24 Nisan 2013Taraf Gazetesi
Geçen hafta, Âkil İnsanlar Heyeti Marmara Grubu üyeleri olarak, Cumartesi Anneleri diye bilinen kayıp yakınlarını 421. kez oturdukları meydanda ziyaret ettik. Ardından kendileriyle uzunca sohbet fırsatı bulduk.
“Kayıplar sorunu”yla yıllardır ilgilenen ve uğraşan biri olarak, hikâyelerine de taleplerine de vâkıfım. Büyük kısmı, yakınlarını devletin 90’lı yıllarda uyguladığı “kirli savaş” yöntemlerinin bir sonucu olarak “kaybetmiş”. Ortak talepleri ise, yakınlarının akıbetini bilmek, yani hakikati öğrenmek ve tabii onlara “kavuşmak”. Çoğu bu kavuşmanın ne demek olduğunu biliyor. Bunca yıldır “kayıp olan” canlarının artık canlı olmadığını kabullenmiş gibiler, çaresiz. Kavuşmak onlar için, hiç olmazsa kemikler ve bir mezar.
Sohbet sırasında, “barışa evet” diye başlayıp, “ama...” diye devam ettiler çoğu. Lakin bu “ama”, haklı bir beklentiye işaret ediyor: “Barış süreci”nin, savaş dolayısıyla açılan yaraları saracak yöntemlerle tamamlanması, desteklenmesi...
“Barış, ama...” kalıbını, bu aralar çok sık duyuyoruz. Fakat çoğu durumda, o “ama...” buradaki gibi yapıcı, onarıcı, yol açıcı nitelikte olmuyor maalesef. Mesela aynı günün akşamında Divriği Kültür Derneği’nde yaptığımız toplantıda, neredeyse her konuşmacının dilinden dökülen “ama”ların çoğu, “savaşa devam”dan başka bir kapıya çıkmıyordu maalesef. İşin hazin yanı, bu şekilde konuşanların büyük bölümünün bunun farkında bile olmaması.
Derneğin toplantı salonunda, oturduğumuz masanın tam karşısındaki duvarda birkaç portre asılıydı. Bakışlarım hemen Hasan Hüseyin’e takıldı kaldı. Konuşmamda, onun en sevdiğim şiirlerinden olan “Kandan kına yakılır mı”nın ilk dizelerini okudum.
Bu toplantıda ve benzer yerlerde karşılaştığımız “ama”ların biraz da barış kavramını tanımamaktan kaynaklandığını sanıyorum. Bu nedenle bugünkü yazıyı da, bilmem kaçıncı kez tekrar olma pahasına, yine bu meseleye tahsis etmek istiyorum. Yeni bir şey yazacak değilim. Bundan yedi yıl önce, tam olarak 30 Haziran 2006’da Birgün Kitap Eki için kaleme aldığım (ve Birikim’in internet sitesinde de yayınlanan) yazıyı, biraz kısaltarak aktarmakla yetiniyorum. O yazının başlığında da Hasan Hüseyin’in sözleri vardı:
* * *
“Barış”ın Türkiye’de sevilen ve itibar edilen bir sözcük olduğunu söylemek herhalde kolay değil; içselleştirilen bir değer olduğunu söylemek daha da zor; yaşanan bir durum, bir gerçeklik olduğunu söylemek ise büsbütün imkânsız. Ayrıca “barış”ın anlamı konusunda da ciddi bir müphemlik var. Nedir gerçekten barış?“Barış”ın Türkiye’de sevilen ve itibar edilen bir sözcük olduğunu söylemek herhalde kolay değil; içselleştirilen bir değer olduğunu söylemek daha da zor; yaşanan bir durum, bir gerçeklik olduğunu söylemek ise büsbütün imkânsız. Ayrıca “barış”ın anlamı konusunda da ciddi bir müphemlik var. Nedir gerçekten barış? “Barış” kavramı, geleneksel barış araştırmaları ekolünde uzun yıllar uluslararası ya da devletlerarası ilişkiler çerçevesinde ele alındı ve “savaş”ın karşıtı olarak kullanıldı. 1960’ların ortalarından itibaren gelişmeye başlayan ve “eleştirel barış araştırmaları” olarak adlandırılan akım, bu dar kapsamlı “barış” kavramı yerine, iç çatışmaları da kapsayan yeni kavramlar geliştirdi. Barışın toplumsal (iç) boyutunu da tahlillere dâhil eden bu kavramsallaştırmalardan biri “negatif barış-pozitif barış” ayrımıdır. Burada “barış”ın karşıt kavramı artık sadece “savaş” değil, bütün tezahürleriyle “şiddet”in kendisidir. “Negatif barış”la kastedilen, “savaşın veya örgütlü fiziksel şiddetin diğer biçimlerinin yokluğu”dur. Çatışmaları yaratan nedenlerin değil, sadece çatışmaların ortadan kalktığı bir durumu ifade eden “negatif barış”, doğası gereği kırılgan ve riskli bir yapıya sahiptir. Sadece fiziksel değil yapısal şiddetin de tasfiye edildiği ve en genel tabirle “adalet”in tesis edildiği bir durum olarak tanımlanan “pozitif barış”a geçişi sağlayacak düzenlemeler yapılmadıkça, çatışmaların yeniden