Avrupa Birliği'nin Dünyadaki Rolü

-
Aa
+
a
a
a

Ömer Madra: Bugün Avrupa Birliği üzerinde duracağız, ama Türkiye ile tam üyelik müzakerelerinin açılması açısından değil de, dünya dengeleri açısından Avrupa Birliği nerede duruyor diye konuşacağız.

 

Çağlar Keyder: Avrupa Birliği'nin nereye doğru gittiği ve de özellikle de dünyadaki hegemonya durumuyla ilişkisinin ne olduğu üzerine biraz spekülatif konuşmak istiyorum bugün. Guardian gazetesinde Avrupa'nın çok önemli iki sosyologunun müşterek yazdıkları bir yazı vardı; Alman sosyolog Ulrich Beck ve İngiliz –daha önce Tony Blair'in de danışmanı olan- Anthony Giddens, beraber yazmışlar, Avrupa Birliği'nin ne kadar başarılı bir siyasi form olduğunu söylüyorlar. Diyorlar ki; "Biz Avrupa Birliği'ne hep bildiğimiz kalıplar çerçevesinde bakmaya çalışıyoruz, mesela kendisini hâlâ doğru dürüst bir federal devlet haline dönüştüremedi diye hor görüyoruz veya Amerikan hegemonyasına karşı dayanamıyor diye aşağı görüyoruz. Aslında şunu bilmeliyiz ki, Avrupa Birliği çok yeni bir olay. Ve bu yeni olayı bir anlamda bir evrensel siyasa ortaya çıkarma şekli olarak görelim; çünkü bütün etrafındaki devletleri, etrafındaki toplumları çok güçlü ve başarılı bir şekilde dönüştürüyor. Etkileri Türkiye'ye, Ukrayna'ya kadar uzanıyor. Doğu Avrupa'yı tamamen dönüştürdü. Bu nedenle de bir medeniyet projesi olarak çok çok başarılı." diyorlar.

 

ÖM: Hatta faşist diktatörlük olan ülkeleri de dönüştürmekte çok büyük başarı kazandığını da söylüyorlar.

 

ÇK: Tabii özellikle Doğu Avrupa'yı düşünürsek; 1990 öncesi rejimle ilgili ne düşünürsek düşünelim, o yıkıldı, ve ondan sonra muazzam hızla yeni bir istikrar ortaya çıktı. Balkanlar keza. Avrupa Birliği'nin cazibesi olmasa, Balkanlar'ın bu kadar kısa bir zamanda bu şekilde bir istikrara kavuşması ve hattâ neredeyse liberal demokrasi içinde bir istikrara kavuşması hiç kolay olmazdı. Ve aynı şeyi tabii ki Türkiye için de görüyoruz. Söylenildiği gibi muazzam bir çıpa unsuru, teşkil ediyor Avrupa Birliği'nin olması. Bu bağlamda nasıl bakılabilir bu siyasal forma? Belki Avrupa'ya iyi niyetli bir imparatorluk gibi bakabiliriz. Çünkü, imparatorlukların en önemli özelliği, nerede bitecekleri belli değildir. Belli bir kültürel birlikteliğe dayanmadığı için bir imparatorluk çeşitli, farklı toplumları içine katabilir. Çünkü sonuçta istediği illa bir birliktelik, bir kültürel dil ya da din bakımından benzerlik, veyahut da böyle muazzam bir heyecanla bir milliyetçilik kutsanması değildir. Sonunda bir şekilsel çerçeve oluşturur imparatorluk. İşte Roma İmparatorluğu'nda olduğu gibi, hukuk getirir, yolları getirir vesaire. Ama toplumları içinden kültürel olarak dönüştürmek diye bir problemi yoktur. Şimdi aynı şeyi Avrupa Birliği için düşünün. Yani kendi çerçevesini, kendi siyasi ve de nispeten gevşek olan bir hukuk çerçevesini, politika çerçevesini sürekli yayarak, ve de sınırındaki toplumları kendi isteklerine bağlı olarak, yani bir savaş sonucu filan değil, kendi isteklerine bağlı olarak içine katıyor.  Bu hakikaten dünya tarihinde çok büyük bir yenilik ve bence önemli bir gelişme. Bu nedenle de, Giddens'le Beck'in söylediği şey ikna edici. "Federasyondu, konfederasyondu gibi şeylere takılmayın, bunu bir dönüştürme projesi olarak düşünün. O zaman tabii çok başarılı olduğunu teslim etmemiz gerekir" diyorlar.

