo altında uzun süreden beri.
HE: Evet. Bu açıdan da ilginç gelişmeler var. Bir örnek vermek istiyorum. Gerçi kişisel merak alanım olan uçaklarla ilgili ama iktisadi anlamı var. 30 Ekim-3 Kasım 2002 arasında İran’ın Kiş adasında bir havacılık sergisi yapıldı. Burada İran kendi yaptığı uçakları sergiledi ve yapmayı planladığı uçaklarla ilgili bilgiler sundu. Bunların olağanüstü tasarımlar ya da benim gibi bu konuya biraz meraklı olan birisini şaşırtacak sürprizler olduğunu söylemeyeceğim. Sunulan jet eğitim uçağı ile modeli gösterilen jet av uçağı projeleri uzunca zamandır biliniyordu. Asıl önemli olan nokta ellerindeki Şah döneminden kalma eski uçakları nasıl modernize ettiklerini göstermeleri oldu. Bu İran’ın ambargoya rağmen ve ambargo yüzünden ithal ikamesi endüstrisini geliştirebildiği, bu teknolojik kapasiteye sahip olduğunu kanıtlıyordu. Yani işin askeri yönü o kadar önemli değil, ama teknolojide atılan adım önemli görünüyor.
Bu abartılacak bir durum mu? Yani İran sanayileşme yönünde büyük bir ilerleme kaydetmiş gibi mi görünüyor? Kanımca hayır. Çünkü bir de ekonomik yapı sorunu var. İran devlet müdahalesinin çok yoğun olduğu bir ülke. Kamu mülkiyeti yaygın, orada ‘bonyad’ denilen bir tür iktisadi devlet teşekkülleri var, sanayiyi onlar denetliyor. Ama etkin çalıştıkları kuşkulu. Üretimin kalitesinde sorun var. Örneğin İran bir otomobil yapıyormuş. Adı Kia ama bu arabanın yurt içi fiyatı örneğin Suriye’deki satış fiyatının iki katı imiş, üstelik de içe satılanların kalitesi bayağı kötü imiş. Özetle İran’ın ekonomik yapısı teknolojik olarak yapabildiklerini yapmamasına yol açıyor. İktisadi organizasyonda ciddi sorunlar var. İran petrol üretim kapasitesini çok daha fazla arttırabilir ama arttıramıyor. Yine benzer nedenlerle.
Ülke, geçmişte, nitelikli insan gücünde çok büyük kayba uğramış, yerine koymakta zorlanıyor ve sistem gayreti pek ödüllendirmiyor. İran, şu anda bir iktisadi sistem sorunu ile karşı karşıya. Bu reformcular ve tutucular çatışmasının tek boyutu değil ama önemli bir boyutu.
İran’da milli gelirin dramatik şekilde düşmesi geçmişte de siyasi çalkantılara yol açmış. Mesela 1970-74’lerde İran’ın milli geliri bugüne oranla epeyce yüksekmiş, fakat sonra Şahın devrilmesine yol açan süreçte büyük düşüş göstermiş. Ülkenin milli gelirini belirleyen neredeyse tek kalem var. O da petrol gelirleri. Petrol fiyatları düşünce ülkenin milli geliri de düşüyor. Benzer bir eğilim Irak’la olan savaş döneminde de görülüyor. Milli gelirde ciddi düşme var. Bu dönemde Ayetullah Humeyni’nin iktidarı söz konusu. Ekonomiye önem verilmiyor, ideolojik sorunlarla uğraşılıyor, dışarıda ülkenin belki de becerebileceğinin üstünde siyasi kampanyalara girişilerek vakit geçiriliyor. Sonuçta iktisadi durum giderek kötüleşiyor.
Son yıllarda iktisadi durumu düzeltmek, ekonominin gerek duyduğu kurumları oluşturmak konusunda ciddi gayretler olduğu anlaşılıyor. Örneğin özel bir bankanın açılmasına izin verildi. Üç tane daha açılacakmış. Ancak bu ilk bankanın açılması sürecini bir İran kökenli akademisyen arkadaşımdan dinlemiştim. Kuruluş aşamasında büyük bir belirsizlik vardı. Bankanın neyi yapıp neyi yapmayacağı, nasıl faaliyet göstereceğinin açıklığa kavuşması epeyce zaman almıştı. Öte yandan bazı iktisadi kurumlar da iyi çalışıyor. Örneğin İran Merkez Bankası’nın görevini başarılı bir biçimde yürüttüğü görülüyor. IMF’nin Eylül 2002 tarihli İran raporu, herşeyin harika olduğunu söylemiyor ama yapılanları takdirle karşılayan bir havada yazılmış. Sonuç olarak çelikili sinyaller veren bir iktisadi yapı var. Bir tarafta bir kurum iyi ve beklendiği gibi bir şeyler yaparken öbür tarafta onu engellemek için büyük vakit harcayan bir başkaları olabiliyor.