canlanması ihtimali ciddi bir tehdit ve yıkıcı bir tehlike olarak varlığını korur. Bu çalışmaların öncülüğünü yapan, barış araştırmaları alanının en önemli isimlerinden Norveçli bilim adamı Johan Galtung, şiddetin birbiriyle ilişkili, birbirine bağlı/bağımlı üç türü olduğunu belirtir: Doğrudan şiddet, kültürel şiddet ve yapısal şiddet. “Doğrudan şiddet”, belli bir özne tarafından icra edilen fiziksel şiddet olarak; “kültürel şiddet”, doğrudan veya yapısal şiddeti meşrulaştırma işlevi gören kültürel özellikler olarak açıklanır. “Yapısal şiddet” ise, temel insani ihtiyaçların, potansiyel olarak mümkün olanın altında bir düzeyde karşılanmasına yol açan önlenebilir bir ihlal olarak tanımlanır. “Pozitif barış” kavramı da, “mevcut olan” (somut) ile “mümkün olan” (potansiyel) arasındaki mesafeye vurgu yapan geniş kapsamlı şiddet tahlili çerçevesinde daha belirgin bir anlama kavuşur. Buna göre “pozitif barış”, yaygın örgütlü şiddete yol açan sebepleri ortadan kaldırma ve “yapısal şiddet”e son verme hedefiyle var olur. “Mevcut olan” ile “mümkün olan” arasındaki mesafe büyüdükçe yapısal şiddet artar, pozitif barıştan uzaklaşılır. Bu yaklaşımda pozitif barış, bir “durum”dan ziyade, bir “süreç; yani “somut” ile “potansiyel” arasındaki mesafeyi azaltan eylem ve tutumların diyalektik birliği olarak görülür. Galtung, “şiddet üçgeni” adını verdiği bu yapının herhangi bir köşesinde tezahür eden şiddetin, diğer köşelere sıçramakta gecikmeyeceğini ve diğer şiddet biçimlerini harekete geçireceğini belirtir. Örneğin “doğrudan şiddet”, daha önce oluşmuş “kültürel şiddet”in etkisiyle ortaya çıkabileceği gibi, aynı zamanda “kültürel şiddet”i de besler. İşte “pozitif barış”, şiddetin bütün bu tezahürlerini ortadan kaldırmaya yönelik bitimsiz bir diyalektik süreç, nihai hedef olarak alındığında ise bir bakıma bir ütopyadır. “Pozitif barış”ı nihai bir hedef olmaktan ziyade, bir süreç olarak kavradığımızda, “negatif barış”ın bile bu ütopyanın unsurlarıyla desteklenmedikçe varlığını sürdüremeyeceğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Bu unsurları, kabaca şöyle sıralayabiliriz: Toplumsal çatışmaları çözmeye yönelik kurum, norm ve usullerin yerleştirilmesi, Demokratik katılım kanallarının güçlendirilip genişletilmesi, Toplumsal adaleti gerçekleştirmeye yönelik düzenlemelerin yapılması, Hukuk devletinin temel ilkelerine uyulması, Barış değerlerini referans alan toplumsal mutabakat kültürüne uygun dilin kurulması.Daha da uzatılması mümkün olan bu listede yer alan unsurların yaşama geçirilmesinde öncelikli rolün ve sorumluluğun devlete düştüğü genel olarak kabul edilir. Ancak bundan, “barış”ın münhasıran devletsel tasarruflarla gerçekleştirilebilecek bir durum olduğu sonucunu çıkarmak kesin bir yanılgıdır.Uzun süreli iç çatışmalar, toplumda aşırı bir kutuplaşmaya; yoğun duygusallıkla yüklü bir ortama ve yaygın şiddet eğilimine yol açarlar. Toplumun çeşitli kesimleri arasındaki iletişimin büyük ölçüde tahrip olduğu, hatta iletişim kanallarının tamamen tıkandığı bu gibi durumlarda, çatışmaların “dikey” olmaktan çıkıp “yatay”laşması ihtimali de yükselir. Bu ihtimal, beklenmedik bir zamanda büyük patlamalarla fiiliyata dönüşebilir. Aşırı kutuplaşma, giderek “toplumun parçalanması”; iletişimsizlik ise “toplumsalın çöküşü” olarak yorumlayabileceğimiz bir tablo yaratır. Bu ortamda, sadece “barış” gibi sözcükler değil, bizatihi “söz”ün kendisi anlamını hızla yitirecektir. Öyleyse “barış”ı, çatışmaların son bulması talebini içeren bir slogan olmaktan ziyade, kapsamlı bir toplumsal tasavvurun anahtarı olarak kavramamız gerekir. Tekrar vurgulayalım ki, Türkiye’nin sorunu sadece çatışmaları sona erdirmek ve çatışmasızlığı sürdürecek tedbirleri almak değildir. Türkiye, yeniden toplum olma ve toplumsalı inşa etme sorunuyla karşı karşıyadır. Sorun, basitçe “iki taraf” kurgusuna dayanan yaklaşımlara ve “taraflar”a havale edilemez; bu konuda toplumun bütün kesimlerine önemli görevler düşüyor...