 

Şimdi buradan çıkarak farklı bir noktaya gelmek istiyorum. Bu, on yıl önce özellikle çok konuşulan bir şeydi; bir hegemonya sorunu vardı dünyada. "Amerikan hegemonyası zayıflıyor, şimdi bu çerçevede ne olacak? Acaba Çin mi yükseliyor, yoksa Avrupa Birliği'nin yeni bir odak olarak Amerika'ya rekabet oluşturması söz konusu olabilir mi", diye. Şimdi Avrupa Birliği'nin bu sözünü ettiğimiz kompozisyonunda, sözünü ettiğim niteliğinde, mütecânis bir topluluk olarak, yani kendi iradesi olan, dolayısıyla da bir hegemonya bağlamında kendi iradesini kurumlaştıracak ve de dünyayı yönetecek bir şekilde somutlaştıracak bir durumu olamayacak. Yani eğer Avrupa Birliği hakikaten kültürel bazda, kendi içinde çok mütecânis kalabilseydi, o zaman belki ona bir, federal devlet olarak bakabilirdik. Ve o zaman hakikaten bu hegemonya bağlamında da bir şansı olabilirdi. Ama şu anda, Avrupa Birliği'nin kendi içindeki karmaşıklık ve kendi içinde bu kültürel birlikteliği sağlama zorluğu ve birbirine en yakın olabilen devletlerin dahi çok farklı tutumlarının olması; bu hegemonik rekabet bağlamında Avrupa Birliği'nin fazla şansı olmadığını ortaya çıkarıyor bence.

 

Yani Avrupa Birliği ya şöyle gidecek ya böyle gidecek diye düşünüyorduk. Yani ya kültürel birliktelik, mesela Giscard d'Estaing'in  istediği tür bir kültürel birliktelik, veyahut da Papa'nın istediği tür bir kültürel birliktelik. Bu pek olmayacağa benziyor. Şimdi Türkiye'nin adaylığı ile bu bir kere daha tescil edilmiş oldu. Bu kültürel birliktelik bağlamında düşünmemek lazım Avrupa Birliği'ni, daha çok bir kozmopolit medeniyet projesi gibi düşünmek lazım. O zaman da, hegemonya rekabeti bağlamında Amerika'yla aşık atması çok zor tabii ki. Yani Amerika çok daha mütecânis bir ülke, çok daha fazla askeri gücünü mobilize edebilecek bir devlet halinde ortaya çıkıyor. Ve de kendi içinde, kendi birlikteliğini sürekli milliyetçi ve dinî ritüeller bağlamında pekiştiren bir toplum. Şimdi böyle bir durumda dolayısıyla o eskiden düşündüğümüz "acaba Avrupa Birliği bir hegemonya alternatifi oluşturuyor mu, oluşturabilir mi?" sorusu biraz marjinde kalıyor; yani olacak iş değil gibi gözüküyor.

 

Peki bu bağlamda ne diyebiliriz o halde? Ne gibi bir proje söz konusu hegemonik mücadele açısından? Ona cevap vermek için de biraz Amerika'ya bakalım. Son dört beş yıldır sürekli Irak konuşuyoruz. Ve Irak konuştuğumuzda da ilk başta 2002 yılından itibaren fark ettik ki, Washington'da bayağı bir darbe olmuş ve bu neo-con dediğimiz muhafazakârlar iktidarı ele geçirmişler. Ve onların itmesiyle, onların istekleri çerçevesinde bu Irak olayı ortaya çıktı. "Biz her şeyi tek başımıza yapalım, dünyayı karşımıza alalım, onlara gücümüzü gösterelim", diye işe giriştiler. Sürekli "kimsenin bizi sevmesi gerekmez, yumuşak güce filan fazla ihtiyacımız yok, bizden korksunlar, bu kâfi olur" diyorlardı.

 

Sonunda bu tutumu ve Irak macerasını eleştirenlerin söylediği doğru çıktı. Sonunda bu "tek başımıza her şeyi yaparız" lafının geçersiz olduğu, bunu yapamayacakları belli oldu. Hem de altı defalarca çizilmiş bir şekilde belli oldu. Çünkü bir yandan bir askeri yenilgi söz konusu. Hiç olmazsa bir askeri zaferin oluşmayacağı ortada. Bir yandan da Amerika herkesin söylediği gibi çok süratli bir şekilde yumuşak gücünü kaybetti. Yani ikna kabiliyetini kaybetti. Zorbalık gücünü kullanabiliyor belki, askeri gücü, ama ikna gücü çok çok zayıflamış durumda. Şimdi bu tespitten sonra bu zayıflamanın sonucu ne oluyor Amerikan bağlamında ona bakabiliriz. Benim gördüğüm kadarıyla, bu Washington'daki darbe artık bitmiş durumda. Yani neo-con'lar, bu yeni muhafazakârlar güçlerini epeyce kaybettiler. Şahıs olarak zaten birçoğu idari makamlarından ayrıldılar. Mesela Wolfowitz gibi. Peki bunlara alternatif ne?  Colin Powell bunlara karşı olarak gözüküyordu, Dışişleri Bakanlığı'nın farklı bir görüşü vardı bu konularda. Simdi Colin Powell gitti, fakat Colin Powell gitmesine rağmen o zaman Powell'ın temsil ettiğini söylediğimiz, yahut söylenilen, tutum şu anda daha başat. Yani bir şekilde bu neo-con'ların projesi bitmiş durumda. Nedir Amerika'nın durumu? Hem Irak'ta kaybetmiş durumda, hem yumuşak gücünü, ikna kabiliyetini kaybetmiş durumda; kendisine yakın devletlerle beraber çalışmak mecburiyetinde olmasına rağmen ikna kapasitesini şimdi nasıl yeniden kazanacak, gibi bir sorunla karşı karşıya.