Peki İran bu noktada niçin önemli? Kısaca değineyim. Irak’la bir çatışma olduğunda ve sonrasında en çok etkilenebilecek ülkelerden birisi kesinlikle İran. Burada askeri boyuttan söz etmiyorum. İran kendisini askeri bir çatışmanın içinde bulmasa bile ekonomisinin dönüşümünü sağlayabilmesi, iktisat politikasını yürütebilmesi açısından bu gelişmelerden etkilenecek.
Üstelik İran dünya petrol üretiminde de etkili olabilecek bir kapasitesi var. İran 2001’de dünya petrol üretiminin %5’ini yapmış. En büyük üretici olan S.Arabistan’ın payı ise %11-12 dolaylarında (ABD’nin % 9.8 olduğunu ekleyeyim. Ama bu ülke net petrol alıcısı). Soru şu: İran ne yapacak petrol üretimini artıracak mı artırmayacak mı?
Irak'tan sonra sıradaki İran mı?
Tabii tüm bu gelişmeler sonucunda İran’ın siyasal açıdan istikrarsızlığa düşmesi olasılığı da akla geliyor. Bir komşumuzda (Irak) ciddi bir sorun var, bu sorun bir biçimde öbür komşumuza da sıçrarsa Türkiye’nin işi daha da zorlaşacaktır. Bu nedenle İran’ın bu durumuna yakından izlemek ve gelişmeleri çok dikkatli bir biçimde çözümlemek gerekiyor. İran’da tutucular ve reformcular arasındaki çekişme şu anda ülkeyi bir dengede tutuyor ama kırılgan bir denge bu. Ülkenin verdiği izlenim, her an kırılmanın gerçekleşebileceği ve bir tarafa sapma olacağı biçiminde. Biraz önce türkiye’de belirsizlikten söz ettik. İran bağlamında söz konusu olan belirsizlik Türkiye’ye oranla çok daha vahim görünüyor. Bu da ekonominin sağlıklı ve sürekli büyümesi için gerekli yatırımların yapılması, özel kesimden beklenen dinamizmin realize edilmesi umutlarının güçlenmesini engelliyor. İran’ın bir özelleştirme programı var doğrusu ama “özel kesimi özelleştirip özelleştirmeyeceği” belli değil…
Bir de, anladığım kadarıyla, İran’daki gelişme sürecinin toplumsal boyutu çok olumsuz gözüküyor. Kentlerde hava kirliliği, ormanların tahribi gibi sorunlar ciddi boyutlara ulaşmış. Öte yandan bir İran’lı akademisyenin çalışmasından anımsadığım kadarıyla, İran devrimi sonrasında refah dağılımında cidi bozulmalar olduğunu ortaya gösteriyordu. Sanırım gelir dağılımına ilişkin göstergeler de benzer sinyaller veriyor. Bütün bunlara bakınca, İran’ı toplumsal nedenlerle huzursuz bir komşu olarak görüyorum. Savaş olmasa da…
ÖM: Bir de tabii Ariel Şaron’un The Times gazetesine verdiği özel mülakatta da söylediği gibi “en büyük terör merkezi İran’dır ve Irak’tan sonraki kesin tek hedef İran’dır” dediğini de endişe ile hatırlıyorum.
HE: O konulara girmek istemiyorum, benim bilgi alanımı aşıyor. Ama amatörce ilgilendiğim bir boyutuna dayanarak İran’ın geçmişte bir silahlanma programı olduğunu biliyorum. Bu programdan doğan bir kaygı var. Amerika’nın yaptığı “şer mihveri” tanımlamasında yer alan üç ülkeden ikisi (Irak ve İran) komşumuz. (Ötekisi Kuzey Kore)
Böyle olunca doğrusu insanın aklına gelmiyor değil: Olaylar gerçekten Ariel Şaron’un söylediği yönde gelişirse biz sürekli askerdeyiz… Bu üzerinde ciddi bir biçimde durulması, enine boyuna düşünülmesi gereken bir sorun.
Ben de komşumuz İran’ın ekonomik durumunu ele alalım derken bu tür riskleri düşünmemiz gerektiği fikrinden hareket etmiştim. Öyle görülüyor ki, bizim için daha riskli bir dünyaya doğru gidiyoruz. O halde “kendi iç sorunlarımızı çözme yönünde daha ciddi olmalıyız” Bu sadece hükümetin sorunu da değil. Tabii hükümet bu çizgide değilse çok kötü. Ama hükümetin bu çizgiye gelmesi yetmez. Herkesin kendine göre yapabileceği ve yapması gereken bir şeyler var.
ÖM: Her söylediğinle biraz daha batıyoruz, tamam kapatalım artık!
(30 Ocak 2003 tarihinde Açık Radyo’da yayınlanmıştır.)