25 Ağustos 2010
Ulus-devletler büyük bir ilerlemenin nişanesi olarak benimsenip hayata geçirildiler. Modern insana uygun bir devlet yapısının bulunduğu, böylece ‘milletlerin’ özgürlük yolunun açıldığı savunuldu. Ayrıca ezelden ebede uzandığı söylenen bu ‘milletlerin’ de nihayet ulus-devlet sayesinde onları koruyup yaşatacak bir yapıya kavuştukları düşünüldü. Ancak ulus-devletlerin ne imparatorluklarla mukayesesi, ne de geleceğin toplumlarını taşıma gücü açısından irdelenmesi bir üstünlükleri olduğunu gösteriyor. Hatta ulus-devlet halinin epeyce bir yoksunluğa tekabül ettiğini söyleyebiliriz. Analize girişmeden önce, sonunda varacağımız noktayı şimdiden söyleyelim: Aslında ‘milletlerin’ varlığına inanmak çağın ürettiği akla uygun bir ahmaklıktan ibaretti. Ulus-devletler ise bu yanılsamadan mustarip halkların ihtiva edildiği birer ‘ahmaklar evi’ oldular...
Bu cümlelerin bir tesbitten ziyade önyargıya benzediğini haklı olarak öne sürebilirsiniz. Doğrusu bu satırların sahibi olan bana bile öyle gözüküyorlar. Ama adım adım gidelim... İmparatorluklarla ulus-devletler arasında birçok fark bulunabilse de, bu devletlerin mensubu olan insanlar açısından en önemli fark sınırların gördüğü işlevdir. Çünkü diğer farklılıklar yönetimin ve rejimin zihniyetine ilişkin olup, her türlü zihniyeti her iki devlet biçiminde de görmek mümkün. Sınırlara gelirsek, imparatorluklarda devletin coğrafi sınırları muğlâk, geniş, geçirgen ve oynaktı. Oysa ulus-devletlerde sınırlar belirgin, dar, katı ve sabit hale geldiler. İmparatorluklarda sürekli değişim halinde olan, kendi içinde daralıp genişlediği gibi, ileri geri de hareket eden ve tam olarak ‘bilinmesi’ mümkün olmayan sınırlar vardı... Ulus-devletler bunları iyice daraltıp birer çizgiye indirgemekle kalmadı, olabildiğince sabitlediler ve değişmemesi için de insanların geçmesini engelleyen bir tarzda tahkim ettiler.
Dolayısıyla imparatorluktan ulus-devlete geçiş insanlar için apaçık bir özgürlük kaybıydı. Ancak bunun sadece coğrafi mekân değiştirme özgürlüğü olduğu sanılmamalı... Çünkü sınırların muğlâklığı imparatorlukların sınır bölgelerini yönetirken çok daha esnek ve özgürlükçü olmalarına neden oluyordu. Buralarda merkezî devletler çok daha pazarlıkçı ve hoşgörülüydüler. Öte yandan sınırların oynaklığı bu esnek bakışın ülke topraklarının içine kadar nüfuz etmesine neden olabiliyor ve merkezin tutarlı olma ihtiyacı da söz konusu esnekliğin genel yönetim tavrını etkilemesine yol açabiliyordu. Sonuç, devletle insan toplulukları arasında epeyce belirsizlik ihtiva eden bir ilişkinin olması ve bunun da bir özgürlük imkânı oluşturmasıydı.
Buna karşılık ulus-devletler kendi insanlarının hareket yeteneğini bilerek ve isteyerek kısıtladılar. Düşünün ki sınırlar dışarıdan gelecek olanları engellemenin ötesinde, kendi insanlarınızın sınır ötesine gitmemesi için kullanımdaydılar. Böylece merkezin gücü ve etkisi ülkenin en ücra köşesine kadar uzandı. Bunun bir tür eşitlikçilik olduğu söylenebilir tabii, ama söz konusu eşitlik devlet karşısındaki mahkûmiyet haline ilişkindi. İnsanlar ‘vatandaş’ olarak yeniden takdis edilirken, devletin kendi üzerlerindeki tartışılmaz hükmi varlığını da baştan onaylamış, onun kurallarına uymayı ve aksi halde cezalandırılmayı da kabullenmiş oluyorlardı.
Kısacası imparatorluklardan ulus-devletlere geçiş, insanlar için apaçık bir özgürlük kaybıydı. Soru buna niçin razı gelindiği, bu durumun nasıl rasyonalize edildiğidir... Acaba özgürlük kaybı karşılığında ne kazanılmıştır? İlk akla gelen kavram muhtemelen ‘güvenlik’ olacaktır. Ulus-devletlerin ‘milletlerin’ kendilerini güven içinde hissetmelerini sağladığı sıkça tekrarlanır. Ne var ki bu tesbit tümüyle yanlış olup, bilinçli bir yalana dönüşmeye de çok müsaittir. Her şeyden önce imparatorluklarda güvenlik esas olarak bir toplumlar arası denge haline gönderme yapar ve nihayette de asayiş meselesi olarak somutlaşırdı. Düşmanlıklar kategorik değil, konjonktürel, geçici ve değişkendi. Oysa ulus-devletler güvenlik ihtiyacını ‘milletlerle’ ilişkilendirdiler ve tam da bu nedenle güvensiz bir dünya ürettiler. Şimdi etraf kadim düşmanlarla çevriliydi, çünkü ‘hayat’ zaten bir milletler savaşıydı. Bu ortamda dostluk ancak geçici olabilirken, diğer bütün ulus-devletler ezeli ve ebedi bir düşmanlığın taşıyıcılarıydılar. Dolayısıyla ulus-devletler kendilerini sürekli tehdit altında ve tehlikede hissettiler. ‘Milletler’ ulus-devletler sayesinde daha güvenlikli bir dünyada değil, tam aksine çok daha güvensiz bir dünyada yaşamak zorunda kaldılar.
Böylece yukarıdaki soruya geri dönüyoruz: İmparatorluklardan ulus-devletlere geçerken ödenen özgürlük kaybının karşılığı acaba neydi? Özgürlüksüzlüğün karşılığı olarak bizlere ne sunulmuştu ve biz niçin bu bedeli böylesine hevesle ödedik? Bunun sadece ‘kendimize benzeyenlerle birlikte yaşama’, kendi ‘milletimizle’ birlikte olmaktan ibaret olmadığı belli, çünkü imparatorluklarda da bu koşul önemli çapta karşılanmaktaydı. Görünen ve bizlere de ısrarla öğretilen o ki, özgürlük kaybının karşılığı ‘kendimizi yönetme’ hakkını elde etmemizdi.
Bunun ne denli gerçekleştiği, kendimizi gerçekten de yönetip yönetmediğimiz, bunun bir yakıştırmadan ibaret olup olmadığı ayrı bir konu... Asıl soru bunun için niçin ulus-devlete ihtiyacımız olduğudur? Yoksa ‘kendi kaderimize sahip çıkmak’ açısından ulus-devlet formatı bir gereklilik mi?