 

Şimdi, hegemonya meselesine  geri dönelim. Hakikaten dünyanın bu globalleşme düzeyinde hegemonyaya ihtiyacı var. Yani şu anlamda ihtiyacı var; gerçekten kurumların sürdürülmesi gerekiyor, kuralların yapılması gerekiyor, yani dünyanın nasıl işleyeceğinin bir kaideye bağlanması gerekiyor. Aksi takdirde durum kaotik bir hal alacak, şu ana kadar ortaya çıkmış bütün bu birliktelik, bütün bu networkler, bütün bu insanların dünyanın her yerinde birbirlerine bağımlı olmaları, ekonomi açısından, kültür açısından, siyasa açısından; bunların hepsini birden feda etmek gerekecek.

 

Dolayısıyla bir hegemonyanın bir şekilde sürmesi lazım. Peki şu andaki duruma alternatif ne olabilir? İnsanlar Asya'nın yükselmesinden bahsediyorlar, ama bu çok imkânsız bir şey. Çin zaten binlerce yıl tamamen kendine donuk yasamış, etrafındaki devletlere dahi bir kültürel ideolojik hegemonya kurmamış. Çok fazla içine kapanık. Ayrıca dil bakımından, kültür bakımından öyle dışarıya yayılmacı bir boyutu da yok. Ve de Çin'in herhangi bir şekilde bir yumuşak güç kullanması, bırakalım askeri gücü, önümüzdeki elli, yüz yıl içinde dahi söz konusu değil gibi gözüküyor. Dolayısıyla, şu anda hiç olmazsa görülebilir gelecekle ilişkili olarak Batı'nın kuralları koymaya devam edeceğini söyleyebiliriz. Amerika eğer bu kadar kötü durumda ise, o zaman bunun tek alternatifi kalıyor; Amerika'nın bir şekilde Avrupa'yı yedeğine alarak, veyahut da Avrupa'yla çok daha iç içe girerek bir hegemonya alternatifini, yani hegemonya yaklaşımını benimsemesi. Burada da tabii tahmin edebileceğimiz gibi Avrupa'nın yumuşak gücünü, yani ikna kapasitesini, o medeniyet projesini Amerika'nın bir anlamda benimsemesi veyahut da onun iyi işlemesini sağlaması söz konusu. Tahmin edebileceğimiz gibi burada İngiltere'nin rolü çok çok önemli. Yani Amerika açısından İngiltere olmazsa olmaz bir faktör, çünkü ikisi arasındaki arabulucu bir anlamda. Tony Blair'e çok kızıyoruz, belki en kızdığımız politikacı, fakat Tony Blair'in son beş yıldaki performansını, eğer hakikaten proje bu benim şimdi anlatmaya çalıştığım ise, doğrusu tebrik etmemiz gerekiyor; yani, çok önemli bir projenin içinde rolünü çok iyi oynadı. Önemli bir arabuluculuk, önemli bir aracılık rolünü üstlenmiş durumda Tony Blair. Ve de sonunda İngiltere'nin arabuluculuğu olmasaydı, çok zor olacaktı bu Türkiye'nin aday ülke olarak kabul edilmesi de.

 

Eğer bu hegemonya projesinin, ya da bu sözünü ettiğim tahayyülün bir gerçekliği varsa, eğer Amerika'nın Avrupa'yı yedeğine aldığı, ve Avrupa'nın yumuşak gücünü, ikna kapasitesini ve bu medeniyet projesinin cazibesini göz önüne alan bir "yeni dünya" senaryosu düşünülüyorsa Washington tarafından; bu olup biteni bunun içinde yorumlamak bence doğru olur.

