1 Eylül 2006Radikal Gazetesi
Lübnan krizi başladığından beri, neredeyse, ya da 'barış gücü' konusu yeni koşullarda açıldığından beri, Lübnan'a asker göndermeli miyiz, göndermemeli miyiz, büyük bir tartışma konusu haline geldi. Bu tartışmanın hararetine ve gerilimine bakarak, bilmediğim ve anlamadığım bazı noktalar mı var, diye düşünüyordum. Özellikle iki alanda: Birincisi, bu bölgede olayların durulmayacağı, barış gücünün barış gücü gibi kalamayacağı, olayların içine çekilerek zayiat vereceği mi düşünülüyor, bu mu kaygı? Ya da, ikincisi, gidecek Türk barış gücünün bu bölgenin beşerî coğrafyası gereği, birtakım ideolojik seçimlere göre davranmasından, daha açık söylenecek olursa, bir 'Müslüman kayırması' yapmasından mı korkuluyor. Yani, 'Gitmemeli' diyenler, bunu niçin bu kadar kesinlikle ve ısrarla söylüyor? Ama 'uluslararası barış gücü' dediğimiz şeyi oluşturan parçaların o uluslararası iradeden ayrı bir iradeyle davranması mümkün mü? Bosna'da Tuzla'ya gittiğim zaman Türkiye'den gitmiş barış gücünü görmüştüm. Yanılmıyorsam Zenica'da bulunuyorlardı, ama Split'teki yerlerini görmüş, komutanlarıyla tanışmıştım. Böyle bir yerde ve böyle koşullarda nasıl davranmak gerekiyorsa öyle davranıyorlardı. Bu, yalnız benim kişisel izlenimim değil, herkes de böyle düşünüyordu. Bosna faciasında en ağır acıyı çekenler Müslüman Boşnaklar oldu. Türk barış gücünün Müslüman askerleri rastladıkları Boşnaklara iyi davrandı, yardımcı oldu. Ama 'Boşnaklar'ı kurtarmak üzere' oraya gitmiş gibi bir tavır da benimsemedi. Onlarda yoğun olan Katolik Hırvatların da Türk barış gücü hakkında olumsuz bir şey söylediğinden, bir şikâyette bulunduğundan hiç haberim olmadı. Bildiğim kadarıyla, başka yerlerde de böyle olmuş, böyle davranmışlardır. Nesnellik, tarafsızlık içinde kalmışlardır. Lübnan'a gidecek olurlarsa, orada da aynı davranışı göstereceklerdir. Bosna-Hersek'e son, oldukça yeni gidişimde, Mostar'da, Katoliklerin oturduğu nehir kıyısında herhangi bir akılcı açıklaması olmayacak boyda bir haç görmüştüm. Bu, inanan birinin inancının simgesine saygı göstermesi veya onun varlığından bir huzur duygusu almasıyla filan kabil-i telif bir şey değildi. Düpedüz saldırgandı. "Peki, o kıyıdaki barış gücü nereden?" diye sorduğumda "İspanya'dan" cevabını almıştım. Helal olsun size, İspanyol askerleri! O haç orada durdukça sizin de yüreğiniz yağ bağlıyor anlaşılan! İşte, ideal 'barış gücü'. Türkiye'den gidecek birliğin böyle davranmayacağına güveniyorum. Bunu, daha önceki örneklere bakarak söylüyorum. Asker göndermek gerektiğini söyleyenler, 'Ortadoğu'da ağırlığımız olduğunu göstermek için' tarzı cümlelerle açıklanan amaçlardan söz ediyorlar. Bunu da çok anladığımı veya benimsediğimi söyleyemeyeceğim, Cumhurbaşkanı Sezer gibi "Onların işinden, sorunundan bize ne?" tarzıdan konuşmayı da. Dünyanın bir yerinde insanlar çeşitli nedenlerle dara girmiş, girdikleri yerden kendi başlarına çıkmayı beceremiyorlarsa, kendi dışlarında tarafsız birinin gelip bu işi yapmalarına yardım etmesini bekliyorlarsa, bugünün dünyasında ahlak ve insanlık bu yardımı vermeyi gerektirir. Yarın biz dahil herkes de gene böyle bir yardıma ihtiyaç duyabileceğine göre, bu ahlakı geliştirmeliyiz. 'Bana ne, boğulsun gitsin' tavrını ahlaklı bulmuyorum, ama böyle bir durumda 'bölgedeki gücümü' göstermeliyim diyerek yardıma gitmeyi de hiç anlayamıyorum. Yapabileceğim bir şey olduğuna inanıyorsam, bir işin düzelmesinde benim de tuzum bulunsun istiyorsam ve en önemlisi, bu yardımı isteyenlerin beni de orada beklediğini görüyorsam, evet, giderim tabii. 'Uluslararası topluluğun, yerel bir sorunun çözümüne katkı veren herhangi bir üyesi' gibi. Ama ille ben gideceğim diye kimseyi itip kakmam, kimsenin ayağına basmam, kimsenin önüne geçmeye de çalışmam. Böyle olunca, çevremde birileri, birçokları, hangi motivasyon, hangi beklentilerle tavır alıyor, anlamakta güçlük çekiyorum.