 

Prestiji çok yüksek olan bir Avrupa Birliği'nden, etrafındaki ülkeleri, Doğu Avrupa'da olsun, Ortadoğu'da olsun, Kuzey Afrika'da olsun dönüştürme kapasitesine sahip bir Avrupa Birliği'nden; ayrıca Latin Amerika'da Brezilya ve diğer ülkelerle, Asya'da Hindistan ve Çin ile de iyi ilişkileri olan, ve Amerika'ya nazaran çok daha yumuşak ve sıcak karşılanan bir Avrupa Birliği'nden; bir anlamda, Amerika'nın 1945'ten itibaren kurmuş olduğu kurumları ve ideolojik hakimiyeti ve bunların işlemesi için gerekli olan ikna gücünü biraz kendi üstüne alarak, daha liberal, daha sosyal demokrat bir çerçevede sunarak bu işi devam ettirme rolüne soyunmuş bir Avrupa Birliği'nden söz ediyoruz.

 

ÖM: Burada gözle görülür ilk problem, Avrupa Birliği'nin kendisinin kurumsal yapısında baş edilmesi güç problemlerle karşı karşıya olması tabii ki.

 

ÇK: Evet, ama işte burada biraz perspektifimizi değiştirmemiz gerekiyor. Yani Avrupa Birliği bir yerden baktığımız zaman, bir birliktelik veyahut da askeri güç oluşturma açısından ya da kendi içinde çok mütecânis bir siyaset oluşturma açısından başarısız gibi gözükebilir. Ama belki de esas misyonu o değil Avrupa Birliği'nin. Yani Avrupa Birliği'nin misyonu belki de iki-üç yüzyıldır süren Batı'nın, beyaz adamın üstünlüğünü, şimdiye kadar şekillenmiş, somutlaşmış kurallarının daha yumuşak bir şekilde ve daha kabul edilir bir şekilde yaygınlaşması ve de bir yandan da, artık kapitalist sistem mi deriz, demokratik sistem mi deriz, ne dersek, dünyanın şimdiye kadar öykündüğü liberal kapitalist sistemin farklı bir görünümünü, yani biraz daha sosyal demokrat, sosyal devlete vurgu yapan bir versiyonunu dünyaya sunmak açısından önemli diye düşünebiliriz.

 

ÖM: Evet. Bu açıdan hâlâ bir potansiyel, hattâ önemli bir potansiyel taşıyor, diyorsun.

 

ÇK: Evet, büyük bir potansiyel taşıyor. Ve de, eğer tahmin ettiğim gibi Amerika bir daha hiç tekrar kazanamayacak şekilde kaybetmişse ikna kapasitesini, yani hegemonyanın olmazsa olmaz bir koşulu olan, insanların sizin söylediğinize inanması, veyahut da onlara yakın hissetmesi şartını kaybetmişse, o zaman Avrupa'nın bu rolü tabii çok çok önem kazanıyor.

 

ÖM: Evet. Hiç bu açıdan bakmamıştık tabii.

 

ÇK: Bu son hafta üzerinde durulan bir yazıya atıf yaparak bağlamak istiyorum. Biliyorsun, Washington Times'ta Türkiye hakkında çıkan bir yazı üzerinde çok konuşuldu. Yazarı, Frank Gaffney.  Şöyle diyordu AB'ye: "Ne yapacaksınız Türkiye'yi, içinize almayın, zaten bunlar İslamofaşist", vs. Bu yazar Washington'daki neo-con'ların temsilcisi. Ve de neo-con'lar, yani bu yeni muhafazakârlar, yani darbelerini dört yıl sürdürmüş olan insanlar, tam Huntington'cı, yahut daha kötüsü, Bernard Lewis'ci adamlar. Yani medeniyetler birbirlerinden ayrışsın istiyorlar. Yani tam bir Oryantalizm içinde, Yahudi-Hristiyan medeniyetini ayırmak isteyen, "Aman kesinlikle bu Müslümanlar ile ilişkiye filan girmeyin, biz biziz, onlar onlar" şeklinde bir düşünceye sahipler. Ve de tabii onların, bu tür bir projenin, Amerika'nın Avrupa'yı yanına alarak İslam dünyasına açılması projesinin karşısında duracakları muhakkak. Çünkü onlar hâlâ "bizim sizi ikna etmemiz gerekmez. Bizden korkun kâfi" türü bir projenin başarıya ulaşabileceğini sanıyorlar.

 

ÖM: Tam da bu bağlam içinde Avrupa Birliği'yle müzakerelerin eşiğindeki bir hafta içinde böyle bir yazının çıkması da çok arkaik, bir anlamda zaman dışı kalıyor yani.

 

ÇK: Tamamen öyle. Arkaik olmasının nedeni de, bunlar artık kaybetmişler, ama hâlâ savaşmaya çalışıyorlar.

 

ÖM: Çok farklı bir perspektifti, çok teşekkür ederiz.

 

ÇK: Ben teşekkür ederim.

 

(5 Ekim 2005 tarihinde Açık Radyo'da Açık Gazete programında yayınlanmıştır.)